Zil çalmadan on dakika önce çoktan yerime oturmuştum. Bu benim sabah rutinimdi, öyle diyelim. Eğer hiçbir şey bu ritüelime engel olmazsa, ders kitaplarımı ve notlarımı açar, her şeyi bir kez daha gözden geçirir ve böylece zihnimi rahatlatırdım. Ortaokuldan beri bunu yapıyordum. Ancak lise ikinci sınıfa geçtiğimden beri bu alışkanlığımı sürekli bozan bir şey vardı.
“Sakiii!“
Ve o şeyin adı Maaya’ydı. Uzun süredir bunu yapıyordu ama sanki mevsimler geçtikçe her sabah benimle konuşma enerjisi de giderek artıyordu. Neden böyle olduğunu anlamıyorum. Gerçekten anlamıyorum. Neyse…
“Ders başlamak üzere, biliyorsun değil mi?“
“Ne diyorsun sen?!“
“…Ha?“
“Zil henüz çalmadı, değil mi?“
Yani… en fazla beş dakika içinde çalacak ve zaten tam da bu yüzden bir sonraki derse hazırlanman gerekmiyor mu?
“Gerçekten anlamıyor musun? Yarın okul gezimiz başlıyor, değil mi?!“
…Bir dakika, yoksa garip olan ben miyim?
“Lise hayatımızın tek okul gezisi bu, hatırlıyor musun?“
“Evet, doğru.“
“Buna nasıl heyecanlanmam ki? Yerimde duramıyorum! Zıplayıp dans etmek istiyorum! O kadar çılgınca heyecanlıyım!“
“Bence bu sadece çılgınca olan kısmı, evet.“
“Hayır, hayır! Bak ve gör, Saki! Sana dünyayı göstereyim!“
Bunu söylerken sağ kolunu omzuma doladı. Onun hareketini takip edip sınıftaki diğer öğrencilere baktım. Hepsi küçük gruplar halinde oturmuş, hararetle konuşuyordu. Yemin ederim, ders başlamak üzere… Göz gezdirirken, hem kız hem de erkeklerden oluşan altı kişilik bir grubun oldukça heyecanlı olduğunu fark ettim. Grubun merkezinde olan kişi muhtemelen Shinjou-kun’du. Göz göze geldik ve bana el salladı. Ama… neden bana, yürüyüş sırasında mutlu bir şekilde başını kaldırıp bana bakan bir köpek yavrusunu hatırlattı ki?
“Shinjou-kun grup lideri rolünü gerçekten iyi götürüyor.“
“Ah, doğru. Ayrıca sende etkileyicisin. Tüm grupların kimlerden oluştuğunu biliyor musun yani?“
“Bu sınıftaki her grup ve üyesini ezbere biliyorum.“
Bu gerçekten etkileyici. Benim pek arkadaşım olmadığından, gruplara ayrılma vakti geldiğinde ne yapacağımı bilememiştim ancak Maaya benim tam tersimdi. O an dalıp gitmiştim ve sonuç olarak Maaya beni kendi grubuna davet etmişti. Yine de, bu kadar heyecanlanacak bir şey olduğunu düşünmüyorum ama bunu Maaya’ya söylediğimde, hayal kırıklığına uğramış gibi iç çekti.
“Neeeee?!“
“…Yine abartmaya başladın.“
“Saki, gerçekten anlıyor musun? Yurt dışına gidiyoruz! Bu bizim için tamamen olağan dışı bir durum! Ve birkaç gün boyunca sınıf arkadaşlarınla birlikte yaşayacaksın! Bu özel ortam ve şartlar altında belki de yeni aşklar filizlenecek!“
“Bir romanın içinde yaşamıyoruz.“
“Bunu anlamıyorsun! Nasıl ki adalet kahramanları doğuştan iyilik yapmaya programlıysa, biz genç ve enerjik 17 yaşındaki kızlar da içimizde doğal bir aşk merakı taşırız! Ve bizi yabancı bir ülkede bekleyen şey, yeşeren bir aşk… ve ardından gelen bir veda!“
Yani sonunda ayrılık olacak?
“İşte gelip geçici aşk dediğimiz şey tam olarak budur. Roman Holiday’i hiç izledin mi?“
“Evet, izledim.“
Ana konusunu biliyorum. Sonuçta tüm ünlü eserleri incelemiş biriyim. Ve bu bağlamda, yeşeren bir aşk, huh? Sadece kısa bir gezi için gidiyoruz, bu yüzden gerçekten böyle bir aşkın doğup sonra hemen kaybolabileceğinden pek emin değilim.
