“Durun!“ Youko öne eğilip bağırdı: “Keiki! Yardım et bana!“
“Ne oluyor be…!“ Yanındaki adam omuzlarından yakalayıp onu aşağı bastırdı.
Youko hızla arkasına döndü. “Arabayı durdurun! Orada tanıdığım biri var!“
“Senin burada tanıdığın kimse yok.“
“Az önce oradaydı! Keiki’ydi o! Lütfen, durun!“
Atlar yavaşladı.
Altın renkli ışık çoktan uzaklara çekilmişti. Ama Youko, orada biri olduğunu görecek kadar net görmüştü. O kişinin yanında başka biri vardı ve o kişi, ölüm meleği gibi başına kara bir pelerin geçirmişti. Etrafında ise bir sürü yaratık toplanmıştı.
“Keiki!“
Arkasını dönüp seslendiği anda, adam omuzlarından tutup onu geri çekti. Youko sertçe sırt üstü yere düştü. Başını kaldırdığında, altın ışık yok olmuştu. Bir zamanlar orada parıldayan yer şimdi bomboştu.
“Keiki!“
“Yetti artık!“ dedi adam, onu sertçe sarsarak. “Orada kimse yok! Bizi kandırmaya çalışma!“
“Oradaydı!“
“Kapa çeneni!“
Youko irkildi. At arabası yoluna devam etti. Youko arkasına, geride kalanlara umutsuzca bir bakış attı. Elbette, kimse yoktu.
Neden?
Keiki’yi gördüğünü sandığı o anda duyduğu ses, kesinlikle Jouyuu’nundu. O hâlde Keiki olmalıydı. Yanındaki yaratıkları da görmüştü. Demek ki ikisi de hayattaydı.
Ama öyleyse neden bana yardım etmedi?
Kafası karmakarışık bir halde düşüncelere daldı, bakışlarını etrafa gezdirdi. Ama o altın ışığı bir daha göremedi.
Tam o anda, ormanın içinden bir çığlık yükseldi.
Youko, sesin geldiği yöne gözünü dikti. Yanındaki adam da aynı yöne bakıyordu. Bu, bir bebeğin çığlığıydı. Kesik kesik, titreyen bir çocuk ağlaması.
O ana kadar arabayı süren adam hiç konuşmamış, sessizce yola devam etmişti. Şimdi onlara sert bir bakış attı, dizginleri gevşetti. Atlar daha hızlı koşmaya başladı.
“Hey…“ Adamın yanındaki, ağlamanın geldiği yönü işaret etti. “Ama bu bir bebek.“
“Umurumda değil. Bu dağlarda bir bebek ağlaması duyuyorsan, oradan uzak durmak için yeterince iyi bir sebeptir.“
“Ama yine de...“
Bebek, sanki haşlanıyormuş gibi ağlamaya başladı—yakıcı, acil bir çığlık. İnsan olan kimse kayıtsız kalamazdı buna. Adam, sesin kaynağını ararken vagonun yanından eğildi. Sürücü sertçe çıkıştı: “Aldırma. Bu dağlarda, bebek gibi ağlayan insan yiyen youma (妖魔)’lar olduğunu duydum.“
“Youma.“ O kelime geçince, Youko’nun tüm bedeni gerildi. İblisler.
Adam, ormana ve ardından sürücüye baktı, kaşlarını çatmıştı. Sürücü ifadesiz ve sert bir yüzle dizginleri tekrar kırbaçladı. Vagon, tepe yolunda sendeleyerek ve sarsılarak ilerlemeye başladı. Orman, yolun iki yanını kapatmıştı; karanlık, ağır ağır üzerlerine çökmekteydi.
Youko bir anlığına Keiki’nin onu kurtaracağına inanmıştı. Ama Jouyuu’nun varlığı gitgide yoğunlaşıyordu; vücudu, endişe verici bir şekilde kasılmaya başlamıştı. Eğer sadece kurtarılacak olsaydı, Jouyuu bu kadar huzursuz olmazdı.
