Yukarı Çık




16   Önceki Bölüm 

           
Youko akşama doğru uyandı. Gündüzleri amaçsızca dolanıyor, geceleri youma’larla savaşıyordu. Çalılıklar arasında uyuyor, bulabildiği yenilebilir yemiş ve meyvelerle karnını doyuruyordu. Üç gün böyle geçti.

O kadar yorgundu ki uyumakta hiç zorlanmadı. Ancak uyku, giderek artan açlığını bastırmıyordu. Mücevherleri elinde tuttuğu sürece açlıktan ölecek gibi hissetmiyordu ama bu da karnını doyurmuyordu. Bedeni, sanki içeriden binlerce küçük kurt tarafından kemiriliyormuş gibi hissediyordu.

Dördüncü gün, amaçsızca bir yere varmadan dolaşma fikrinden vazgeçti. Hâlâ nereye gideceğini bilmiyordu. O zamana kadar, eninde sonunda aradığı şeye rastlayacağı beklentisiyle hareket etmişti. Şimdi gerçeği kabullenmek zorundaydı: Durmadan daireler çiziyordu. Hiçbir yere varamıyordu.

Keiki’yi bulması gerekiyordu. Bunun için insanların bulunduğu bir yere gitmeliydi. Ama bir kez kaikyaku olduğunu öğrenirlerse, onu hapse atacaklar ve başa dönmüş olacaktı.

Youko üstüne başına baktı. Mutlaka farklı kıyafetler bulmalıydı. Görünüşünü bu şekilde değiştirebilirse, insanların ilk bakışta onun bir kaikyaku olduğunu anlamaları zor olurdu.

Sorun, farklı kıyafetleri nasıl bulacağıydı. Burada para olarak ne kullanıldığını bilmiyordu ve cebinde beş kuruşu yoktu. Yani hiçbir şey satın alamazdı. Yasal yollardan yapabileceği pek fazla şey kalmıyordu. Öte yandan, kılıcıyla insanları tehdit edip paralarını alabilirdi.

Kıyafet değiştirme fikri aklına çabuk gelmişti. Ama gerçekten birini soymak bambaşka bir meseleydi. Yine de dört gündür dağlarda sürüklenmesi kararını çoktan vermesine yol açmıştı. Hayatta kalmak zorundaydı. Bu, insanları öldürüp üzerlerini soyması gerektiği anlamına gelmiyordu. Fakat artık yapmakta tereddüt etmeyeceği şeylerin sınırına dayanıyordu.

Büyük bir ağacın gölgesinden aşağıya, küçük köye baktı. Köy, dar bir vadinin ortasında birbirine yakın şekilde dizilmiş alçakgönüllü evlerden oluşuyordu.

Cesaretini toplayarak ağaçların arasından çıktı. Köydeki en yakın eve doğru ilerledi. Çit ya da duvar yerine küçük bir bahçe çevreliyordu. Çatısı siyah kiremitti, beyaz sıvalı duvarları aşınmış ve tahtaları ortaya çıkmıştı. Pencerelerde cam yoktu. Ağır ahşap kepenkler de açıktı. Daha da yaklaştı, çevreyi dikkatle süzdü. Son günlerde kudurmuş bir canavarın yüzüne baksa gözünü kırpmazdı, ama şimdi ağzını sıkıca kapatmasa dişlerinin takırdayacağı belliydi.



Youko pencerelerden birinden içeri gizlice göz attı. Küçük bir toprak zemin, bir ocak ve masa gördü. Sıradan bir mutfak görünümündeydi. İçeride kimse yoktu, olağan dışı hiçbir ses gelmiyordu.

Sessiz adımlarla evin duvarı boyunca ilerledi. Kuyunun yanında, tahta bir kapı olduğunu sandığı bir şeye rastladı. Üzerine bastırınca kapı açıldı, ama inatla direnerek. Nefesini tutup içeriye baktı. Artık bunun bir ev olduğuna ve kimsenin evde olmadığına kanaat getirmişti. Nefesini ağır ağır vererek içeri adım attı.

Oda aşağı yukarı üç metreye üç metreydi. Döşemeler sadeydi ama ev kokuyordu. Dört duvar, biraz mobilya, günlük yaşamın araç gereçleri… Sırf bunlar bile onu özlemden gözyaşlarına boğacak kadar yeterliydi.

Yakından bakınca odada birkaç dolaptan başka bir şey olmadığını gördü. Kapıya yöneldi. Kapı yatak odasına açıldı. Karşılıklı köşelere yerleştirilmiş iki yatak vardı. Bir raf, küçük bir masa ve büyükçe bir tahta sandık. Anlaşılan bu evde yalnızca iki oda vardı.

Önce pencerenin açık olduğundan emin oldu, ardından içeri girdi ve kapıyı kapattı.

Rafları gözden geçirdi, hiçbir şey bulamadı. Sonra tahta sandığı açtı. İçinde türlü türlü kumaşlar ve bezler vardı. İkinci kez bakınca, giyebileceği hiçbir şeyin olmadığını fark etti. Odayı daha dikkatle taradı ama giysi olabilecek başka bir şey göremedi. İçeride mutlaka bir yerde giysi olmalıydı diye düşündü ve her şeyi tek tek çıkarıp yere yığmaya başladı.

Tahta sandık neredeyse büyük bir televizyon kadar büyüktü. İçinde daha küçük kutular vardı, onlar da türlü eşyalarla, çarşaflarla, solmuş yorganlarla ve Youko’nun kendisine küçük geleceğini bildiği çocuk kıyafetleriyle doluydu.

