17 Şubat (Çarşamba) – Okul Gezisi 1.Gün – Ayase Saki
Aslında, yola çıkmadan önce yeterince uyuyup uyuyamayacağım konusunda biraz endişeliydim. Ancak gözlerimi kapattığım an bilincim derin bir boşluğa sürüklendi. Yumuşacık ve sıcak yatağımın içinde, uyku ile rüya arasında süzülürken huzur ve rahatlık hissettim. Geriye dönüp baktığımda, gerçekten bir rüya görüp görmediğimi bile bilmiyorum ama sonunda, gözlerim odanın karanlığında açıldı—hem de alarmım çalmadan önce.
Bunun yerine, klimadan gelen hafif bir uğultu duyabiliyordum. Zamanlayıcı tam da planladığım gibi çalışmıştı ve battaniyemin altından kollarımı ve bacaklarımı çıkarsam da üşümüyordum. Bu yeterince iyiydi, bu yüzden kendimi yataktan kaldırdım. O anda, bir önceki geceyi hatırladım ve dudaklarıma hafifçe dokunarak sessizce gülümsedim. Muhtemelen orada sırıtıyordum.
Ama şimdi geçmişe dalıp gitme zamanı değil. Hemen hazırlanmalıyım. Makyajımı bitirdiğimde, banyoya yeni giren Asamura-kun ile karşılaştım. Görünüşe göre nihayet uyanmıştı. Yüzü hâlâ biraz uykulu görünüyordu, bu da beni zaman açısından biraz sıkışık olabileceğimiz konusunda endişelendirdi. Sonrasında annemin yaptığı onigiri ve miso çorbasını yedik. Her zamanki gibi çok lezzetliydi, ancak onigiriden gelen yosunun dişlerime yapışmış olabileceğinden endişelendim. Aynada kontrol edene kadar Asamura-kun’un yanında ağzımı fazla açmamaya karar verdim.
Bolca vaktimiz olduğundan, evi arkamızda bırakarak yola çıktık. Shibuya İstasyonu’ndan Yamate hattına binip, Nippari İstasyonu’nda aktarma yaparak Narita’ya doğru ilerledik. Oraya vardığımızda, tek yapmamız gereken durağımıza kadar beklemekti, bu yüzden tam zamanında yetişmeliydik. Trende otururken, yanımda oturan Asamura-kun’un yüzüne göz ucuyla baktım. Sürekli esniyordu, demek ki gerçekten uykuluydu. Uyuya kalmamak için çok çaba harcadığını görebiliyordum. Omuzlarımız ara sıra birbirine çarpıyor, o da hemen toparlanıp dik oturuyordu. Her seferinde benden özür diliyordu ama başını omzuma yaslayıp biraz kestirse hiç de sorun olmazdı. Günün bu saatinde bindiğimiz tren büyük ölçüde boştu ve tanıdık hiçbir üniforma göremedim.
Sonunda, trenimiz planladığımız gibi Narita Havalimanı’nın ikinci terminaline ulaştı. Bununla birlikte, buluşma alanına doğru hızla ilerledik. Kendi okul üniformalarımızı giyen bir grup öğrenci görünce, Asamura-kun durdu ve,
“Tamam, burada ayrılalım,“ dedi.
“Seyahat boyunca dikkatli ol, tamam mı?“
“Sen de,“ diye başımı salladım.
Asamura-kun’u arkamda bırakarak sınıfıma doğru ilerledim. Ama şaşırtıcı bir şekilde, ondan uzaklaştıkça adımlarım yavaşlamaya başladı. Çünkü sınıfımla buluştuğumda, tüm gezi boyunca ayrı kalmak zorunda olacaktık. Bütün… süre boyunca.
“Hadi ama Saki! Buradayız!“
Maaya o kadar hızlı el sallıyordu ki, kolunun havayı kesişini neredeyse duyabiliyordum.
İstemeden de olsa gülümsedim. Zaten birbirimizi görebiliyoruz, bu yüzden neden bu kadar acele ettiğini anlayamıyordum. Grubumuzun üçüncü kızı Satou Ryouko-san’dı, ayrıca biraz gürültücü olan üç erkek de vardı. Onların arasına katılmadan hemen önce, son bir kez Asamura-kun’u aramak için arkamı döndüm ama artık onu göremiyordum.