Bebeğin iniltisi aniden çok daha yakından duyuldu. Ve gittikçe yaklaşıyordu. Bu sese karşılık olarak, zıt yönden başka bir ağlama sesi geldi. Ardından, dört bir yandan yankılanan bir uluma başladı.
“Tanrım!” Adam yerinde donakaldı, gözlerini etrafa dikti. At arabası, gözünü budaktan sakınmadan, çılgınca hızlanmaya başladı. Ağlamalar yeniden yükseldi—ama bu ses bir bebeğe ait değildi. Bir çocuğa da. Youko ürperdi, kalbi hızla çarpmaya başladı. Vücudunu saran bu his artık Jouyuu’ya ait değildi. Daha çok, dev bir okyanusun uğultusu gibiydi.
“Beni çöz!” diye haykırdı.
Adam ona baktı ve başını iki yana salladı.
“Eğer saldırıya uğrarsak, kendini koruyabilecek misin?”
Bu beklenmedik soruyla afallayan adam, sadece başını sallayabildi.
“O zaman beni çöz. Ve şu kılıcı ver. Lütfen.”
Çığlık halkası, at arabasının etrafında daralıyor, daralıyordu. Atlar dörtnala koşuyordu. Vagon, yolcularını üstünden atmaya çalışan bir canavar gibi sıçrayıp savruluyordu.
“Çabuk ol!” diye bağırdı Youko. Adam, ona vuracakmış gibi elini kaldırdı. Tam o anda oldu.
Korkunç bir gürültü koptu. Youko havaya fırlatıldı.
Yere çarpmasıyla birlikte her şey allak bullak oldu. Arabadan fırlatıldığını fark ettiğinde, nefesini düzenlemeye, midesindeki bulantıyı bastırmaya çalışıyordu.
Başını kaldırınca, atların ve vagonun yana devrilmiş, tamamen harap olmuş halde olduğunu gördü.
Bez çuvalı taşıyan adam, biraz öteye savrulmuştu. Kafasını sallayarak doğruldu, ama çuvalı hâlâ göğsüne sımsıkı bastırıyordu.
Bebek ağlamaları, ormanın kenarından yeniden yükseldi.
“Lütfen! Beni çöz!”
Bir at, iç parçalayıcı bir çığlık attı. Youko panikle o yöne döndü.
Devasa bir siyah köpek, atlardan birine saldırıyordu. Ağzı orantısız biçimde büyüktü. Çenesini açtığında, sanki kafası ortasından ikiye ayrılıyordu. Burnu bembeyazdı. Bir saniye sonra, kızıla döndü.
Adam çığlık attı.
“Beni çöz ve o kılıcı ver!”
Adam yalvarışlarına sağır kesilmişti. Titreyerek ayağa kalktı. Çuvalı göğsüne bastırmış, boşta kalan eliyle havayı tırmalayarak yokuş aşağı sendeledi.
Ormandan dört siyah yaratık fırladı, havada sıçrayarak onun peşine düştüler. Adamla canavarlar bir oldu—ve sonra, yaratıklar yere indiğinde, adam hareketsiz bir şekilde geride kaldı.
Hayır, korkudan donup kalmamıştı. Bir kolu yoktu. Ve kafası da.
Bir an sonra, bedeni yana devrildi. Bir kan fıskiyesi havaya yükseldi, toprağa kırmızı bir yağmur gibi indi.
Youko’nun arkasında bir at çığlık attı, tiz ve dehşet dolu bir kişnemeydi.
Youko, vagonun arkasına saklandı. Omzu bir şeye çarptı, irkildi ve dönüp baktı. Sürücüydü bu. Youko’nun bağlı ellerini yakalamıştı. Elinde küçük bir bıçak tutuyordu.
