17 Şubat (Çarşamba) – Okul Gezisi 1.Gün – Asamura Yuuta
Karanlık odamdaki bir ses beni rüyamdan çekip tekrar gerçeğe döndürdü. Daha önce kurduğum alarm çalıyordu. Hızla kapatıp odanın ışıklarını açtım. Battaniyenin dışına uzattığım bacaklarım anında soğukla ürperdi. Şu an kış ortasında, sabahın 4’üydü. Güneşin doğmasına daha iki saat vardı. Ancak sabah 7’de Narita Havalimanı’nda buluşmamız gerekiyordu. Yani, eğer zamanında yetişmek istiyorsak, en geç saat 5’te evden çıkmalıydık.
Ama şunu söylemeliyim ki …dostum, çok soğuk. Alarmı erkenden kurmuştum, böylece acele etmeden hazırlanmaya vaktim olacaktı. Derin bir nefes alıp kendime bu rahatlığı tanımak üzereyken—Biri kapıma sertçe vurdu.
“Uyanık mısın ?“ Babamın sesiyle irkildim ve anında kendime geldim. Az kalsın tekrar uyuyacaktım.
“Uyanığım!“ diye yanıt verdim.
Hızla yataktan fırlayıp üstümü değiştirmeye başladım. Banyoya dalıp yüzümü yıkamak üzereyken, neredeyse Ayase-san ile çarpışıyordum. O, her zamanki gibi makyajını ve hazırlığını çoktan tamamlamıştı. Kısaca selamlaşıp birbirimizin yanından geçtik. Yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçalamam en fazla beş dakika sürdü. Saat 4.30 civarında kahvaltı masasına oturduk, tam planladığımız gibi.
Akiko-san, kısa bir süre önce işten eve dönmüştü. Hâlâ iş kıyafetlerini giyiyordu ama buna rağmen bizim için kahvaltı hazırlıyordu.
“Biraz uyuman gerekmiyor mu, anne?“ diye sordu Ayase-san. Ancak Akiko-san sadece gülümseyerek yanıt verdi.
“Sorun değil. Sizi uğurladıktan sonra yeterince uyuyabilirim. Aslında, önümüzdeki üç gün boyunca sizi göremeyeceğim için son bir kez görmek istedim ve bu yüzden işten erken çıktım,“ dedi ve önümüze büyük bir tabak itti. Tabakta, nori yosunu ile sarılmış on tane pirinç topu vardı.
“Alın bakalım. Yola çıkmadan önce yemesi kolay bir şey olsun diye pirinç topları yaptım. İçleri tamamen lezzetle dolu. Miso çorbasını da hemen getireceğim.“
“Çok teşekkürler.“
“Teşekkürler, anne.“
Ayase-san ve ben aynı anda teşekkür ettik ardından yemeğe başladık. Bu sırada, babam da masanın karşısına oturdu ve bastırmaya çalıştığı bir esnemeyi yuttu.
“Zamanında yetişebileceğinizi düşünüyor musunuz?“
İkimiz de başımızı salladık. Pirinç toplarını ağzımıza tıkarak miso çorbamızı yudumladık. Hedefimiz, sabah 5:30 civarında Shibuya İstasyonu’ndan geçen Yamate hattına binmekti. Kahvaltımızı bitirdikten sonra eşyalarımızı son bir kez kontrol edip evden ayrıldık.
“Çok acele etmeyin!“
“Dikkatli olun, tamam mı?“
Babam ve Akiko-san, bizi neşeli sesleriyle uğurladılar. Asansöre adım attığımızda, telefonumu çıkarıp saate baktım. Tam 5:00 olmuştu. Eğer her şey yolunda giderse, zamanında yetişebiliriz. Asansör yavaşça aşağı inerken, hem Ayase-san hem de ben aynı anda iç çektik. Ağır bavullarımızı sürükleyerek Shibuya İstasyonu’na vardık ve trene bindikten sonra kendimizi son kez kontrol ettik.
“Sence yetişebilecek miyiz?“
“Muhtemelen… sorun çıkmaz,“ diye yanıtladım Ayase-san’ın sorusunu.
Nippori’de bir kez aktarma yapmamız gerekiyor, ancak herhangi bir gecikme yaşanmazsa, Narita Havalimanı’nın 2. terminaline saat 6:40 gibi varmış olacağız. Bu da bizi tam vaktinde buluşma noktasına ulaştırmalı.
Güneş henüz doğmadığı için trenin içi tamamen boştu. Ayase-san ve ben yan yana oturduğumuzda koltuklar hâlâ soğuktu. Normalde böyle bir durumda yabancı gibi davranırdık, ancak ilk yurt dışı gezimiz gerçekleşmek üzereyken, bunu düşünecek kadar boş vaktimiz yoktu. Aynı zamanda, başkaları tarafından kardeş olarak bilinmemizde bir sakınca yoktu… Tabii, ilişkimizi bundan öteye taşıdığımızı belli etmemeye dikkat ettiğimiz sürece.
…Ya da en azından, birlikte böyle hareket edişimize bahane olarak bunu kullanıyorduk. Tren Narita Havalimanı’na varana kadar yan yana oturmaya devam ettik. Varır varmaz bavullarımızı çekerek buluşma noktasına doğru hızla ilerledik. Uzun bir asansör yolculuğunun ardından, tavan ışıklarıyla parlayan tertemiz zeminde yürüyerek toplantı odasına doğru ilerledik. Uzaktan, okulun tanıdık üniformalarını fark ettik ve burada yollarımızı ayırdık.
Evet, insanlar bizi kardeş sanabilirlerdi, bunda bir sorun olmazdı ama onların gerçek durumu öğrenmelerine yardımcı olmaya da pek niyetimiz yoktu.