Asamura-kun ve ben sekiz aydır birlikte yaşıyoruz ve birbirimize ilgi duymaya başlamamızdan duygularımızı itiraf etmemize kadar geçen süre yaklaşık beş ay sürdü. O noktadan sonra geçen üç ayda ise büyük bir değişiklik olmadı. Aslında, bu okul gezisiyle birlikte… birbirimizden daha da uzaklaşmış olmayacak mıyız?
Birbirimizden ayrı olacağız. Önümüzdeki dört gün boyunca belki de hiç görüşemeyeceğiz. Bunu fark ettiğimde, aslında düşündüğümden çok daha fazla kaygılı olduğumu anladım. Onun kendi grubu içinde sınıf arkadaşlarıyla eğlendiğini düşündükçe, içimde beliren kasvetli his giderek büyüyordu ama böyle hissetmek hiç sağlıklı değil. Bu benim için iyi değil. Başka bir şey düşünmeliyim.
Sonuçta bu sıradan bir okul gezisi. Daha basit bir şekilde keyif almanın bir yolunu bulmalıyım ve gezilerin temel amacı öğrenmek değil mi? Bu geziye akademik bir bakış açısıyla yaklaşmalıyım. Tüm gereksiz düşünceleri kafamdan atmalıyım. İçimdeki aşka dair düşünceleri bir kenara bıraktım. Bir öğrencinin öncelikli motivasyonu dersleri olmalı. Kaygılanacak bir şey yok. Hiçbir şey.
“Hey, Saki! ‘Hey leydim, benimle çay içmeye ne dersin?’ cümlesini İngilizce nasıl söylerim?“
Ha? Bu soru nereden çıktı şimdi? Ama neyse, hemen İngilizce moduna geçerek düşünmeye başladım.
“…Young lady, why don’t you drink tea with me? Belki?“
“Anladım, anladım.“
“Bunu kime söylemeyi düşünüyorsun?“
“Kimseye söylemeyeceğim ama eğer biri bana teklif ederse, hazır olmam lazım! Peki ya ‘Üzgünüm, aslında birini bekliyorum’ cümlesi? Wooo!“
Bu kadar neye heyecanlanıyor ki? Ama ne yaparsın, Maaya’nın hayalleri, rehberlik öğretmeni sınıfa girip ona azarlayana kadar devam etti. Son zamanlarda derslerden önceki rutinim tam olarak böyle geçiyordu.
Dersler bitti. Bugün işim olmadığı için doğrudan eve dönmem gerekiyordu.
“Hmm…“
Okul kapısından geçerken başımı kaldırıp beyaz ve bulutlu kış gökyüzüne baktım. Hâlâ epey gün ışığı vardı ve akşama daha çok zaman vardı. Bu da mantıklı çünkü Şubat ayının ortasındaydık. Bundan sonra öğleden sonralar giderek uzayacak, kış aylarında korktuğum o uzun geceler kısalmaya başlayacaktı. Sonunda erikler olgunlaşacak, kiraz çiçekleri ağaçları süsleyecek ve biz de üçüncü sınıfa geçerek sınavlara hazırlanan öğrenciler olacağız.
Okul gezisi bittikten sonra, muhtemelen derslerime daha fazla odaklanmam gerekecek. Belki de havuza gitmek için bile zamanım olmayacak. Ya da bir film izlemeye veya vitrinlere göz atmaya… Tüm zamanım ders çalışmaya mı gidecek?
“Eh, sınav senesindeki bir öğrenciden beklenen de bu,“ diye kendi kendime mırıldandım.
Bunu düşündüğüm anda, başımı sallayıp bu düşünceleri zihnimden uzaklaştırmaya çalıştım ve derin bir nefes verdim. Başkalarıyla vakit geçirmeyi istemek… Bir gün böyle şeyleri dileyeceğimi hiç düşünmezdim. Bu kesinlikle Maaya’nın etkisi olmalı. Ya da belki… Hayır. Tekrar başımı salladım. Fazla düşünmek beni aşağı çekmekten başka bir işe yaramıyordu. Okul gezisi kapıdayken böyle karamsar olmamalıyım.
Yolda kimseye engel olmamak için köşede yürümeye özen göstererek telefonumu çıkardım, haritayı açtım ve şu an nerede olduğuma baktım. Hm… Yarın yurt dışında olacağız… Yurt dışı, ha?