“Koşma,“ dedi. “Şimdi gidersek, o yaratıklara fark ettirmeden sıvışabiliriz.“
Youko’nun ellerini çözdü ve onu önüne katıp yokuş aşağı yürümeye başladı.
Tepenin zirvesinde bir grup yaratık, yere serilmiş atın etrafında toplanmıştı. Yokuşun dibindeyse, başka bir grup, az önce ölen adamın cesedi çevresinde küçük, kara bir yığın oluşturmuştu. Tanınabilir tek parçası, birkaç adım ötede duran kafasıydı.
Youko, bu ani kıyım manzarasından irkildi. Sanki bunlar başkasının başına geliyordu, onun değil. Ama özgür kalmış bedeni savaşa hazırlanıyordu. Yerdeki taşlardan birkaçını aldı, birini seçip eline sıkıca kavradı.
Bu çakıllarla ne yapabilirim ki?
Dik durdu, yokuşun dibine baktı. Adamın bacağı hâlâ kıpırdıyordu—kudurgan çiğnemelerin temposuna uyan bir şekilde seğiriyordu. Youko, kürkleri saydı. Toplam altı taneydi.
Youko, sürüye doğru yürüdü. Bebek benzeri inleme kesilmişti. Hava şimdi sadece kemik ve etin çıtırdayan sesleriyle doluydu.
Köpeklerden biri aniden başını kaldırdı; ağzı kanla kaplıydı. Sanki sessiz bir çağrıyla, diğerleri de sırayla başlarını kaldırdı.
Şimdi ne olacak?
Youko küçük bir koşuyla ileri atıldı. İlk köpek ona doğru hamle yaptı. Youko elindeki taşı tam burnuna fırlattı. Yeterince güçlü değildi ki yere yıksın ama adımını duraksatmaya yetti.
Bu böyle olmayacak.
Sürü biraz geri çekildi, adamın hâlâ kısmen tanınabilen bedenini açıkta bıraktı.
Burada öleceğim.
Onlar gibi parçalanacaktı. O dişler, o çeneler onu lime lime edecek, et parçalarını yutacaklardı.
Umutsuzluk düşüncelerini kemirirken, Youko elindeki taşlarla köpekleri geri püskürttü ve koşmaya başladı. Jouyuu bir kez harekete geçti mi, onu durdurmanın imkânı yoktu. En iyi yapabileceği şey, yolundan çekilmek ve sonunun hızlı, acısız olması için dua etmekti.
Koştu—bacaklarında, kollarında ve sırtında keskin ağrılarla…
Omzunun üstünden geriye yardım umuduyla baktığında, sürücünün ormanın zıt yönüne doğru koştuğunu gördü. Elindeki bıçağı çılgınca savuruyordu. Tam çalılıklara dalmışken, bir anda ağaçların gölgesine çekilip yok oldu.
Neden öylece kaçtığını kendi kendine sordu—ve hemen anladı. Onu yem olarak kullanmak istemişti. Köpekler onunla uğraşırken, ormana sızıp kaçmayı planlamıştı.
Ama işler istediği gibi gitmemişti. Köpeklerin onu hedef alabileceği aklının ucundan geçmemişti.
Elindeki taşlar tükeniyordu. Ölü adamın cesedine üç adım kalmıştı.
Bir yaratık sağdan üstüne atıldı. Youko, boşta kalan eliyle burnuna sert bir darbe indirdi.
Bir diğeri bileğine saldırdı, ardından sıçrayıp neredeyse onu devirdi. Youko zıpladı, sendeledi, sonra bir darbeyle sırtından vuruldu, öne doğru savrulup doğrudan cesedin üzerine kapaklandı.
Iyy, iğrenç.
Çığlık atmadı. Artık hissizleşmişti. Sadece hafif bir tiksinti duyuyordu. Kendini doğrulttu, çömelmiş halde dönüp pozisyon aldı.