Üzerine uyan hiçbir giysi olmamasına inanamıyordu. Odaya yeniden göz gezdirdiği sırada ön kapının açıldığını duydu. Youko’nun yüreği yerinden fırlayacak gibi oldu, kendisi de sıçradı. Göz ucuyla pencereye baktı. Artık ona kilometrelerce uzakta görünüyordu. Buradan oraya fark edilmeden gitmesi imkânsızdı.

Gelme buraya.

Yan odada küçük adımlar dolaşıyordu. Yatak odasının kapısı kıpırdadı. Youko donup kaldı. Sandığın önünde, içindekiler etrafa saçılmış halde öylece duruyordu. Refleksle kılıcının kabzasına uzandı, sonra kendini durdurdu.

Çünkü hayatta kalmak için hırsızlık yapıyordu. Evet, insanları kılıcıyla korkutmak kolaydı ama korkutmak işe yaramazsa, bu kez onu gerçekten kullanmak zorunda kalacaktı.

Eğer acısı bu kadar fazlaysa, her şey bir anda bitebilirdi.

Kapı açıldı. Orta yaşlarına yaklaşan, iri yapılı bir kadın içeri girmeye başladı. Youko’yu görünce öyle şiddetle irkildi ki sanki nöbet geçiriyordu.

Youko’nun kaçmaya niyeti yoktu. Sessizce öylece durdu. Bir süre sonra sinirleri yatıştı ve kaçınılmaz olana boyun eğdi. Tutuklanacak, kasabaya götürülecek, büyük ihtimalle idam edilecekti. Her şey sona erecekti. Açlığı da, yorgunluğu da sonsuza kadar unutabilecekti.

Kadın, Youko’nun ayaklarının dibine saçılmış giysilere ve kumaşlara baktı. Titreyen bir sesle, “Burada çalınacak hiçbir şey yok,” dedi.



Youko kadının çığlık atmasını bekledi.

“Giysi miydi? Üzerine giyecek bir şeye mi ihtiyacın vardı?”

Sıradanlığından ötürü bu soru, Youko’yu öyle afallattı ki cevap veremedi. Kadın onun sessizliğini onay olarak kabul etti. Kapı eşiğinden içeri girdi. “Giysileri burada tutarım.” Youko’nun yanındaki yatağa yöneldi, diz çöktü ve yorganı kaldırarak altındaki çekmeceyi ortaya çıkardı. “Şu kutu, artık ihtiyaç duymadığım eski eşyalar içindir. Ölen çocuğum için olanlar mesela.”

Çekmeceyi açtı ve bir giysi çıkardı. “Ne tür kıyafetleri seversin peki? Kendi giysilerimden başka pek bir şeyim yok.” Başını kaldırıp Youko’ya baktı. Youko da ona baktı. O cevap vermeyince kadın bir kimono çıkardı. “Ne yazık ki kızım çok genç yaşta öldü. Hepsi de sade şeyler.”

“Neden…?” Youko’nun ağzından dökülüverdi. Bu kadın neden alarm vermemişti? Neden kaçmamıştı?

“Neden mi diyorsun?” Kadın ona döndü. Youko söyleyecek söz bulamadı. Kadın biraz gergin bir kahkaha attı, sonra kimonoyu sermeye devam etti. “Hairou’dan mı geldin?”

“Ben… şey…”

“Orada büyük olay çıktı. Bir kaikyaku’nun kaçtığı söyleniyor.”

Youko susup kaldı. Kadın acı bir tebessüm etti. “Çok inatçı insanlar var elbette. Kaikyaku krallığı mahvedecek, diyorlar. Kaikyaku sağda solda kötü şeyler yapıyor, diyorlar. Bir shoku oldu mu, sebebi hep kaikyaku, diyorlar. Ne saçmalıklar ediyorlar.”

Gözlerini Youko’nun üzerinde gezdirdi. “Üzerindeki kan nereden?”

“Dağdayken… youma…” Daha fazla bir şey söyleyemedi.

“Öyle mi, demek youma saldırısına uğradın. Son zamanlarda pek çokları dolaşıyor ortalıkta. Yine de fena kurtulmamışsın.”

Kadın ayağa kalktı. “Haydi, otur şuraya. Eminim karnın açtır. Hiçbir şey yedin mi? Solgunluktan griye dönmüşsün.”

Youko yalnızca omuzlarını düşürdü ve başını iki yana salladı.

“Öyleyse hadi bir şeyler yiyelim. Biraz su ısıtırız, üstündeki kiri de temizleriz. Giysi meselesine sonra karar veririz.” Kadın neşeyle eşyalarını topladı, çıkmak üzereyken geriye dönüp Youko’ya baktı. Hâlâ olduğu yerde donmuş kalmıştı. “Söyle bakalım, adın neydi?”

Youko cevap vermek istedi. Kelimeler ağzından çıkmadı. Dizlerinin üzerine çöktü, gözyaşları yanaklarından aşağı süzüldü.

“Ah, zavallı yavrum. Tamam, tamam.” Kadın anne şefkatiyle konuştu, sıcak eliyle Youko’nun sırtını okşadı. “Orada dışarıda çok zor şeyler yaşamış olmalısın. Artık iyi olacaksın.”

Youko’nun katlandığı her şeyin ağırlığı bir anda üzerine çöktü. Hıçkırıkları boğazını yırtıyordu. Yere kapanıp kıvrıldı ve dünya sonuna gelmiş gibi ağladı.



Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


16   Önceki Bölüm