“Öyleyse, neden bunu giymiyorsun?” Kadın, paravanın arkasında duran Youko’ya bir gecelik uzattı. “Bu gece burada kalacaksın değil mi? Şimdilik bunu giyebilirsin.”
Youko, derin bir saygıyla başını eğdi.
Kadın, hâlâ gözyaşlarını tutamayan Youko’yu teselli etti. Azuki fasulyesiyle tatlandırılmış pirinç lapası hazırladı. Sonra büyük bir leğeni sıcak suyla doldurup Youko’ya banyo yaptırdı. Uzun ve sancılı açlığı dindikten sonra, Youko sıcak suda yıkandı, temiz geceliğini giydi. Yeniden insan gibi hissetmeye başlamıştı.
“Gerçekten, bana yaptığınız her şey için çok minnettarım.” Youko, kadının küvetin etrafına kurduğu paravandan çıktı ve bir kez daha eğilerek selam verdi. “Her şey için çok özür dilerim.”
Ne de olsa, kadından çalmaya kalkışmıştı.
Youko ona doğrudan baktığında, kadının gözlerinin mavi olduğunu fark etti. Kadının bakışları yumuşadı ve gülümsedi.
“Ah, boş ver. Üzerinde durmayalım. Önce karnını doyur. Bunu da iç, rahat uyumana yardımcı olur. Senin için yatağı da hazırladım.”
“Özür dilerim.”
“Dedim ya, sorun değil. Kusura bakma, ama kılıcını kaldırdım. Yanımda durması beni huzursuz ediyordu.”
“Evet, haklısınız. Özür dilerim.”
“Artık sürekli özür dilemek zorunda değilsin. Bu arada, sanırım adını duymadım.”
“Youko Nakajima.”
“Kaikyaku’ların isimleri gerçekten ilginç oluyor. Bana Takki diyebilirsin.” Kadın, Youko’ya bir fincan uzattı.
Youko fincanı aldı ve sordu: “Adınız nasıl yazılıyor?”
Takki (達姐), parmağıyla masanın üzerine işaretler çizdi. “達, yani ‘başarı’ ve 姐, yani ‘hizmetkâr kadın’. İşte böyle. Peki Youko, gitmen gereken bir yer var mı?”
Youko başını salladı. “Hayır, özel bir yerim yok. Takki-san, Keiki adında birini hiç duydunuz mu?”
“Keiki mi? Hayır, öyle birini tanımıyorum. Onu mu arıyorsun?”
“Evet.”
“Nereli peki? Kou’dan mı?”
“Bildiğim tek şey buralarda bir yerde olduğuydu…”
Takki, sabırlı bir gülümseme takındı. “Bu bilgiyle pek ileri gidemezsin. En azından hangi krallık, hangi eyalet olduğunu bilmen lazım. Yoksa samanlıkta iğne aramaktan farksız.”
Youko başını öne eğdi. “Aslında, burası hakkında hiçbir şey bilmiyorum.”
“Öyle görünüyor.” Takki fincanını masaya bıraktı. “Burası On İki Krallık’tan biri. Güneydoğuda bulunan Kou Krallığı.”
Youko başını salladı. “Ve güneş doğudan mı doğuyor?”
“Elbette. Burası Kou’nun doğu tarafı, Gosou (五曹) denir. Buradan kuzeye doğru on günlük yürüyüş mesafesinde yüksek dağlar vardır. O dağların ardında Kei Krallığı (慶) bulunur. Doğumuzda ise, deniz kıyısında Hairou var. Ana yolu takip edersen, oraya beş günde yürüyebilirsin.”
Öncesinde tamamen anlaşılmaz gelen şeyler, yavaş yavaş netleşmeye başlıyordu. Burasının kendi içinde kapalı, başlı başına bir dünya olduğu gerçeği yavaş yavaş zihnine yerleşiyordu.
“Kou ne kadar büyük?”
Takki başını geriye yasladı, biraz düşündü. “Ne kadar büyük mü diyorsun? Kou’nun en doğusundan en batısına kadar yürümeye kalksan, iyi bir üç ayını alır.”
“Bu kadar mı?” Youko’nun gözleri kocaman açıldı. Bu kadar uzun süre yürümek nasıl bir şey olurdu, hayal bile edemiyordu. Tek bildiği, bunun aklının sınırlarını aştığıydı.
“Evet, o kadar. Aslında çok da devasa sayılmaz ama sonuçta bir krallık. Kuzeyden güneye de aşağı yukarı aynı mesafe var. Ama iş denizleri ya da dağları aşmaya gelince, komşu krallığa gitmek bile dört ay sürer.”
“Ve tüm On İki Krallık…”
“Aynen öyle.”