Bu canavarlara gözdağı vermenin pek işe yaramayacağını düşünüyordu ama şaşırtıcı bir şekilde başlarını eğdiler ve geri durdular. Yine de bu böyle sonsuza kadar sürmezdi.
Youko sağ elini cesedin altına soktu, parçalanmış etlerin arasında bir şey aramaya başladı. Zihninde hâlâ tazeydi: bir an canlıydı, bir sonraki an ölmüştü. Zamanı kalmamıştı. Sürü kararını verdiği anda her şey bitecekti.
Parmak uçlarında sert bir şey hissetti. Kılıcın kabzası neredeyse eline atlamış gibiydi. İçinde kelimelere dökülemeyen bir coşku patladı.
Can simidini yakaladı. Ama kını çıkarmaya çalıştığında, kılıç yarıya kadar geldi ve bir şeye takıldı. Ona, kılıcı kınından asla ayırmaması gerektiği söylenmişti. Tereddüt etti—ama bu tereddüt için zamanı yoktu. Kılıcı çekip çıkardı.
Ucu sivri çelikle, değerli taşları tutan ipleri kesti, taşları avucuna aldı.
Köpekler harekete geçti.
İlki görüş alanına daldı. Youko’nun sağ kolu kıpırdadı, kılıç parladı.
“AYAAAA!!“ Boğazından hayvansı bir çığlık koptu.
Köpekler sağdan ve soldan saldırıya geçti. Youko onları biçti, kalabalığın içinde bir gedik açtı ve o boşluktan ileri atıldı.
Yaratıklar yeniden peşine düştü. Youko hem savundu hem geri çekildi, sonra, bedeninde kalan son enerjiyle oradan kaçtı.
Youko kalın gövdeli bir ağacın dibine oturdu. Tepenin yarısında, dağlara çıkan patikadan sapmıştı. Bacaklarının nihayet tükendiği yer işte burasıydı. Kolunu kaldırıp alnındaki teri sildi. Seifuku okul üniformasının kumaşı kanla ağırlaşmıştı. Yüzünü buruşturdu, ceketini çıkarıp kılıcı temizlemek için kullandı. Sonra kılıcı göz hizasında kaldırdı. Tarih dersinde şunu okuduğunu hatırladı: Bir Japon kılıcıyla sadece belli sayıda insan öldürebilirdiniz; çünkü kan ve pislik sonunda onun keskinliğini köreltirdi. Çatışma sırasında kılıcın zarar gördüğünden emindi. Çeliğin üstünde tek bir gölge kalmayana dek dikkatle parlatmaya başladı.
“Garip...“
Garipti—kılıcı yalnızca onun çekebilmiş olması. İlk kez eline aldığında, ellerinde son derece ağır gelmişti. Ama şimdi, kınından ayrılmış halde, tüy kadar hafifti.
Keskin kenarını yeniden parlatıp ışıldatınca, Youko kılıcı ceketine sardı. Bir süre durup düşüncelerini toparladı.
Kını geride bırakmıştı. Belki de geri dönüp onu almalıydı.
“Kılıç, kından ayrılmamalı.” Böyle denmişti ona, ama bu söz kının kendisinde özel bir güç mü vardı? Yoksa kılıfın ucundaki değerli taşlardan dolayı mıydı?
Formasının altına giydiği tişört terden sırılsıklamdı. Hava serinliyordu, ama kanla kaplı ceketi tekrar giymeye midesi elvermiyordu. Şimdi oturup düşünme fırsatı bulunca, bedenindeki ağrıyı da daha net hissediyordu.
Kolları ve bacakları yara bere içindeydi. Tişörtünün kollarında diş izleri vardı. Kan, beyaz kumaşın altında kabarıyor, noktalar halinde dışarı sızıyordu.
Eteği yırtılmış, bacakları sayısız çizikle kaplanmıştı. Çoğu hâlâ kanıyordu, ama o devasa çenelerin bir adamın kafasını tek seferde koparabileceğini düşününce, bunlar yalnızca önemsiz sıyrıklardı.