Arama çubuğuna “Büyükelçilik“ yazdım. Hemen ardından, Japonya’daki çeşitli büyükelçilikler listelendi.
“Ah, buraya yakın bir tane varmış.“
Burası Danimarka Büyükelçiliği olarak adlandırılıyordu. Üzerine tıklayıp detaylarına göz attım. Shibuya İstasyonu’nun yakınındaki okuldan yola çıkıldığında, Hachiman Caddesi’ni geçip yaklaşık on dakika yürümek gerekiyordu. Mesafe yaklaşık 1 km olarak görünüyordu. Çok uzak sayılmazdı ve bizim eve de pek uzak değildi.
Eh, en azından kafamı biraz dağıtmış olurum, diye düşündüm. Geziye dair heyecanlanmak için büyükelçiliğe gitmeye karar verdim ama bu pek işe yaramadı. Daha çok bir tür pratik gibiydi. Maaya burada olsa muhtemelen “Neden Singapur Büyükelçiliği’ne gitmiyorsun?“ derdi ama orası yürüyerek bir saat mesafedeydi. Öyle rastgele gidilecek bir yer değildi. Bu yüzden Danimarka Büyükelçiliği’ni seçtim.
Bu yürüyüş, eve giderken kullandığım yoldan farklı bir rota sundu, bu yüzden önce güneye, Hachiman Caddesi’ne doğru yöneldim. Shuto otoyolunu ve Shibuya İstasyonu’nu geçtikten sonra daha da ilerledim. Shibuya’da yaşıyor olsam da tüm sokak isimlerini ezbere bilmiyordum, bu yüzden ara sıra durup haritadan yerimi kontrol ettim. Hachiman Caddesi’ne vardığımda, Yamate Caddesi’nin eski bölümüyle kesiştiği noktaya kadar güneye ilerledim. Oradan tekrar Shibuya yönüne döndüm ve nihayet büyükelçiliğe ulaştım.
Büyükelçilik, eski tarzda inşa edilmiş tuğladan bir binaydı. Sayabildiğim pencere sayısına bakılırsa üç katlı gibi görünüyordu. Yola bakan tarafı kavisliydi, bu da arabaların park edebileceği bir alan oluşturuyordu.
Ön taraftaki tabelada Japonca “Danimarka Büyükelçiliği“, üst kısmında ise büyük harflerle “Royal Danish Embassy“ yazıyordu. İçinde bilmediğim kelimeler olduğu için önce bunları araştırdım. Doğrudan çevirisi “Danimarka Krallığı Büyükelçiliği“ gibi bir şey oluyordu, değil mi? Ah, doğru ya, Danimarka bir krallık! Logonun üzerinde de bir arma vardı. Kırmızı bir elips çerçevesi içinde bir taç ve kalkan yer alıyordu… Bir taç, hem de! O anda Danimarka’nın gerçekten bir krallık olduğunu iyice hissettim.
Dünya gerçekten çok büyük ve benim bilmediğim sayısız şey var. Yabancı bir şeyi deneyimlemenin verdiği bu hissin tadını çıkarıyordum ki yanımdan geçen birçok insanın bana şüpheli bakışlar attığını fark ettim. Muhtemelen uzun süredir büyükelçiliğe dik dik bakmam biraz dikkat çekmişti. Binaya bakmayı bırakıp arkamı döndüm. Yolun karşı tarafında, ulusal bir kitap zincirinin hemen yanında bir kafe gözüme çarptı. Hatta banklar bile vardı. Biraz oturup dinlensem iyi olur, diye düşündüm. Yaya geçidini arayıp kafeye doğru ilerledim.
Büyükelçiliğin yakınlarında olduğum için olabilir, ama burada yürüyen çok daha fazla yabancıyı net bir şekilde fark edebiliyordum. Ayrıca, birçok Japon ve yabancıdan oluşan çift de gözüme çarptı. Bu, Shibuya’nın eğlence bölgesinde sık sık rastladığım tanıdık bir manzaraydı, ancak burada bu tür çiftler daha da fazlaydı. Acaba farklı bir dili konuşan ve farklı geleneklere sahip biriyle çıkmak nasıl bir histir? Ama sonra fark ettim ki, Kanto ve Kansai bölgelerinden insanlar da bu konuda benzerlik gösteriyor. Belki de bu, insan trafiğinin yoğun olduğu yerlerde doğal olarak oluşan bir durumdu.