Youko gözlerini kapattı. Aklında hep küçük bir bahçe gibi bir dünya canlandırmıştı. Oysa böylesine geniş bir yerde tek bir kişiyi nasıl bulabilirdi? Elinde hiçbir ipucu yoktu, sadece “Keiki” adı vardı. On iki krallığın tamamını dolaşması tek başına dört yıl alırdı.
“Bu Keiki nasıl biri?”
“Doğrusunu istersen pek bilmiyorum. Muhtemelen buradaki insanlar gibi biridir. Ama beni buraya getiren kişi odur.”
“Seni buraya getiren mi?”
“Evet.”
“Bu yeni bir şey doğrusu.” Takki’nin yüzünden açıkça hayranlık okunuyordu.
“Bu garip mi?”
Takki hafif, sert bir gülümsemeyle, “Bu tür şeylerden fazla anlamam. Kaikyaku hakkında da pek bilgim yok. Buralarda onlara rastlamak neredeyse imkânsızdır.” dedi.
“Bunu bilmiyordum.” dedi Youko.
“Doğrudur. Ne olursa olsun, normal bir insan olamaz. Bahsettiğin şeyi bizden herhangi biri yapamazdı. Belki bir tanrı, belki bir büyücü ya da yarı iblis olabilir.”
Youko ona dikkatle baktı. Takki gülümsedi. “Birini oradan alıp buraya getirmek, sıradan insanların işi değil. Eğer normal biri değilse, ya bir büyücüdür ya da bir youma’dır.”
“Youma’ların var olduğunu biliyorum ama tanrılarla büyücüler de mi var?”
“Elbette var. Ama onlar göğün üstünde, bizden ayrı bir yerde yaşar. Tanrılar da büyücüler de yukarıdadır. Buraya pek inmezler.”
“Yukarıda mı?”
“Göğün üstünde. Ama bu, burada büyücülerin olmadığı anlamına gelmez. Kraldan eyalet beyine kadar, hepsi göğün üstündedir.”
Youko başını merakla yana eğince Takki gülümsedi ve açıkladı: “Her eyaletin bir beyi vardır. Burası Jun Eyaleti’dir. Bizim eyalet beyimiz Jun Markisi’dir. O, kralın iradesiyle hükmeder. Normal insanlar eyalet beyi olamaz. Ne yaşlanırlar ne de güçsüzleşirler, doğaüstü güçlere sahiptirler. Onlar bu dünyadan olmayan kişilerdir.”
“Acaba Keiki de böyle biri mi?”
“Olabilir.”
Takki yine o hafif alaycı gülümsemesini takındı. “Eğer büyücülerden söz ediyorsak, duyduğuma göre sarayda çalışanların hepsi—en alt kademedekiler bile—bir tür büyücüdür. Büyük devlet görevlileri de öyle. Normal insanlar göğün üstündeki o yere gidemez, çünkü saray oradadır. Kral bir tanrıdır. Büyücüler kral tarafından seçilir. Kendi çabasıyla oraya yükselenler de olur ama çoğu kendini toplumdan soyutlamış, inzivaya çekilmiş kişilerdir. Bizim dünyamızla onlarınki, gece karanlığında birbirini görmeden geçen gemiler gibidir.”
Youko, Takki’nin söylediklerini dikkatle aklında tutuyordu. Hangi bilginin ileride işe yarayacağını kim bilebilirdi ki?
“Denizlere hükmeden bir ejderha kral olduğu söylenir, ama belki de sadece masaldır. Eğer gerçekten bir ejderha krallığı olsaydı, onlar da sıradan insanlar olamazdı. Ayrıca insan kılığına girebilen youma’lar vardır. Onlara yarı iblis deriz. Çoğu zaten insan gibi görünür ama bazıları öyle iyi kılık değiştirir ki fark edemezsin.”
Takki, toprak çaydanlıktan yeniden çay doldurdu. Çay soğumuştu. “Derler ki youma’ların da kendilerine ait bir krallığı vardır. Doğru mudur, bilmem. Ama günün sonunda mesele şudur: youma ve insanlar, büsbütün farklı dünyalardan gelir.”
Youko başını salladı. Öğrendikleri, dünyaya bakışını değiştiriyor, her şeyi daha karmaşık hâle getiriyordu. Keiki büyük ihtimalle insan değildi. Peki, öyleyse neydi? Hyouki, Kaiko ve o tuhaf yaratıklar mutlaka bir tür youma’ydı. Öyleyse Keiki de bir yarı iblis değil miydi?
“Şey… Hyouki, Kaiko ya da Jouyuu adında youma’lar duydunuz mu hiç?”
Takki ona garip bir bakış attı. “Hayır, öyle youma’ları hiç duymadım. Neden soruyorsun?”
“Ya hinman?”
Takki’nin yüzünde şaşkınlık belirdi. “Ah, hinman (賓満). Musallat olan. Savaş alanındaki askerlerin bedenine giren bir youma. Vücudu yoktur, yalnızca kırmızı gözleri vardır. Böyle bir yaratığı nereden öğrendin sen?”