Yine de tuhaftı. Bu hâlde kurtulmuş olması imkânsız gibiydi. Ama düşündükçe, daha önce de benzer şeyler yaşadığını hatırlıyordu. Müdür yardımcısının odasında pencere parçalandığında herkes yaralanmıştı—ama ona hiçbir şey olmamıştı. Hyouki’nin sırtından sahile düştüğünde bile, sadece birkaç ufak çürükle kurtulmuştu.
Bütün bunlar başlı başına yeterince garipti. Ama fiziksel görüntüsünün bile değiştiğini göz önüne alırsak, yaşadıkları arasında en tuhafı bu değildi belki de.
Her neyse, diye iç çekti. Derin birkaç nefes daha aldı. Sol elinin hâlâ yumruk şeklinde sıkılı olduğunu fark etti. Parmaklarını zorla açtığında, mavi-yeşil taşlar avuç içine döküldü.
Tekrar sıkıca avucuna aldığında, bu taşların ağrısını azalttığı kesindi.
Youko taşlara sıkıca sarılıp kısa bir süre uyukladı. Uyandığında, tüm yaraları kabuk bağlamış ve kapanmıştı.
“Bu iş gittikçe tuhaflaşıyor...“
Daha önce gözlerini yaşartacak kadar şiddetli olan sızı tamamen gitmişti. Artık sadece hafif bir yorgunluk hissediyordu. Bu taşlar—hayatında minnet duyduğu tek şeydi belki de. Herhalde bu yüzden kını kaybetmenin bu kadar büyük mesele olduğu söylenmişti.
Seifuku ceketinin yaka mendilini çıkardı, kılıçla ondan ince bir şerit kesti. Şeridi sımsıkı büktü, değerli taşların deliklerinden geçirdi ve boynuna astı.
“Jouyuu,“ dedi, içe dönerek. Cevap gelmedi.
“Sana bir şey soracağım. Ses ver biraz.“
Yine bir yanıt yoktu.
“Şimdi ne yapmam gerekiyor? Yani... nereye gitmeliyim?“
Hiçbir ses ona karşılık vermedi. Ama orada olduğunu biliyordu. Zihnini odakladı, dikkatini topladı—ama hiçbir varlık hissedemedi. Yalnızca yaprakların çok hafif bir hışırtısını andıran bir şey duydu. Ama hissettiği sadece derin bir sessizlikti.
“Heeey! Sağ mı, sol mu? Fark etmez, biri yeter!“
Youko iç çekerek konuşmaya devam etti: “Bak, burasıyla ilgili en ufak bir fikrim yok, tamam mı? Ben sadece... biraz akıl istiyorum, hepsi bu. Eğer kalabalık bir yere gidersem, büyük ihtimalle yine yakalanacağım, değil mi? Ve yakalanırsam, ölmüşüm demektir.
O zaman ne yapayım? Sürekli kaçayım, kimseyle karşılaşmayayım… Sonra ne olacak? Beni evime geri götürecek sihirli bir kapı mı aramalıyım yani? Hiç de olası görünmüyor, ha?”
Ne yapması gerektiğini geçtik—şu an ne yapacağına dair bile en ufak bir fikri yoktu. Böyle oturmak ona hiçbir şey kazandırmıyordu ama gidecek bir yeri de yoktu ki...
Ormanda alacakaranlık hızla çöküyordu. Yanında ışık yoktu. Yatak diyebileceği bir şey de. Yiyecek yok. Su da yok. Şehirlere veya kasabalara yaklaşmak çok tehlikeliydi. Ama ormanda başıboş dolaşmak da pek güvenli sayılmazdı.
“Tek istediğim, bir sonraki adımı bilmek! En azından bir ipucu versen yeterli olurdu!”
Beklendiği gibi, cevap gelmedi.