Aslında, tüm insanlar birbirinden farklıydı. Asamura-kun ve benim ortak yönlerimiz çok olabilir ama yine de birçok konuda farklıyız. Mesela kızarmış yumurtamızı nasıl yediğimiz gibi.
“Affedersiniz.“
Bir ses duydum ve anında bunun İngilizce olduğunu fark ettim. Döndüğümde, üvey babamın yaşlarında olduğunu düşündüğüm sarışın bir adam gördüm. Açık kahverengi tonlarında bir güneş gözlüğü takıyordu. Bakışlarımı ona çevirdiğimde, hızlı bir şekilde İngilizce bir şeyler söylemeye başladı. Ancak konuşma hızı benim için biraz fazlaydı, bu yüzden bir an için ne dediğini tam anlayamadım. Neyse ki, cümlesini bu kez daha yavaş tekrarladı ve böylece bana sorduğu şeyi doğrudan çevirebildim.
“Ben büyükelçiliği arıyorum. Bana yardım edebilir misiniz?“
“Embassy“ kelimesini duyunca, muhtemelen buradaki Danimarka Büyükelçiliği’ni kastettiğini düşündüm.
“Danimarka Büyükelçiliği’ni mi kastediyorsunuz?“
“Evet! Aynen öyle! Biliyor musunuz?“
“Size yolu göstereyim,“ dedim ve geldiğim yolu geri dönerek ona eşlik ettim.
Onu büyükelçiliğe kadar götürdüm ve adam birkaç kez teşekkür etti. Açıkçası, büyük bir şey yapmamıştım. Hatta İngilizcemi anlayıp anlamadığı konusunda biraz endişeliydim.
Ayrılmadan hemen önce, biraz mahcup bir şekilde, “Üzgünüm, telaffuzum anlaşılması zor olmuş olabilir,“ dedim.
“Hm? Hiçbir sorun yoktu.“
“Gerçekten mi?“
“Çok net konuştunuz, bu yüzden anlaması kolay oldu ve İngilizce evrensel olarak kullanılan bir dil olsa da birçok farklı aksan ve lehçe var. Bunlara alışınca çoğunu anlamak kolaylaşıyor.“
Telaffuzumun katı ve yapay olduğunu düşündüğüm halde, onun bunu sadece başka bir aksan türü olarak değerlendirmesi ve özür dilememi gereksiz bulması beni şaşırttı. Üstelik, moralimi yükseltmek için çaba sarf etmişti, gerçekten kibar bir insandı. Eve dönerken, bazı şeylerin yalnızca başkalarıyla etkileşime girerek anlaşılabileceğini bir kez daha fark ettim. İlk elden deneyim, en iyi öğretmendir. Belki de bu yüzden okul gezileri düzenleniyordu. Bu farkındalık, geziyi biraz daha heyecanla beklememi sağladı.
Dairemize vardığımda, Asamura-kun’un yarın için hazırlık yaptığını gördüm. Onun örneğini takip etmeli ve her şeyi bir kez daha gözden geçirmeliydim. Gerçi, eşyalarımın çoğunu çoktan hazırlamıştım, bu yüzden sadece son bir kontrol yapmam yeterliydi. Bunu bitirdiğimde, akşam yemeğini yememiz gerektiğini düşündüm. İlk yurt dışı gezimiz olduğu için, annem bu akşam yemeğini ve yarınki kahvaltıyı kendisi hazırlamak istemişti.
Her şeyi kontrol ettikten sonra, Asamura-kun’un odasının kapısından seslendim. Hemen ardından, “Hemen geliyorum,“ diye bir yanıt aldım. Yemek masasını hazırladım, pilav pişiriciden bir kepçe pilav alıp bir kaseye koydum ve Asamura-kun’un önüne yerleştirdim. Sonrasında ona küçük bir test yapmaya karar verdim.
“Let’s eat!“
Asamura-kun duraksadı, gözlerini kırpıştırarak bana şaşkınlıkla baktı.
“Um… Let’s eat?“
Beni anladığına sevindim. Aslında, büyük ihtimalle az önce karşılaştığım sarışın beyefendiyle düzgün bir şekilde konuşabilmiş olmamın heyecanı hâlâ üzerimdeydi.
“Son bir aydır dinleme ve anlama yeteneğimi geliştirmek için çok çalıştım, bu yüzden kendimi test etmek istedim,“ dedim ve akşam yemeği boyunca İngilizce konuşmayı denemeyi önerdim.