Ayase-san’ın silueti her adımda biraz daha uzaklaşırken, ben de kasıtlı olarak biraz geride kaldım. Suisei Lisesi öğrencileri sınıflarına göre ayrılıp sıralar oluşturdular. Kendi sınıfımın sırasına baktığımda, gözüme büyük bir çocuk çarptı—Maru. Benim ona yaklaştığımı görünce elini kaldırıp bana doğru salladı.
“Günaydın, Maru,“ dedim ve onun hemen arkasında sıraya girdim.
“Yo! Epey oyalandın, ha?“
“Bence hâlâ yeterince vaktim vardı.“
Bu cevabı verdiğimde, Maru toplantı odasının dışını işaret etti.
“Ne diyorsun sen? Şu ana kadar kaç uçağın kalkışını kaçırdığını biliyor musun?“
Görünüşe göre Maru, havalimanının romantizmine kendini kaptırmıştı.
“Güneş anca yavaş yavaş doğuyor. Neye bakıyordun ki?“
“Asamura… Sen havalimanının geceleyin sahip olduğu güzelliği ve zarafetini anlamıyorsun, değil mi? İki sıra hâlinde dizilmiş yönlendirme ışıkları, yılbaşı ışıkları gibi yanıp sönüyor. Uçağın burnu yavaşça gökyüzüne yükselirken, kanat ve kuyruk ışıkları giderek küçülüyor ve sonunda tamamen yok oluyor ve burada bu muhteşem manzara tekrar tekrar yaşanıyor.“
“Tam bir şair olmuşsun. Bütün bu süre boyunca bunu mu izliyordun yani?“
“Sırayı kontrol ettiğim için izleyemedim.“
O zaman bu uzun açıklamanın ne anlamı vardı ki?
“Bu arada, Airport ’75 filmini biliyor musun?“
“Duymadım. Havalimanında geçen bir film mi?“
“Uçağın pilotunun kontrolü kaybetmesi ve acil iniş yapmak zorunda kalmalarını konu alan bir film.“
“Bunu anlatmasan olmaz mı?“
Uçağa binmeden hemen önce hava kazalarını konu alan filmleri dinlemek istemezdim. Kısa bir atışmanın ardından, sınıf öğretmenimiz her zamanki gibi güvenlik kurallarını uzun uzun tekrarlamaya başladı. Nihayet, uçağa binme süreci başladı.
Öncelikle, yeni inşa edilen küçük bir sağlık kontrol noktasından geçtik. Ardından, havalimanının içine dağıldık. Büyük bavullar, görevliler tarafından kontrol edilerek ilgili taşıma bandına yerleştirildi. Onlarla ancak güvenli bir iniş yaptıktan sonra tekrar buluşacağız. Umarım bagajlar kaybolmaz… Uçağa yüklenemeyen ve farklı nedenlerle kaybolan eşyaları düşünmek bile sinir bozucu.
Bu noktada, geziyle ilgili ne kadar gergin olduğumu fark ettim. Sonuçta, bu benim ilk yurt dışı seyahatim ve aynı zamanda ilk uçuş deneyimim. Check-in işlemlerini tamamladığımızda saat 8 olmuştu. Kalkışa yaklaşık bir saat kalmıştı.
El bagajlarımız x-ray taramasından geçti, ardından metal dedektörlü güvenlik kontrolüne girdik. Ayakkabılarımızı çıkarmamız gerektiği için bu kısım biraz can sıkıcıydı. Ya seyahate çıkarken bağcıkları çözülmesi zor olan büyük botlar giyenler ne yapıyordu? Ve neden bunu düşünüp duruyordum ki?
Tüm kontroller tamamlandıktan sonra, Suisei Lisesi’nin ikinci sınıfları biniş kapısına doğru ilerlemeye başladı. Ancak bu kadar kalabalıkla yürümek tam bir eziyetti. Salyangoz hızında da olsa uçağa doğru ilerliyorduk.
Bu kalabalığın bir yerinde Ayase-san da olmalıydı. Ama farklı sınıflarda olduğumuz için onu göremiyordum.
“Ama gerçekten devasa.“
Yanımda yürüyen çocuklardan biri—bu okul gezisinde benimle aynı grupta olacak olan Yoshida—bir yorumda bulundu. Onun sözleriyle başımı çevirip dışarı baktım. Bugün gün doğumu yaklaşık 6:30 civarındaydı, yani bundan 90 dakika önceydi. Bu yüzden dışarıda olup bitenleri net bir şekilde görebiliyorduk. Pencerenin ötesinde uzayıp giden pist, sanki sonsuzmuş gibi görünüyordu. Normalde gökyüzünde süzülerek gördüğümüz uçakları yerde arabalar gibi hareket ederken izlemek garip bir histi. En yakınımızdaki uçak, hayal ettiğim gibi görünüyordu ama düşündüğümden çok daha büyüktü. Maru’nun dediği tamamen doğruydu. Bunlar gerçekten devasa şeyler.
Uçakların etrafında dolaşan çalışanlar, dev bir pastanın etrafına toplanmış karıncalar gibi görünüyordu. Ancak bunu yüksek sesle dile getirdiğimde, Yoshida bana tuhaf bir bakış attı.
“Pasta mı? Aç mısın yoksa?“
“Sadece aklıma öyle geldi. Ölçek olarak öyle bir şey hayal ettim.“
“Asamura, bazen gerçekten ilginç şeyler söylüyorsun.“
“Gerçekten mi? Bence tamamen normal.“
Yoshida ve grubumdaki diğer insanlarla biraz daha sohbet ettikten sonra, karşılaştırmalı konuşma ve mecazi ifadeler kullanmanın çoğu insan için pek yaygın olmadığını fark ettim. Benim gibi birkaç arkadaşım—Maru ya da Yomiuri-senpai gibi—benden çok daha zeki insanlarla konuşmalarımız genellikle bu tarz bir şekil alır. Hatta zaman zaman Japonca konusunda biraz zorlanmasına rağmen, psikolojik ve etik konularda düşünen biri olan Ayase-san bile bu tür bir konuşma tarzına yatkındı.