Youko’nun içi ürperdi. Jouyuu, hinman denen bir youma’ydı ve hâlâ onun bedenindeydi. Ama bunu söylese Takki onu garip ya da deli sanırdı. Bu yüzden başını sallamakla yetindi.
“Ya kochou?”
“Kochou (蠱彫).” Takki, masanın üstüne işaretleri yazdı: “蠱, yani ‘pirinç kurdu’ ve 彫, yani ‘oymak.’ Boynuzlu kuş. İnsan yiyen vahşi bir yaratık. Peki sen kochou’yu nereden duydun?”
“Bana saldırdı.”
“Ne diyorsun sen! Nerede?”
“Orası… benim geldiğim yer. Bize bir kochou saldırdı ve kaçmak zorunda kaldık. Hiç yoktan ortaya çıktı, sanki beni ve Keiki’yi kovalıyordu. Öldürülmemek için buraya gelmek zorunda kaldık… ya da Keiki öyle söyledi.”
Takki alçak bir sesle, “Gerçekten böyle bir şey mi oldu?” dedi.
Youko derin bir nefes aldı. “Kulağa doğru gelmiyor mu?”
“Hiç de doğru gelmiyor. Buralarda insanlar için büyük bir meseledir, youma ortaya çıkarsa… dağlarda bile olsa. Eskiden youma’lar insanların bulunduğu yerlere pek gelmezdi.”
“Gerçekten mi? Bu doğru mu?”
Takki başını salladı. “Ama son zamanlarda, nedense, sayıları çok arttı. Ortalık tehlikeli oldu. Güneş battıktan sonra insanlar dışarı çıkmaya cesaret edemez. Ama kochou gibi vahşi bir tanesi ortaya çıktığında, işte o zaman kıyamet kopar.”
Takki ona sertçe baktı. “Youma da diğer yırtıcı hayvanlar gibidir. Öyle tek bir kişiyi özel olarak kovalamazlar, hele ki denizin ötesine hiç geçmezler. Böyle bir şeyi ilk kez duyuyorum. Youko, senin başına gelen şey çok ciddi bir şey olabilir.”
“Sanırım öyle.”
“Ben bu işin uzmanı değilim ama… son zamanlarda buralarda youma’ların bu kadar çoğalması bana hiç iyi hissettirmiyor.”
Takki’nin ses tonundaki huzursuzluk, Youko’nun bile içini ürpertti. Ona göre dağlarda youma olması, insanların saldırıya uğraması zaten olağan bir şeydi. Peki, o zaman kendini nasıl bir belanın ortasında bulmuştu?
Onun düşüncelere daldığını gören Takki neşeli bir sesle, “Ama boşuna dertlenmenin de anlamı yok. Sonuçta hiçbir şeyi değiştirmez. Peki Youko, bundan sonra gidecek bir yerin var mı?” diye sordu.
Bu soruyla Youko başını kaldırdı. Takki’ye baktı ve başını salladı. “Keiki’yi aramaktan başka yapabileceğim bir şey yok.”
Keiki bir youma bile olsa, başına gelecekler ondan daha kötü olamazdı.
“Onu bulman uzun sürecek. Öyle kolay bir iş değil.”
“Evet,” dedi Youko, gönülsüzce.
“Bu arada kendi başının çaresine bakman gerekecek. İstersen burada kalabilirsin, ama meraklı komşular seni fark ederse, seni kesin ilçe merkezine götürürler. Seni akrabamın çocuğu diye tanıtsam da, çok geçmeden şüphelenirler.”
“Size daha fazla yük olmak istemem.”
“Buranın doğusunda Kasai (河西) diye bir kasaba var. Annem orada yaşıyor.”
Youko ona bakınca, Takki güldü. “Bir han işletiyor. Merak etme, seni ihbar etmez. Annemdir sonuçta. Sana iş verir, bundan eminim. Çalışmak ister misin?”
“Evet,” dedi Youko tereddüt etmeden. Keiki’yi bulmak zaten zordu. Ama barınacak bir yeri yoksa bu neredeyse imkânsız hâle gelirdi. Her gece youma’larla dövüşmek, aç kalmak, sokaklarda yatmak… bütün bunlardan kurtulabiliyorsa, neden olmasındı?
Takki gülerek başını salladı. “Harika. Göreceksin, iş o kadar da zor olmayacak. Orada çalışan herkes iyi insanlardır. Sen de onlara kolayca uyum sağlarsın. Yarın yola çıkalım mı?” “Olur.” “Tamamdır. O hâlde şimdi yatıp dinlenelim. Yarın sabah yolculuk yapmak istemezsen, istersen bir gün daha burada kalabiliriz.”
Youko derin bir minnetle başını eğdi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.