Asamura-kun kabul etti, böylece İngilizceye geçtik. Ancak bu, aniden İngilizce konusunda süper özgüvenli olduğum anlamına gelmiyordu. Telaffuzum konusunda da çok emin değildim. Bu yüzden konuyu okul gezisiyle sınırlı tutmayı tercih ettim. Nereye gidiyorsunuz? Planlarınız neler? Özellikle sabırsızlıkla beklediğiniz bir şey var mı? Onun tüm cevaplarını dinledikten sonra, aslında sadece grubunun gezi planlarını sorguladığımı fark ettim.
Şaşırtıcı bir şekilde, onların ziyaret etmeyi planladığı yerlerden bazıları bizim listemizde de vardı, bu yüzden gezi sırasında birbirimize denk gelebiliriz. Aynı zamanda aklıma bir düşünce takıldı: Bu geziyi birlikte geçirebilseydik ne kadar eğlenceli olurdu, değil mi? Ancak aynı zamanda biraz sıkıcı da olabilirdi. Sonuçta, önümüzdeki birkaç gün boyunca Asamura-kun ile böyle akşam yemeği yiyemeyeceğim. Üstelik işte de birlikte vardiyamız olmayacak.
Narita’ya birlikte gideceğiz, çünkü tüm sınıflar orada buluşup yolculuğa başlayacak, ancak havaalanına vardığımızda birbirimize veda etmek zorunda kalacağız. Farklı sınıflarda ve farklı gruplarda olduğumuz için, önümüzdeki dört gün boyunca onun yüzünü bile göremeyeceğim.
Bir süre sonra konuyu geziden bugünkü akşam yemeğine çevirdim. Asamura-kun bilmediği bir kelimenin İngilizce karşılığını bulmaya çalışırken öyle garip bir çeviri yaptı ki, kahkahalara boğuldum. Bu an, tekrar Japoncaya dönmemizin sinyali oldu. Sanırım biraz fazla güldüm, çünkü Asamura-kun “Japon birinin İngilizce telaffuzu“ konusunda ciddi şekilde endişeleniyor gibiydi. İçimden “Ah!“ diye geçirdim. Tam da o beyefendiyle konuşurken benim endişelendiğim şey buydu.
Bu yüzden ona, o adamın bana söylediği şeyi aynen söyledim. Dünyadaki tüm İngilizce konuşanların kendilerine özgü aksanları ve lehçeleri var, bu yüzden telaffuzun “norm“dan biraz farklı olsa bile sorun değil. Japonya’da bile anlaşılması oldukça zor lehçeler var. O adamın dediği gibi, en önemli şey yavaş ve net konuşmak. Bu açıdan Asamura-kun’un iyi olduğunu söyledim. Yemekte benimle nasıl konuştuysa, gezi sırasında da aynı şekilde konuşursa sorun yaşamayacaktı. Onu bu şekilde rahatlatmaya çalıştım ve kendim de aynı düşünce yapısıyla hareket edecektim.
Bulaşıkları toparlamayı bitirdiğimizde, üvey babam eve geldi.
“Yemeğini ısıtmamı ister misin?“ diye sordum.
“Yarın sabah erkenden okul geziniz başlıyor, değil mi? Hazırlanıp erkenden yatın. Benim için endişelenmeyin,“ dedi ve gülümsedi.
“Tamam… Teşekkürler. Öyle yapacağız.“
“Ayrıca, sizi yarın sabah 4’te uyandırmam gerekiyor, değil mi?“
Hem Asamura-kun hem de ben başımızı salladık. Tabii ki, o saate kadar kalkmayı planlıyorduk. Annem de o sıralarda eve geleceği için uyuyakalma ihtimalimiz neredeyse yoktu. Ancak üvey babam daha önce programımızı sormuş ve zamanında bizi uyandıracağına söz vermişti. Hatta gecikir gibi olursak bizi tren istasyonuna arabayla bırakmayı bile teklif etmişti. O yüzden sabah duş alacağını söylediği için, Asamura-kun ve ben şimdi banyoya girdik, önce o girdi.
Ben de odama dönüp son kontrollerimi yaptım. Pasaportumu aldım ve hatta “Gezi Rehberi — Doujin Versiyonu“ adındaki kitabı da çantama koydum… Gerçi hâlâ doujin versiyonu olayının tam olarak ne olduğunu anlamış değilim. Muhtemelen yine tuhaf bir şaka. Ama her şey tamam. Eminim ki hiçbir şeyi unutmamışımdır.