Bu yüzden, mecaz ifadeleri takip etmekte zorlanan Yoshida bana istisna gibi geliyordu… ama muhtemelen bu durum onun için de geçerliydi. Her ne olursa olsun, normalde pek konuşmadığım insanlarla bu vesileyle kaynaşmak istedim ve az sonra tanışacağım yabancılarla iletişim kurmam gerekeceğini düşündüğümde, bu aslında pek de büyük bir sorun değildi.
“Sanırım bagajlarımızı yukarıya koyuyoruz.“
Maru’nun yorumu üzerine başımı kaldırdım ve üstümüzde bir bagaj bölmesi olduğunu fark ettim. Trenlerde gördüğümüz boru hatları gibi değildi, daha çok ayrı kapakları olan bir dolap gibiydi. Çantaları daha sonra çıkarmanın epey zahmetli olacağını hissedebiliyordum ama muhtemelen uçağın sallanması durumunda bagajların sıkıca sabit kalmasını sağlamak için bu şekilde tasarlanmıştı.
Peki, bu bagajların yerinden oynamasına neden olması için ne kadar sallanması gerekiyor?—Bu düşünce aklımdan geçti ama hemen kendimi toparladım ve başımı salladım. Uçuş sırasında bu dolapları açmamıza izin verirler mi acaba? Sanmıyorum. En azından telefonumu ve mide bulantısı ilacımı yakınımda tutmak istiyorum… Ah, doğru ya, sırt çantam var. Bir rehber kitabında, turist olarak ellerin serbest olmasının çok daha pratik olduğu yazıyordu.
Bunları düşünürken, Maru omzuyla benim omzuma çarptı.
“Hey, ver çantanı yukarı koyayım.“
“Bir saniye, hemen veriyorum.“
Büyük çantamı Maru’ya uzattım ama önce uçuş sırasında ihtiyaç duyabileceğim eşyaları çıkarıp küçük el çantama yerleştirdim. Böylece uçuş boyunca bagajımı açmam gerekmeyecekti. Etrafıma göz gezdirince diğer yolcuların da aynı şekilde hazırlık yaptığını fark ettim. Maru ile yer değiştirdikten sonra, o valizimi yukarıdaki bagaj dolabına yerleştirdi. Sonrasında yerime oturup küçük çantamı dizlerimin üzerine koydum.
Derin bir nefes vererek koltuğuma yaslandım. Dışarıyı izlerken etrafımdaki sesleri dinlemeye başladım. Sınıf arkadaşlarımın sohbetlerinin arasına karışan bir uğultu duyabiliyordum—muhtemelen motorun sesi. Uçak sanki en başından beri titreşiyor gibiydi. Eğer böylesine büyük bir metal yığını sürekli sallanıyorsa, motorun gücü gerçekten inanılmaz olmalı. Büyük bir metal yığını, ha? Gerçekten uçabiliyor mu?
Bu düşünceyle birlikte sinirlerim tekrar gerildi. Belki de en iyisi gözlerimi kapatıp hemen uyumaya çalışmak. Uçaktaki saate baktım—kalkışa hâlâ 15 dakika vardı. Uykusuzluğumu da hesaba katarsak gerçekten uyuyabilirim belki. Çantamdan telefonumu çıkarıp bir şey kontrol etmek üzereydim ki Maru konuştu.
“Bu tam bir israf olur, Asamura. Bunu ilk kez göreceksin, o yüzden sonradan pişman olmamak için kaçırmadığına emin ol.“
“Ama izlediğime de pişman olabilirim.“
“İlk deneyim her şeyden önemlidir. Aynı şey anime ve romanlar için de geçerli, değil mi?“
Düşündüğümde, bunda haklıydı. Sonunda büyük bir sürpriz ya da şok edici bir olay barındıran bir roman okuduğunuzda, o etkinin en güçlü hissedildiği an ilk okuma anıdır.
“Bir kez alışınca, uçak kalkışları tamamen sıradan bir şey haline gelir. Dışarıdaki manzara da ya Narita ya da Haneda gibi görünür sadece.“
“Gerçekten mi?“
“En azından ben öyle düşünüyorum.“
Bu çok belirsiz bir açıklama oldu. Maru’nun her şeyin zamanla aynı görüneceğini ve hayranlığını kaybedeceğini söylemesi, aslında alışmanın ne anlama geldiğini farklı kelimelerle ifade etmekten ibaretti. Ama bu biraz sıkıcı bir düşünce, değil mi? Normalde her seferinde farklı bir deneyim olmalı. Mesela sabah saatlerinde havalanmak ile akşam saatlerinde iniş yapmak arasında fark olmalı. Hatta şu an olduğu gibi açık havada kalkış yapmak, kötü hava koşullarında havalanmaktan tamamen farklı bir deneyim olmalı.
Aynı şekilde, günler değiştikçe ve zaman ilerledikçe, çevreme baktığımda gördüğüm şeylere karşı olan bakış açım da değişiyor. Bu yüzden gördüğüm her sahne aslında biraz farklı olmalı. Ama bir noktadan sonra, bu değişime karşı duyarsızlaşıyor ve her şeyin aynı olduğunu düşünmeye başlıyorsun. Bu yüzden, Maru’nun bahsettiği “ilk deneyim“i gerçekten değerli görmek düşündüğümden daha önemli olabilir.
Sonunda uçakta bir anons yapıldı: Kalkış yapmak üzereyiz. İçimde yükselen korkuya karşı bahaneler üretirken, yine de camdan dışarı bakmaya karar verdim. Kanadın biraz gerisinde oturduğumuz için çok ileriyi göremiyordum ama uçak pencereleri zaten oldukça küçüktü, dolayısıyla dışarıda fazla bir şey izlemek mümkün değildi.
