Yukarı Çık




14   Önceki Bölüm 

           
Eğer bu kadar acıtıyorsa, bir anda bitebilir.

Maymunun sözleri kalbine ağır bir taş gibi oturmuştu. Aklından çıkaramıyordu.
Dizlerinin üstünde duran kılıçtan da gözlerini alamıyordu.
Soğuk ve sertti, neredeyse görünmeyen bir ışıkta hafifçe parlıyordu.

Eğer acıtıyorsa...

Düşünceleri daha ileri götüremedi.
Başını iki yana sallayıp hepsini silkeledi.
Geri de dönemiyordu, ileri de gidemiyordu.
Sadece orada öylece oturmuş, kılıca bakıyordu.

Bir süre sonra kılıç hafif ama belirgin bir parıltı yaymaya başladı.
Yōko gözlerini biraz daha açtı.
Yavaş yavaş, kılıcın beyaz silueti karanlığın içinden yükseldi.

Kılıcı eline alıp önünde tuttu.
Kılıç gecenin içinde göz alıcı bir ışıltıyla parladı.
Çift ağızlı bıçağın düz kısmı, parmakları kadar genişti.
Gözlerini bıçağın üzerinde dans eden garip renklere dikti.

Kılıcın bir tür görüntü yansıttığını fark etti.
İlk başta kendisi sanmıştı ama dikkatlice bakınca olmadığını anladı.
Daha dikkatli incelediğinde, bir siluet gördü—çalışan bir insanın gölgesi.

Tanıdık bir ses duydu.
Yüksek ve berrak bir sesti—durgun suya düşen bir damlanın çıkardığı ses.
Tüm dikkatini verince, kılıçtan yayılan görüntü netleşmeye başladı.
Seslerin yankısı, suya düşen damlanın yaydığı halkalar gibi
görüntünün yüzeyinde titreşip sonra yavaşça duruluyordu.

Bir kadındı bu…
Bir oda içinde bir şeylerle meşgul olan bir kadın.

Yōko neye baktığını o an anladı.
Gözleri yaşla doldu.

“Anne…”

Evet… Gerçekti.
Gördüğü kişi annesiydi.
Gördüğü oda da kendi odasıydı.

Beyaz zemin üzerindeki fildişi desenli duvar kâğıdı,
küçük çiçeklerle bezeli perdeler,
yatağındaki yama işi yorgan,
kitaplıktaki peluş oyuncaklar…
Çalışma masasının üzerinde Laura Ingalls Wilder’ın Uzun Kış romanı…




Annesi odada amaçsızca dolanıyordu.
Eline bir kitap alıyor, sayfalarını karıştırıyor;
sonra bir çekmeceyi açıyor, belki içine bakmak istiyordu—ama sonra vazgeçip yatağa oturuyor, derin bir iç çekiyordu.

Anne...

Annesi yorgun görünüyordu.
Yüzündeki solgun ifade Yōko’nun göğsünü sıkıştırdı.
Gerçekten de endişeliydi.
Yōko’nun gidişinin üzerinden iki gün geçmişti.
Oysa o, daha önce ailesine haber vermeden bir kez olsun yemeğe geç kalmış değildi.

Annesi yatağın kenarına dizilmiş peluş oyuncakları teker teker alıp nazikçe okşadı.
Sonra içlerinden birini kucaklayıp yatağa uzandı—
ve sessizce, boğuk boğuk ağlamaya başladı.

Yōko kendini tutamadı.
“Anne!” diye haykırdı, sanki oradaymış gibi.

Ve o anda sahne dağıldı.
Birden kendine geldi.
Gözleri yeniden odaklandı.
Gördüğü tek şey kılıçtı.
Parlayan ışık kaybolmuştu, bıçağın yüzeyinde hiçbir şey yoktu.
Suyun damlayışı da artık duyulmuyordu.

“Bu neydi böyle?”

Az önce neye bakmıştı böyle?
O kadar gerçekti ki...
Kılıcı yeniden önüne kaldırdı.
Ne kadar dikkat etse de, görüntü geri dönmedi.
Suyun sesi de...

Bir damla suyun düşüşü.

Hatırladı.

O sesti—bir aydır gördüğü rüyalarda duyduğu aynı ses.
Yüksek ve berrak.
O rüyalar gerçek olmuştu.
Ama az önce gördüğü şey?
Ne kadar düşünse de anlam veremiyordu.
Başını iki yana salladı.
Hayır... annesini görmüştü çünkü eve dönmeyi çok istiyordu.

Bakışlarını maymunun kaybolduğu yöne çevirdi.

Geri dönemezsin. Bu bir tuzaktı.

Eğer doğruysa, tüm umutları boşa çıkmıştı.
Ama bir tuzak değildi bu.
Keiki yardım edememiş olabilir ama bu, onu terk ettiği anlamına gelmezdi.