Tam o sıralarda Asamura-kun banyodan çıktı, ben de sıramı aldım. Duşumu aldıktan sonra hemen yatağıma girdim ve gözlerimi kapattım ama aklımda sadece akşam yemeğinde yaşadığımız o komik konuşma vardı. Aji no hirakiyi AJI-OPEN diye çevirmek mi?! Bunu nasıl unuturum? Küçük bir kıkırdama dudaklarımdan döküldü, odanın sessizliğine karışarak gecenin içine kayboldu.
*Aji no hiraki* (味の開き), Japon mutfağında bir terimdir ve genellikle *aji (アジ)* adlı balığın *“açılması“* veya *“düzleştirilmesi“* işlemiyle ilgilidir. *Aji*, Japonca’da *“saba“* veya *“horse mackerel“* olarak bilinen bir balıktır. *Hiraki (開き)*, “açmak“ ya da “düzleştirmek“ anlamına gelir.
*Aji no hiraki* (味の開き), *aji* balığının temizlenip sırt kısmından ortadan ikiye ayrıldıktan sonra düz bir şekilde açılarak ızgara veya kızartma için hazırlanması işlemine verilen isimdir. Genellikle bu şekilde pişirildiğinde balık etinin lezzeti daha yoğun olur ve Japonya’da kahvaltılarda sıkça tüketilen bir yemektir.
Bunlar sıradan sohbetlerdi, sadece kelime yığınlarıydı ve yine de, içimi sıcacık bir his kaplıyordu. Ancak bir kez daha fark ettim ki, yarından itibaren bir süre boyunca birbirimizi göremeyeceğiz. Son zamanlarda Asamura-kun ve ben pek fazla fiziksel yakınlık kurmamıştık… Sarılmak ya da öpüşmek gibi. Sonuçta sadece evde, ebeveynlerimizin yanında olduğumuzda birlikte vakit geçirebiliyorduk. Onların önünde ise sadece yakın kardeşler gibi davranmak zorundaydık. Bunu yapacağımıza dair söz verdiğimizde, o an için bana mantıklı gelmişti.
Ancak bu gezi dört gün üç gece sürecek. Fiziksel temas için fırsat bulmak neredeyse imkânsız olacak. Ve gezi boyunca gruplar genellikle üç erkek ve üç kız olarak ayrılmış durumda. Asamura-kun sınıfındaki başka kızlarla birlikte Singapur’u gezecek… ve ben onun yakınında bile olamayacağım.
Birden battaniyeyi üzerimden atıp yataktan kalktım. Üzerime ince bir ceket geçirdim. Banyo sonrası hemen soğuk almak istemezdim. Sessizce kapımı açıp dışarı baktım, ardından Asamura-kun’un odasına doğru yürüdüm. Kapısını çalıp onu tekrar odama getirdim. Kapıyı kapattım ve ışıkları söndürdüm.
İkimiz de arzumuzu dile getirdik… Öpüşmek istiyorduk ve bunu kabul ettik. Onu kendim çağırdığım anda, sadece kendi tatminim için davrandığımı düşündüğüm için bir an suçluluk duydum ama o karşımda durduğunda, artık geri adım atamazdım.
Ellerini omuzlarıma koydu, vücudundan yayılan sıcaklığı hissettim. İçimi tarifsiz bir huzur kapladı. Ben de elimi omzuna koydum. O benden daha uzun olduğu için, yüzüne ulaşabilmek için parmak uçlarımın üzerinde yükselmek zorunda kaldım. Dudaklarımızın birbirine değmesiyle birlikte, sıcaklığını tüm vücudumda hissettim. Farkında olmadan parmaklarıma daha fazla güç verdim ve o da yavaşça geri çekildi. Dudaklarının sıcaklığı yavaş yavaş kaybolurken içimi bir boşluk hissi kapladı. Sessizce birkaç kelime mırıldandım.
“İyi geceler.“
“İyi geceler… Ayase-san.“
Bu kısa vedanın ardından, Asamura-kun odasına geri döndü. Ben yatağımda dudaklarıma dokundum ve içimdeki belirsiz, kasvetli duygunun henüz tam olarak geçmediğini fark ettim.
Neler oluyor bana? Önümüzdeki dört gün üç gece boyunca ondan ayrı kalabilecek miyim?
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.