Başlangıçta, sadece hızlanan bir araba gibi hissettiriyordu. Sadece, pencereden çok daha uzakları görebiliyordum. Uzakta görünen küçük ormanlar ve minik binalar bana gerçek gelmiyordu.
Bir uçağın kalkış sırasında 300 km/s hıza ulaştığını duymuştum. Bu, böylesine devasa bir nesnenin Shinkansen ile aynı hıza ulaşması anlamına geliyordu… Ama yine de inanılmaz bir şeydi. Koltuğa doğru geriye itiliyorum… Ha? Daha da mı hızlanıyoruz? Pencereden tekrar dışarı baktım ve zeminin daha da hızlı kayıp geçtiğini fark ettim. Bu… biraz fazla hızlı, değil mi? Yerdeki her şey gri bir bulanıklığa dönüşmüş gibiydi.
Koltuğa daha da gömülmüş haldeyken, pencerenin dışındaki manzara değişti. Uçağın burnu yukarı kalktı ve görüş açımda neredeyse sadece gökyüzü kaldı. Koltuğuma iyice yapışmış bir şekilde, bir roketin içindeysem bunun çok daha çılgın bir basınç olacağını fark ettim. Uçak tamamen yerden kesilirken, bir bilim kurgu romanının içindeymişim gibi bir hisse kapıldım.
“Aşağıdaki manzara harika görünüyor.“
“Aşağıdaki mi?“
Yoshida’nın arkamdan gelen yorumunu duyunca, sağ taraftaki pencereye dönüp aşağıya baktım. Gördüğüm manzara karşısında şaşkınlıkla nefesimi tuttum. Tüm binalar ve yollar o kadar küçülmüştü ki artık birbirlerinden ayırt edilemez hale gelmişlerdi. Ormanlar, brokoliye benziyordu; büyükçe bir yeşil yığın gibi görünüyordu. Şehir içindeki ağaçlar ise büyük bir haritadaki küçük yeşil noktalar gibiydi. Yer hissiyatım tamamen yok oldu.
Yavaş yavaş sağlam zeminden uzaklaştığımızı fark ettikçe, içimde tuhaf bir duygu büyüyordu. Daha küçük yollar bile gözden kaybolmaya başladı, geriye yalnızca Shinkansen rayları, adeta bir kan damarı gibi uzanarak belirgin şekilde kaldı.
Tam o anda, tüm manzara birden beyaza döndü. Bulutların içinden geçtik! Uzaklarda görülebilen her şey bu gri-beyaz dünyanın içinde kayboldu. Kanat, zaman zaman kaybolup tekrar görünüyordu. Bu birkaç dakika böyle devam ettikten sonra, uçak sonunda bulut tabakasının üstüne çıktı ve sanki su altına dalmışız gibi yepyeni bir dünyaya adım attık. Dışarıdaki her şey maviye büründü. Uçak önceki kadar sarsılmıyordu ama hâlâ yükseliyordu. Gözlerimi aşağıya çevirdiğimde, kıyıya paralel uzanan Pasifik Okyanusunu gördüm. Bu manzara normalde sadece haritalarda görebileceğim bir şeydi—İbaraki’den Chiba’ya kadar uzanan takımadaların kıvrımları ve zirve noktası olarak Inubousaki.
“Gerçekten de… haritalarda gördüğümüz gibi.“
Bu, hayatımda ilk kez gördüğüm bir manzaraydı. Ve gerçekten kendi gözlerimle görebildiğime sevindim.
“Yine ne saçmalıyorsun, Asamura?“ diye sordu Maru, omuz silkip.
“Sadece, haritalarda gördüğümüz şeklin gerçekten birebir aynı olmasına şaşırdım.“
“Eğer haritalar coğrafi olarak doğru olmasaydı, başka neye inanabilirdik ki…?“
“Benim için ancak şu an tam olarak gerçeklik kazandı demek istiyorum.“
“Harika bir deneyim ha?“
“Evet, kesinlikle. Bunu kaçırmış olsaydım pişman olurdum.“
Maru, haklı olduğunu kanıtlamış gibi sırıtıyordu. Ama ben tekrar camdan dışarı baktım. Bunu deneyimleyebildiğim için gerçekten minnettarım… ama keşke kalkış sırasında uçak bu kadar sarsılmasaydı.
Kısa süre sonra uykuya daldım, ta ki Maru beni hafifçe sarsarak uyandırana kadar. Gözlerimi açtığımda, uçağın çoktan iniş yaptığını ve pistin sonunda taksi pozisyonuna geçtiğini fark ettim.
“Bütün yol boyunca emniyet kemerini çıkarmadın. Rahatsız olmadın mı?“ diye sordu Maru, şaşkın bir ifadeyle iç çekerek.
“Babamın arabasında da sık sık uyuyorum. Ama bazen kızıyor çünkü yan koltuktaki kişi uyuyunca, sürücü de uykulu hissedermiş.“
Bunu düşününce, yılbaşında Akiko-san, dönüş yolculuğu boyunca babamla sohbet etmişti. Sanırım bu, onu uyanık tutmanın bir yoluydu.
“Tam yedi saat boyunca uyudun.“
“Bu kadar uzun mu uyudum?“
“Resmen taş gibi uyudun.“
Bu, uçuşun neredeyse tamamını uyuyarak geçirdiğim anlamına geliyor ve hatırladığım kadarıyla, uçuş da yaklaşık bu kadar sürecekti. Yemek bile yememiştim… Ne yazık! Yine de, telefonumu çıkarıp saate baktım—15:00.
Ha? Sabah 9’da kalkmıştık, yani… sadece altı saat mi geçti? Ama sonra telefonumun Singapur’un yerel saatine uyum sağladığını hatırladım. Japonya ile burası arasında bir saat fark vardı. Japonya’da şu an 16:00 olmalıydı ve gün batımı yaklaşıyordu. Ancak batıya doğru yolculuk ettiğimiz için burada hâlâ bolca güneş ışığı vardı.