“Ne oluyor böyle? Keiki’ye ne oldu, diğerlerine ne? O değil miydi az önce orada? Niye ortadan kayboldu? Neden yardım etmedi bana? Neden?!”
Sadece yaprakların hışırtısı karşılık verdi.
“Sana yalvarıyorum… Hiç mi konuşamayacaksın?”
Gözleri doldu. “Evime gitmek istiyorum…”
Yaşadığı hayatı çok sevdiğini söyleyemezdi. Ama şimdi ondan kopmuşken, öyle derin bir özlem duyuyordu ki canı yanıyordu. Evine dönebilmek için her şeyi yapardı. Dönebilseydi, bir daha asla ayrılmazdı.
“Eve gitmek istiyorum…”
Bir çocuk gibi hıçkırarak ağlarken, bir düşünce geldi aklına: Kaçmıştı. Valiye teslim edilmekten kurtulmuştu. O köpeklere yem olmaktan kurtulmuştu. Buraya kadar gelmişti—hayatta kalmıştı.
Dizlerini karnına çekip sarıldı.
Ama… gerçekten daha mı güvendeydi şimdi?
Bu kadar canın yanıyorsa...
Başını iki yana salladı, zihninde kabaran düşünceleri geri itti. Bu düşünceler, kelimelerden çok daha güçlüydü ve düşünmesi bile korkutucuydu. Dizlerine daha sıkı sarıldı.
Tam o sırada, ansızın bir ses duydu. Tuhaf, tiz bir sesti bu—yaşlı bir adamın kahkahasına benziyordu. Az önce bastırmaya çalıştığı düşüncelere kahkahayla dalga geçiyordu adeta.
“Eğer bu kadar canın yanıyorsa… neden bitirmiyorsun ki? Hepsi bir anda sona ererdi.”
Youko hızla etrafını taradı. Sağ eli anında kılıcın kabzasına gitti.
Orman artık geceyle kaplanmıştı. Sadece çalıların ve ağaçların yüksekliğini ayırt edebilecek kadar bir ışık vardı.
Karanlığın içinden, Youko’nun bulunduğu yerin iki metre kadar ilerisinden silik bir parıltı yükseldi— Altın değil, yeşilimsi-mavi bir ışık… Alt yaprakların arasından sızıyordu. Hafifçe parlayan fosforlu bir ışıltıydı bu.
Youko ışığa gözlerini dikti, soluğunu tuttu.
Bir maymundu. Tüyleri tilki ateşi gibi parlıyordu. Sadece kafası görünüyordu, yüksek otların arasından belirmişti.
Youko’ya bakıp dişlerini gösterdi—sonra gıcırdayan, tırmalayıcı bir kahkaha attı.
“Eğer o köpekler seni yeseydi, her şey sen farkına varmadan bitmiş olurdu!”
Youko ceketin içinden kılıcı çekip doğruldu.
“Sen… nesin böyle?”
Maymun tiz kahkahasını yeniden attı. “Ben neysem oyum. Ah, zavallı küçük kız… kaçıyor muyuz bakalım? O köpekler seni yutuverseydi, ha, bütün bu tatsız düşünceler de çekip giderdi.”
Youko kılıcı kaldırdı. “Sen kimsin?”
“Ama söyledim ya sana, değil mi? Ben neysem oyum. Senin dostunum. Bu sefer sana güzel şeyler söyleyeyim istedim.”
“Güzel şeyler…?”
Söylediği hiçbir şeye inanmadı. Jouyuu’da en ufak bir gerilim veya tedirginlik yoktu—demek ki bir düşman değildi. Ama o kadar garip görünüyordu ki, normal bir canlı olması mümkün değildi.
“Senin için dönüş yok, küçük kız.”
Youko ona gözlerini dikti, sesiyle tükürürcesine: “Kapa çeneni.”