Hayır…
Yüzünü açık seçik görememişti ki.
Belki de yanılmıştı.
Belki gördüğü kişi o bile değildi.

“Kesin öyleydi.”

Keiki’ye benziyordu ama o değildi.
Buralarda insanların saç renkleri zaten rengârenkti.
Sarışın diye Keiki sanmıştı ama yüzünü tam görememişti.
Hatta şimdi düşününce…
O adamın silueti, Keiki’den biraz daha küçüktü.

“Evet, evet, olan buydu.”

Keiki değildi.
Zaten Keiki onu asla öylece bırakmazdı.
Eğer bir şekilde Keiki’yi bulabilirse,
Yōko biliyordu,
eve dönebilirdi.

Kılıcın kabzasını sımsıkı kavradı.
Omurgasından bir ürperti geçti.

“Jouyuu?”



Vücudu kendi kendine harekete geçti.
Kılıfına sarılı ceketi çözüp bir kenara attı, hazırlanıyordu.
“Sence ne var?” diye sordu, cevapsız olduğunu bilerek.
Gözleri çevresini tarıyordu, nabzı hızlanmıştı.

İleriden, kuru bir hışırtı geldi—bir şey çalılıkların arasından yol açıyordu kendine.
O şey ona doğru geliyordu.
Sonra duyduğu şey bir ulumaydı; köpeklerin bölgesini ilan ettiği o keskin, yankılı uluma.

O köpekler.

Daha önce saldıran aynı köpekler miydi?

Her halükârda, bu karanlıkta savaşmak açıkça dezavantajlıydı.
Arkaya bir göz attı.
Biraz daha aydınlık olan bir yer bulmalıydı.

Jouyuu’nun yönlendirmelerine güvenerek, dikkatli adımlarla ilerledi.
Sonra hızlandı, koşmaya başladı.
Arkasında o kocaman yaratık da çalılıklardan sıyrılıp peşinden fırladı.

Yōko karanlık ormanın içinden koştu.
Kovalayanı onu yakalayacak kadar hızlı olmalıydı, ama ne hız ne de zekâ yeterliydi.
Ağaçlardan ağaca atladığında, büyük kütlesinin sallanışını, ara sıra bir ağaca sert çarpışını duyabiliyordu.

Işığa doğru koştu, ormanın dışına çıktı.

Kendini ayazlı ay ışığının vurduğu, ağaçsız yamaca açılan bir terasa buldu.
Aşağıda, kesintisiz, yumuşak dalgalanan dağ silsilesi uzanıyordu.

Düz ve açık bir alan olmamasına lanet ederek, arkasına döndü ve kendini hazırladı.

Kocaman gölge, büyük bir gürültüyle açıklığa fırladı.

O, uzun, dalgalı tüylerle kaplı büyük bir boğaya benziyordu; nefes alırken tüyleri dalga dalga hareket ediyordu.
Doberman gibi kükredi ona.

Ne panik ne de şaşkınlık hissetti.
Kalbi deli gibi çarpıyor, nefesi boğazında yanıyordu ama o garip yaratığa karşı korkusu yok olmuştu.

Bütün dikkati Jouyuu’nun fısıltılarındaydı.
Bedenini okyanusun kükremesi doldurmuştu.

Yine de aklından geçiyordu: Aman Tanrım, üzerime kan bulaşmasından nefret ederim.

Zamanın farkını kaybetti.
Ay gökyüzünde yükseldi.
Gümüş kılıç, temiz ay ışığında parıldıyordu.

Sonra, gece göğünün altında, siyaha bulandı.
Üç darbe daha, yaratığı diz çökertti.
Yanına yaklaşıp son darbeyi indirdiğinde, etrafındaki karanlıkta parlayan kırmızı gözler toplandığını gördü.

Sadece ışığın olduğu yerde yürüyordu.
Sayısız kez saldıran youma’yı geri püskürttü.

Bu yaratıklar gündüz ışığını kaldıramıyordu.
Gece boyunca defalarca üzerine geldiler.
Tek uzun bir savaş olmasa da, yorgunluğu arttı durdu.

Gün ışığı sonunda ıssız yolun üzerine vurduğunda,
Kılıcı yere saplayıp baston gibi kullanıyordu.

Yürümek acı veriyordu.

Işık güçlendikçe, saldırılar seyrekleşti.
Güneşin ilk ışıklarıyla, tamamen kesildiler.

Yolun kenarında yığılmak istedi ama orada biriyle karşılaşmak tehlikeliydi.
Ağrılarıyla mücadele ederek, yolu omuzlayan ağaçların arasına süründü, yumuşak bir yer buldu.

Kılıcı göğsüne bastırdı ve derin bir uykuya daldı.



Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


14   Önceki Bölüm