Şubat ayında kaydedilen en yüksek sıcaklığın 30°C’nin üzerinde olabileceğini duymuştum. Uçağın içi hâlâ kalın bir metal tabakayla kaplı olduğu için dışarıdaki güneş ışığını tam olarak hissetmiyordum ama hafif bir sıcaklık vardı. Muhtemelen bunun nedeni, Japonya’dan yani kış ortasından gelmemizdi. Güvenli inişin ardından emniyet kemerlerimizi çözebileceğimiz söylendi. Ben de öyle yaptım, yerimden kalkıp etrafıma bakındım. Herkes uçağı terk etmeye hazırlanıyordu. Koridor tarafında oturan arkadaşlar bavullarını toplamaya başlamıştı bile.
“Maru, Asamura, buyurun.“
Koridora yakın oturan sınıf arkadaşımız spor çantalarımızı bize uzattı.
“Sağ ol.“
“Teşekkürler.“
Eşyalarımızı toparladıktan sonra, kapıda bizi uğurlayan uçuş görevlisine teşekkür ettik ve havalimanına doğru ilerledik.
Singapur Changi Havalimanı—Bizi 15:00’te yerel saatle karşılayan bu havalimanı ile, birkaç saat önce bizi uğurlayan Narita Havalimanı arasındaki fark neydi? Açıkçası, hiçbir fark göremedim. O kadar ki gerçekten yurt dışına çıkıp çıkmadığımızı sorgulamaya başladım. Tek belirgin fark, pencerelerden içeri giren güçlü güneş ışığıydı.
“Burası gerçekten Singapur, değil mi?“
“Hâlâ yarı uykuda mısın, Asamura?“ diye sordu Maru gülerek.
“Ama…“
“Etrafında Japonca konuşan birini görüyor musun?“
…Ah. Bu doğru. Narita Havalimanı’nda, uluslararası bir havalimanı olduğunu göstermek için sayısız dile çevrilmiş tabelalar vardı. Ancak burada tek bir Japonca işaret veya kanji bile göremiyordum.
Gördüğüm tabelaların çoğu İngilizceydi, ardından Çince geliyordu. Muhtemelen bu iki dilin baskın olması da buranın uluslararası bir havalimanı olarak görülmesinin sebeplerinden biriydi. Ancak Singapur’un resmi dilleri İngilizce, Malayca, Çince ve Tamilce, yani bu gayet normaldi.
Öte yandan, alfabe ve kanji dışında herhangi bir yabancı yazı sistemine aşina olmadığım için muhtemelen farkında olmadan onları görmezden geliyordum.
“Gerçekten de yurt dışına çıkmışız gibi hissediyorum,“ dedim içtenlikle. Ancak Maru bana ’Anca mı fark ettin?’ der gibi kuşkucu bir bakış attı.
Narita’da uçağa binerken geçtiğimiz prosedürleri burada tam tersi şekilde tamamladık. Changi Havalimanı’nın bekleme alanında sıraya girdik. Bir süre sonra, sınıf öğretmenimiz bizi konaklayacağımız otele yönlendirdi (ve neyse ki tüm öğrenciler doğru bagajlarını aldı).
Havalimanından ayrılan bir otobüse bindik ve yaklaşık yirmi dakika boyunca kıyı boyunca ilerledik.Konaklayacağımız otel iki katlıydı ve erkekler ve kızlar için ayrı binalara ayrılmıştı. Her odada üç kişi kalıyordu, yani Maru, Yoshida ve ben aynı odada kalacaktık. İşte bu yüzden üç erkek ve üç kızdan oluşan altı kişilik gruplar oluşturmamız istenmişti.
Otele giderken nihayet etrafı detaylıca inceleme fırsatı buldum. Her şeyden önce, her ülkenin kendine özgü bir kokusu vardı. Örneğin, uzun süre yurt dışında kalıp Japonya’ya döndüğünüzde, soya sosu ve miso’nun kokusu eskisinden çok daha belirgin hale gelir. Ancak, ilk kez bir ülkeyi ziyaret ediyorsanız, bu kendine özgü kokunun nereden geldiğini anlamakta zorlanabilirsiniz. Sadece kendi ülkenizden farklı bir şey olduğunu fark edersiniz. Ayrıca, koku duyusu en hızlı adapte olan duyudur, bu yüzden bu fark geldiği hızda kaybolur.
Nihayet otel odamıza ulaştık. Eşyalarımızı yerleştirdik ve ihtiyacımız olan her şeyi daha küçük, kişisel çantalarımıza aktardık.
Yoshida hemen panikleyerek nasıl bağlanacağını sordu.
“Bunu rehber kitapçığında yazmadım mı?“ diye homurdandı Maru, ancak Yoshida sadece beceriksiz bir gülümsemeyle geçiştirdi.
Ben zaten havaalanına vardığımızda WiFi bağlantısını ayarlamıştım. Singapur’da hükümet tarafından sunulan ücretsiz bir WiFi hizmeti var. Bu hizmet çoğunlukla kamu kurumları için sağlanıyor, ancak bizim gibi seyahat eden öğrenciler de hemen kurulum yapmalı.
“Her neyse, hadi çıkalım, Yoshida, Asamura.“
Liderimiz Maru’nun önderliğinde, tekrar lobiye indik. Suisei Lisesi’nin ikinci sınıf öğrencilerinin kalabalığını gördük, sınıfımıza katıldık ve sonunda gruplara ayrıldık. Öğretmenler, akşam yemeğinin saatini ve en geç ne zaman dönmemiz gerektiğini açıkladılar—her zamanki prosedürler. Tabii ki, çoğu öğrenci heyecandan öğretmenlerin söylediklerini pek umursamıyor gibiydi, ancak rehber kitapçığında tüm detaylar yazılıydı, bu yüzden büyük bir sorun çıkmaz… muhtemelen.