“Ay, ay, eve dönemezsin. Kesinlikle, katiyen dönemezsin. Çünkü dönmenin bir yolu yok artık, değil mi? İstersen sana güzel bir şey söyleyeyim.”
“Duymak istemiyorum.”
“Yine de söyleyeceğim. Sen, küçük kız… çok güzel kandırıldın.” Maymun, kulak tırmalayıcı bir kahkahayla inledi.
“K-kandırıldım mı?” İçine buz gibi bir şey dökülmüş gibi hissetti.
“Ne saf kızsın sen ya. Daha en başından tuzaktı, farkında değil misin?”
Nefesi boğazında tıkandı. Tuzak mıydı? Kimin tuzağı? Keiki’nin mi? Keiki’nin tuzağı mıydı bu? Kılıcı tutan eli titremeye başladı—ama maymunun söylediklerine karşı çıkacak bir kelime bile bulamıyordu.
“Sen zaten en başından biliyordun, değil mi? Seni buraya o getirdi. Ve oraya dönüş yok. Tuzak bu işte, anlamıyor musun?”
Maymunun keskin kahkahası kulaklarına saplandı.
“Kes sesini!”
Kılıcı körlemesine savurdu. Otların uçları kuru bir hışırdayışla dans etti. Ama her ne kadar delicesine sallasa da, kılıcın ucu maymuna değmemişti.
“Ama ama, gerçekleri duymamak… olanı değiştirmez. Böyle o şeyi savura savura kendini kesivereceksin sonra.”
“Kes sesini!”
“Ah, ne şahane bir alet! Neden daha iyi bir işe yaramasın ki? Kafanı kopar gitsin! Kendin hallet!” Maymun başını gökyüzüne doğru attı ve histerik şekilde haykırdı.
“Kes artık!”
Youko ileri atıldı—ama maymun artık kılıcın ucunda değildi. Biraz daha gerideydi şimdi, hâlâ yalnızca başı görünüyordu.
“Gerçekten öldürmek mi istiyorsun beni? Çünkü ben olmasam… konuşacak hiç kimsen olmazdı, biliyorsun değil mi?”
Bu sözlerin çıplak gerçeği bir darbe gibi vurdu.
“Ne kötülüğüm dokundu sana? Ne güzel, ne nazikçe seninle muhabbet ediyorum ben.”
Youko öfkesini bastırdı, gözlerini sımsıkı yumdu.
“Ah evet… zavallı, zavallı, acınası küçük kız… böyle bir yere sürüklendi ya…”
“Ne yapmalıyım…?”
“Yapabileceğin hiçbir şey yok gibi görünüyor.”
— Fuyumi Ono tarafından yazılmıştır.
“Ölmek istemiyorum.“ Bu düşüncenin kendisi bile, hâlâ dayanılmaz bir dehşetti.
“Canın ne isterse onu yap o zaman. Ben de senin ölmeni istemem, küçük kız.“
“Peki... nereye gitmeliyim?“
“Gerçekten önemi var mı? Hem insanlar hem de youma’lar peşindeyken, yönün ne fark eder?“
Youko yüzünü ellerine gömdü. Gözyaşları yeniden dolmaya başladı.
“İşte böyle, küçük kız. Ağla şimdi. Çünkü farkına bile varmadan, ağlayacak gözyaşın bile kalmayacak.“
Maymun o tiz, cıvıltılı kahkahasını attı. Ama sesi artık daha uzaktan geliyordu.
Youko başını kaldırdı. “Bekle!“
Gitmesini istemiyordu. Kim olduğu umurumda bile değildi— Bu tuhaf varlık bile olsa, konuşacak biri olması, burada yapayalnız olmaktan çok daha iyiydi.
Başını kaldırıp bakana kadar, o gitmişti bile. Geride sadece, zifiri karanlıkta yankılanan bir kahkaha kalmıştı… giderek silikleşen bir çığlık gibi uzaklara savruluyordu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.