Konudan biraz sapacak olursam, yakın arkadaşım Narasaka Maaya’nın iletişim becerileri gerçekten inanılmaz güçlüdür. O, adeta iletişimin kraliçesi. Dünyada pek fazla kızın hiç zorlanmadan yüzlerce arkadaş edinebildiğini sanmıyorum. Üstelik bu sadece kızlarla veya erkeklerle sınırlı değil; neredeyse herkesle iyi geçinebiliyor ama buna rağmen, şu an yanımıza yaklaşan çocukları kovalamakla meşguldü.
“Hey, siz! Kız grubumuzun içine girmeye çalışmayın! Gidin, kendi gürültücü tayfanızla takılın!“
Ellerini savurarak gruptaki üç erkeği korkutmaya çalışıyordu. Sanki beni ve Satou-san’ı koruyormuş gibi önümüzde duruyordu. Sonra, diğer tüm kızlara dönerek uyarıda bulundu.
“Gezi diye gereksiz heyecanlanan erkeklere dikkat edin!“
Kızlar kendi aralarında gülüştü, erkekler ise sadece gülümseyerek durumu geçiştirdi. Ardından, tekrar bize döndü.
“Dinle, Satou-san. Eğer bu çocuklar fazla yaklaşırsa, hemen bana söyle. Güzel bir azar çekerim onlara!“
“Tamam. Teşekkür ederim… Narasaka-san,“ Satou-san kaşlarını kaldırarak sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi.
“Aynı şey senin için de geçerli, Saki!“
“Sanırım ben idare edebilirim.“
Başkalarının beni nasıl gördüğünü biliyorum. Doğru, sınıfa uyum sağlama konusunda kayda değer bir ilerleme kaydettim ama yine de benden biraz çekindiklerini hissedebiliyorum. Görünüşüm göz önüne alındığında, bunu çok da suçlayamazlar.
“Tetikte olmayı bırakma.“
“Ugh, tamam.“
Birden bana ciddi bir bakış attı, bu da beni biraz şaşırttı.
“Sonuçta bir gün sen de eş olacaksın, o yüzden bedenine iyi bak. Tabii bu şanslı kişi ben olmazsam… Eminim hakama içinde harika görünürdün.“
(Hakama (Japonca: 袴), geleneksel bir Japon kıyafetidir. Sui ve Tang hanedanları dönemlerinde Çin imparatorluk sarayı tarafından kullanılmış olup 6. yüzyılda Japonlar tarafından hakama adıyla benimsenmiştir.)
“Bu asla olmayacak, tamam mı?“
Neden şakalarını her zaman tam kararında bırakmak yerine bir adım öteye taşımak zorunda? Bak işte, Satou-san bile bize gülüyor ama en azından bu şaka onu biraz rahatlatmış gibi görünüyor çünkü artık ürkek bir kedi gibi görünmüyor. Muhtemelen Maaya’nın amacı en başından buydu.
Altı kişilik grubumuzda, erkeklerle nasıl başa çıkacağını pek bilemeyen iki “problem çocuğu” vardı (yani Satou-san ve ben), ayrıca üçüncü çocuk tarafından kontrol altında tutulacak iki erkek bulunuyordu. Maaya, bu iki yaramazı uyararak Satou-san ve bana biraz rahat nefes aldırmayı amaçlamış olmalı. Gerçekten, Maaya’ya asla üstün gelemem.
“Bu ikisi için üzgünüm, Narasaka-san. Hadi çocuklar, erkekler sırası burada, unutmayın.“
Onları yakalayıp sıraya geri götürdü. Onunla birlikte oldukları sürece, sorun çıkmaz gibi görünüyor. Tam o sırada öğretmenler sıraların önüne geçti ve bizi yönlendirmeye başladı. Zaman zaman bazı öğrenciler heyecanla tezahürat yapıyordu, ancak çoğumuz sakince kurallara uyuyorduk. Buradaki birçok kişi daha önce yurtdışına bile çıkmamıştı, bu yüzden heyecandan çok endişeli görünüyorlardı. Müdür yardımcısının sözlerini dikkatle dinliyorlardı—ne de olsa, uçağa alınmamak büyük bir sorun olurdu. Aynı şey benim için de geçerliydi.