Ayrıca, ilk günün programı, tüm ikinci sınıf öğrencilerinin okul tarafından belirlenen üç turistik noktayı ziyaret etmesini içeriyordu. Yani tamamen bağımsız hareket etmeyecektik. Bu yerlere ulaşmak için servis otobüslerini kullanmamız gerekiyordu. Planımız şuydu: Önce bir yere gidilecek, Orada belli bir süre serbest zaman geçirilecek, Sonrasında yeniden toplanıp otobüse binilecek.
Grubumuzdaki üç kızla buluştuktan sonra otobüse bindik. Bugünkü ilk durağımız, Singapur Ulusal Müzesi idi. Batı tarzı bir bina olan müze, iki katlıydı ve merkez binanın üzerinde büyük, yuvarlak bir kubbe bulunuyordu. Bunun bir planetaryum ya da gözlemevi olup olmadığını bilmiyordum. Yoksa sadece mimari bir tercih miydi?
Binanın önüne vardığımızda saat 17:00 olmuştu. Japonya’da bu saatlerde gün batımı başlardı. Ancak Singapur’da bu yaklaşık 19:20’ye kadar sürmüyordu, yani hâlâ bolca gün ışığımız vardı.
“Tarih galerisi saat 18:00’de kapanıyor, o yüzden önce oraya bakalım,“ diye önerdi Maru. Hepimiz ona katılarak tarih bölümüne doğru ilerledik.
Girişte, başka bir grupla karşılaştık ve onlarla birlikte beklemeye başladık. O sırada, turist grubunu yeni uğurlayan bir rehber, bize dönüp gülümsedi. Tur boyunca İngilizce konuşacağını düşündüm, ancak…
“İyi akşamlar, arkadaşlar. Japonya’dan gelen öğrenciler siz olmalısınız, değil mi? Benim adım Wan, size burada rehberlik edeceğim. Tanıştığımıza memnun oldum.“
Şok içinde kaldım—genç rehber bize akıcı bir Japonca ile hitap etmişti.
“Onun Japoncası, benim İngilizcemden çok daha akıcı…“ diye düşündüm.
Maru’nun yorumuna tamamen katılıyordum ama sürprizler burada bitmemişti. Rehber bizi gezdirdikten sonra, sıradaki bir başka öğrenci grubunu karşılamak için kusursuz bir Çinceyle konuşmaya başladı. Üstelik, bunu tamamen ana dili gibi bir aksanla yapıyordu. Bunu görünce Maru bile şaşırdı. Bu adam kaç dil biliyordu acaba ? Müzenin tarih galerisi kapanana kadar gezimizin tadını çıkardık. Ardından bir sonraki servis otobüsünün gelmesine 15 dakika kalmıştı. Bu süreyi boş geçirmemek için müzenin iç bahçesini gezmeye karar verdik.
Tam o sırada, doğudaki blokların arkasında gökyüzü turuncuya dönmeye başladı. Güneş ışınları sabaha kıyasla azalmış olsa da, hava sıcaklığında en ufak bir düşüş hissedilmiyordu. Yürüdükçe, vücudumda ter birikmeye başladığını fark ettim. Havadaki nem de oldukça yüksekti, ancak Japonya’nın yaz mevsimi kadar boğucu değildi. Grubumuzdaki kızlar, hangi güneş kremini kullanmaları gerektiğini tartışıyorlardı. Çimenli patikayı geçerek müzenin ön girişine geri döndüğümüzde, büyük bir kalabalık fark ettik. Ne olduğunu merak ederek yaklaşınca, kalabalığın ortasından bir şarkı sesi yükseldi.
“Sokak performansı, ha?“ dedi Maru, durumu hemen kavrayarak. Kızlar, biraz izlemek istediklerini söylediler.
“Zaten fazla vaktimiz yok, başka bir yere gitmektense bunu izlemek daha mantıklı.“
Grup liderinden izin aldıktan sonra, kalabalığın içine girdik. Ortada, kucağında gitarıyla plastik bir sandalyede oturan bir kadın vardı. Gitarı, yakındaki bir hoparlöre bağlıydı. Ayaklarının dibinde, içine bozuk paralar ve kağıt paralar konmuş küçük bir kutu duruyordu.
“Ne kadar huzur verici bir sesi var…“
“Ve çok güzel!“
Yanımdaki kızların fısıldaşmalarını duyabiliyordum ve onlara katılmamak elde değildi. Kadının uzun, sarı saçları ve badem şeklinde, siyah gözleri vardı. Yüz hatları oldukça çekiciydi ve muhtemelen Güney Asya kökenliydi. Cildi sağlıklı ve doğal bir bronzluğa sahipti, bu da onu hem erkeklerin hem de kadınların hayranlıkla izlemesine sebep oluyordu. Şarkıyı İngilizce söylediği kesindi… Hatta bu şarkıyı daha önce duyduğumu hissediyordum.
“SG akustik gitarıyla yapılan performanslar ya kalabalığı içine çeker ya da kendi yolunu çizer ve işte bu tanıdıklık hissi sayesinde böyle bir izleyici kitlesi topluyor,“ diye yorumladı Maru.
“Şarkıyı biliyor musun?“
“Epey ünlü bir parça, biliyor musun? Eminim ki daha önce duymuşsundur. Bu, El Cóndor Pasa. Simon & Garfunkel sayesinde dünya çapında tanındı. Aslen Güney Amerika halk şarkısıdır ama Japonya’da bazı okullarda ders bitiminde çalındığı olur.“
Yemin ediyorum Maru’nun otaku bilgisi bazen gerçekten garip ve beklenmedik alanlara uzanıyor. En azından şarkının Güney Amerika folk müziği olduğunu anlayabiliyordum. Kadının ses aralığı oldukça genişti ve benim gibi bir amatör bile ne kadar iyi olduğunu fark edebiliyordu. İlk şarkısı sona erdiğinde, daha keskin ritimli bir şarkıya geçti.