Uçağa binmeyi beklerken aslında epey gergindim. Ama bir kez bindikten sonra, şehir içi otobüse binmekten pek de farklı olmayacaktı. İçerideki anonslar İngilizce, Çince ve Japonca olarak yapılıyordu, bu yeni bir his verse de hemen ardından hızlı trenlerin de İngilizce ve Japonca duyurular yaptığını hatırladım. Sonrasında ise her şey Kyoto veya Nara’ya gitmekten farksızdı: sohbet etmek, atıştırmalık yemek, gülmek ve ara sıra öğretmen tarafından azar işitmek… Gerçi ben öylesine yapılan sohbetlerde pek iyi değilimdir.
Satou-san da bu konuda bana benziyordu, bu yüzden Maaya’nın varlığına bir kez daha minnettar oldum. O olmasaydı, önümüzdeki yedi saati mutlak bir sessizlik içinde geçirebilirdik. Ayrıca cam kenarında oturduğum için de şanslıydım. Eğer sohbet fazla gelirse, pencerenin dışına bakabilirdim. Aşağıdaki manzaranın yavaş yavaş uydu görüntülerinde ki gibi bir şeye dönüşmesiyle gerçekten yurtdışına çıkıyor olduğumuz gerçeği iyice kafama dank etti. Üstelik benim için bu bir ilkti. Kalbimin normalden biraz daha hızlı attığını hissedebiliyordum.
Telefonumu yeni saat dilimine ayarlayıp rehber kitabını okumaya başlamıştım ki Maaya aniden film izlemek istediğinden bahsetti. Sanırım bir kişi film izlemeye başlayınca diğerleri sohbet etmeye devam edemezdi. Zaten Satou-san ve ben sessizdik. Ama büyük ihtimalle bu da Maaya’nın düşünceli olmasının bir sonucuydu—bize konuşmak için kendimizi zorlamamız gerekmediğini söylüyordu.
Sonunda popüler bir gizem animesinin en yeni bölümünü izledik. İlkokul çağındaki bir çocuk bir cinayet vakasının içine düşüyor ve olayı kendi başına çözüveriyordu. Biraz abartılı görünse de, izlemek keyifliydi. Öğle vakti geldiğinde, insanlar yanlarında getirdikleri yiyecekleri yemeye başladılar. Uçuş görevlisi de koridorda arabasıyla ilerleyerek hep duymak istediğim o klasik, iyi eğitilmiş cümleyi tekrarlıyordu:
“Beef or chicken?”
Bu basit bir İngilizce diyaloğuydu, hatta tam anlamıyla bir konuşma bile sayılmazdı ama gerçekten yurtdışına çıktığımızı fark etmemi sağladı. Tabii ki cevabım tavuk oldu. Sonuçta daha az kalori içeriyor.
Sonunda Singapur’daki Changi Havalimanı’na vardık. Otele ulaştıktan sonra check-in işlemlerimizi tamamladık ve grubumuz müzeye doğru yola çıktı. Gerçi bu sadece başlangıç ve bitiş kısmı için geçerliydi. Müzeyi üç kişilik gruplar hâlinde, erkekler olmadan gezdik. Satou-san’ın erkeklerle ilgili benden bile daha fazla zorluk yaşadığı belli oluyordu; çünkü bu duruma açıkça rahatlamıştı. Açıkçası ben de kendi başıma sakince dolaşmak istiyordum, bu yüzden bu düzenlemeden oldukça memnundum. Ama tüm sınıfın, kızlar ve erkekler birlikte, daha büyük bir grup olarak eğlenmesini isteyen sınıf öğretmenimiz için biraz üzüldüm. Bunu Maaya’ya söylediğimde ise şöyle karşılık verdi:
“İyilik iyiliği doğurur, Saki-chan,” dedi ve dilini dışarı çıkardı.
“…Sırf bu sözü bir kez olsun söylemek istedin, değil mi?”
Bizim sevgili grup liderimizde kötü niyet bulunmaz. Ama teknik olarak konuşmak gerekirse, bu söz başkalarının davranışlarına göre kendi tutumunu ayarlamak anlamına geliyor. Bu durumda, eğer diğer taraf da istekliyse büyük bir grup olarak dolaşabileceğimiz anlamına gelirdi ama art niyetli erkekler bunun bedelini ağır öderdi. Yani Maaya’nın kastettiği tam olarak bu olmayabilir ancak ona oldukça yakışan bir düşünce tarzı.