“Bunu da biliyor musun?“
“Hiçbir fikrim yok. Muhtemelen buralara ait bir şarkıdır.“
*“Buralara“… yani Singapur’a ait bir şarkı mı?
Ancak bu, uluslararası popülerlik kazanmış bir şarkıdan çok, bir halk müziği gibi geliyordu. Kadının sesi, adeta üzerime baskı yapıyormuş gibi hissettirdi ve bana enerji verdi. Gitar çalma tarzı öncekinden çok daha radikal ve güçlüydü.
“Anladım. Önce tanıdık bir şarkıyla insanları çekip, sonra asıl gösteriyi yapmak. Tam bir taktik hamlesi,“ dedi Maru, adeta bir askeri stratejiyi analiz eder gibi.
Kalabalık, alkışlarla sanatçıyı ödüllendirdi. Birkaç kişi, önündeki kutuya para bıraktı. Normalde, böyle bir sahneyi internet ortamında görüp bağış yapan insanları görmek daha yaygındı. Ancak böyle geleneksel bir sokak performansına tanık olmak farklı bir histi. Bu gelenek hâlâ devam ettiği için sevindim.
“Melissa… ha?“ Maru, gözlerini kısarak kendi kendine mırıldandı.
Bu, yabancı bir isim gibi geliyordu.
“Şarkıcının adı mı?“
“Evet ama tam emin değilim.“
Maru’nun baktığı yöne göz gezdirince, kadının hemen yanında duran bir tabelayı fark ettim. Üzerinde biraz bilgi yazılıydı. Bu kadar küçük bir yazıyı nasıl okuyabiliyor? diye düşündüm.
“Şu yukarıdaki küçük metni mi kastediyorsun?“
“Hayır, o fazla küçük. Muhtemelen burada performans yapabilmek için gerekli olan izin belgesi. Bu tür yerlerde, böyle bir belgeyi sergilemezsen polis tarafından götürülebilirsin. Ama alttaki yazı onun ismi, bak.“
“Evet, gördüm.“
Demek bahsettiği şey tabela idi. Aslında biraz daha kalıp dinlemek isterdim, ancak otobüsümüz yakında geleceği için otoparka dönmek zorundaydık. Gökyüzü tamamen turuncuya döndüğünde, otelimize geri varmıştık.
Bugünkü akşam yemeği, otelin 4. katındaki lobi alanında bulunan restoranda gerçekleşti. Hem erkekler hem de kızlar bu restorana iki otelden de ulaşabildiği için burada tekrar bir araya geldik. Yemekler açık büfeydi. Japon yemekleri de vardı ama ben bu fırsatı değerlendirerek yabancı yemekleri denemek istedim. Özellikle güney meyveli tatlılar oldukça iyiydi. Japonya’da pek yaygınlaşmamış birçok meyve vardı. Gerçi mangolar son birkaç yılda daha yaygın hale geldi ama yine de bazıları hâlâ pek bilinmiyor. Otelin WiFi’sini kullanarak malzemeleri araştırırken, tabağımı doldurdum. Yassı şeftaliler, rambutan, mangostan, şeker elması… Acaba bunlar bir gün Japonya’ya gelir mi? Tam bu sırada, sınıf öğretmenimizin sert sesi özel sohbetleri böldü.
“Arkadaşlar, lütfen yemeğinizin tadını çıkarırken bana kulak verin. Güvenlik kurallarını bir kez daha hatırlatmak istiyorum—“
Bugünden farklı olarak, yarın okulun belirlediği yerlere gitmeyecektik. Bunun yerine, küçük gruplara ayrılıp kendi seçtiğimiz yerleri keşfedecektik. Bu yüzden öğretmenler kuralları özellikle sıkı bir şekilde vurguluyorlardı.
Akşam yemeğini bitirdikten sonra, odalarımıza dönmekte serbesttik. Banyomuzu yapıp yatağa geçebilirdik. Maru ve Yoshida, otelde küçük bir maceraya çıkmaya karar verdiler. Sporcu tipler gerçekten hiç yorulmuyor! Ama ben çok yorgundum, bu yüzden odamda kaldım. Odanın içindeki klima ile serinlerken, pencerenin dışındaki manzaraya baktım.
Gün geç saatlerde başladığı için, şehir ışıkları hâlâ yanıyordu. Bu açıdan bakıldığında, manzara Japonya’nın büyük şehirlerinden pek de farklı görünmüyordu. Ve yine de, tamamen yabancı bir ülkedeydim. Gerçek gibi hissettirmiyordu. Sanırım babam daha önce bu his hakkında bir şeyler söylemişti.
“Kendi oğlumun okul gezisi için yurt dışına çıkacağını asla hayal etmezdim.“
Onların zamanında, Kanto bölgesindeki okullar genellikle Kyoto veya Nara’ya giderdi. O zamanlar ulaşım ve iletişim daha sınırlıydı. Bana göre basit bir okul gezisi olsa da, onun gözünden bakınca, bu kadar uzağa seyahat etmek inanılmaz bir şeydi.
“O halde bu…“
Bizden sonraki nesil—bizim çocuklarımız—daha da uzaklara seyahat edecek. Sadece yurtdışıyla sınırlı kalmayacaklar… Uzak gökyüzüne baktığımda, ayın yavaşça yükselmeye başladığını görebiliyordum. Yine de, yakın zamanda oraya seyahat edeceğimizi sanmıyorum ama bizim bakış açımıza göre uzaya açılan en yakın yer orası. Belki de insanlık beklentilerimi tamamen aşacak ve ben de bir gün çocuklarımla oturup, “Bizim zamanımızda her şey ne kadar basitti,“ diye konuşacağım…
Ayrıca, neden durduk yere çocuk sahibi olacağımı varsayıyorum ki? Daha bunu düşünebilmem için halletmem gereken tonlarca şey var. Bu düşünceleri kafamdan atmak için başımı salladım ve günü yeniden gözden geçirdim.
Bugün kesinlikle stresli bir gündü. Hayatımın ilk uçak yolculuğunu yapmanın yanı sıra, beni düşündüren, tuhaf gelen birçok şeyle karşılaştım. Ve bunu bir kez değil, defalarca yaşadım. Ama yine de, sadece bir noktadan diğerine geçtik ve binalar ile araçlar arasında gidip geldik, dolayısıyla “Singapur’u gerçekten tanıyorum“ diyebileceğim bir deneyim yaşadığımı söyleyemem.
Japonya ile kıyasladığımda fark ettiğim en büyük değişiklik, burada yetişen bitkiler ve yeşillikti. Çiçeklerin şekli ve renkleri, etrafımı saran yeşilin büyüme biçimi, ağaçların yapısı… Japonya’da alıştıklarımdan küçük de olsa farklıydı.
Ve tüm gün boyunca fark ettiğim en büyük farklılık buydu. Muhtemelen, buranın benim alıştığım yerlere kıyasla çok daha güneyde olmasından kaynaklanıyordu. Bunun dışında, havanın kokusu biraz farklı geldi. Sokakta yürürken duyduğum sesler, halka açık alanlarda çalan müzikler, reklam panolarındaki yazılar… Bunlar dikkatimi çekti ama caddelerdeki arabalar, modern binalar ve evlerin iç tasarımı konusunda büyük bir farklılık hissetmedim.
Peki ya akıllı telefonlar? Müzeye gelenler sadece turistler değildi, büyük ihtimalle Singapur’dan gelen birçok ziyaretçi de vardı ama onlar da telefonlarını ya kamera ya da sözlük olarak kullandıklarını fark ettim. Demek ki bazı şeyler, nerede olursan ol değişmiyor. Günümüzde, telefon gibi elektronik cihazlar artık her yerde bir zorunluluk haline gelmiş durumda.
Bu düşünce aklımda dolanırken, gözüm telefonuma kaydı. LINE ikonunu gördüm. Sabah ayrıldığımızdan beri Ayase-san’ı hiç görmemiştim. Aynı yerde kalıyor olsak da, sınıflarımız farklıydı ve gün içindeki aktivitelerimiz de öyleydi.
Her gün onun yüzünü görmeye alıştığım için, şimdi bir şeylerin eksik olduğunu hissetmeye başladım.
LINE ikonuna dokundum ve uygulamayı açtım. Sohbetler listesinde Ayase-san’ın profil fotoğrafına tıklayarak, en son birbirimize gönderdiğimiz mesajı okudum.
Acaba şu an ne yapıyor? Burada ücretsiz WiFi varken, ona bir mesaj göndermeyi düşündüm. Ama sonra kendimi durdurdum. Belki de şu anda Narasaka-san ve diğerleriyle odalarında eğlenceli bir sohbetin içindedir. Bu sırada ona mesaj atarsam, diğerlerinin şüphelenmesine sebep olabilir…
Ya da belki de fazla düşünüyorumdur? Sonuçta, gelen bir mesaj ailesinden ya da başka bir arkadaşından da olabilir, değil mi? Ama asıl mesele, dün yaptığımız konuşmayı hatırlamamdı.
“Önümüzdeki dört gün boyunca birbirimizi göremeyebiliriz, değil mi? O yüzden, şey…“
Ailelerimizin bizi göremeyecek olmasını bir bahane olarak kullandık, içimizde küçük bir suçluluk hissi vardı ama yine de arzularımıza engel olamadık. Eğer durum buysa, belki de Ayase-san gün boyunca tek bir mesaj bile göndermediğim için kendini yalnız hissediyor olabilir…
Ama bundan da öte, sadece onun sesini duymak istiyorum. Eğer bunu bile yapamazsam, en azından birkaç kelime konuşabilmek isterim. Öğleden sonra hep birlikte dolaşırken, bu konuyu pek düşünme fırsatım olmamıştı ama şimdi, bu odada tek başıma otururken, bu his içimde büyümeye başladı. Ancak o şu an Narasaka-san ile birlikte ve onun ne kadar keskin bir zekâya sahip olduğunu düşününce, hemen bir dedektif gibi harekete geçmesi hiç de şaşırtıcı olmazdı.
“Hey, bu kimdi? Abin mi? Kesin abin değil mi? Vay be, bayağı seviliyorsun, küçük kız kardeş!“ Sonrasında da tam alay moduna geçerdi.
“Bu… tamamen mümkün.“
Bunu söyleyeceğini hayal etmek hiç zor değil ama öte yandan, bu yüzden mesaj atmamak da biraz garip olurdu. Narasaka-san yüzünden Ayase-san’ı yalnız hissettirmeye hakkım yok. Bu yüzden, ilk adımı benim atmam gerekiyordu. Tam mesajı yazmaya başlamak üzereydim ki, kapı hızla açıldı ve Maru ile Yoshida “Geldik!“ diye bağırarak odaya daldılar.
“B-Ben geldim…“
Maru, benim panik içinde olduğumu görünce kaşlarını kaldırarak kuşkuyla baktı.
Görünüşe göre, otelin içindeki markete uğramışlardı. Bu yeni bir dünyayı keşfetmek için yola çıkan iki maceracının son durağının bir bakkal olması biraz tuhaf kaçıyordu. Hemen odadaki masaya geçip poşetin içindekileri yaymaya başladılar. Baktım ki çıkardıkları şeyler abur cuburlardı.
“…Bunların çoğu Japonya’da da yok mu?“
“Aslında biraz farklılar.“
Bunun ardından, Maru ve Yoshida, bu yabancı otelde yaptıkları keşifleri heyecanla anlatmaya koyuldular. Ve ben, bir daha mesajıma dönme fırsatı bile bulamadım. Sonunda ışıklar kapatıldı ve okul gezisinin ilk günü sona erdi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.