Ne yazık ki müzedeki rehber akıcı bir Japonca konuşuyordu. Onca zaman İngilizce terimler ve isimler öğrenmeye çalışmam tamamen boşa gitmiş gibi hissettim. Bütün gezimiz böyle mi geçecek acaba? Ya uçakta verdiğim chicken cevabı İngilizce konuşma deneyimimin zirvesi olarak kalırsa?
Otele döndük, akşam yemeğimizi yedik ve banyomuzu yaptık. Oda dağılımı gruplara göre yapıldığından, Maaya ve Satou Ryouko-san ile aynı odada kalacaktım. Neredeyse bir yıldır aynı sınıftaydık ama Satou-san’ın bu kadar konuştuğunu ilk kez duyuyordum.
“Gerçekten üzgünüm, Ayase-san. Seni biraz korkutucu biri sanmıştım.”
“Buna takılma! Öyle görünebilir ama aslında dünyadaki tüm abileri büyüleyen sevimli bir küçük kız kardeş! Harika, değil mi?”
“Maaya, neden böyle şeyler söylüyorsun?”
“Ayase-san, bir abin mi var?”
Kalbim bir anlığına duracak gibi oldu. Maaya, ne yapıyorsun?!
“Ah, şey…”
“Hayır, yok! Ama küçük kız kardeş rolünü oynamayı çok seviyor! Bu onun küçük kız kardeş özelliği!”
“…Tamam?” Satou-san kafası karışmış bir şekilde baktı.
Üzgünüm, Maaya’nın açıklamaları hiçbir mantık taşımıyor, değil mi? Açıkçası ben bile anlamıyorum. Bunun anlamı ne şimdi?
“Dünyadaki tüm kızlar iki kategoriye ayrılır: Küçük kız kardeşler ve olmayanlar!”
“E yani, mantıken?”
Bu mantıkla her şeyi iki gruba ayırabilirsin zaten.
“Ama kardeş sahibi olmak bayağı stresli bir şey. Her zaman çok gürültücüler,” dedi Maaya.
Bu konuda haklı, çünkü birkaç küçük erkek kardeşi var.
“Ama en azından yalnız hissetmezsin, değil mi?”
“Şey… o doğru. Ama genellikle banyoya bile huzur içinde girmek bir savaş oluyor. İşte bu yüzden bugün inanılmaz huzurluydu!” Maaya’nın bu sözleri üzerine Satou-san gülümsedi.
Onların sohbetini dinlerken yerimden kalkıp pencereye doğru yürüdüm. Bugün gerçekten eğlenceliydi ve birçok yeni şey öğrendiğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ancak her şey böyle sakinleştiğinde, tüm bunları Asamura-kun ile deneyimlemenin ne kadar güzel olacağını düşünmeden edemiyorum. Bu sabah vedalaştığımızdan beri onu bir kez bile görmedim.
Belki… onu görmeye gidebilirim. Burada ücretsiz Wi-Fi var, ona LINE’dan mesaj atabilirim. Onu görmek istiyorum. Sesini duymak istiyorum. Ya da en azından… mesajını görmek istiyorum. Bu istek içimde alevlenmeye başladığında, onu bastırmakta zorlanıyorum… Neden önce o mesaj atmıyor ki? Sohbet ekranımızı açıp ekrana dik dik baktım, parmağımı hareket ettirmek üzereydim ki—
“Sakiii! Orada dikilip durma, bize katıl! Böyle güzel bir manzarayı yalnızca şık bir barda, elinde bir kadeh şarapla, yakışıklı bir beyefendiyle izlemelisin!”
“Maaya… Ne zaman orta yaşlı bir adama dönüştün?”
Maaya göğsünden vurulmuş gibi ellerini bastırdı ve yatağın üstüne devrildi.
“Satou-san’ı daha fazla uğraştırma,” diye gülümsedim ve ikisinin yanına geri döndüm.
Belki de Asamura-kun şu anda arkadaşlarıyla güzel vakit geçiriyordur. Sırf ben yalnız hissediyorum diye onun eğlencesini mahvetmek istemem… evet. Ve böylece, gezi günümüzün ilk günü sona erdi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.