Yukarı Çık




12   Önceki Bölüm 

           
“Kalk.”

Youko uyandırıldı. Göz kapakları ağlamaktan ağırlaşmıştı. Keskin güneş ışığı gözlerini acıttı. Yorgunluk ve açlık onu tüketmişti ama hâlâ yemek yeme isteği duymuyordu.

Adamlar onu uyandırdıktan sonra –çok sıkı olmayacak şekilde– bir parça iple bağlayıp dışarı çıkardılar. Binadan çıktıklarında, meydanda iki ata koşulmuş bir araba bekliyordu.

At arabasına yüklendi. Bu yüksek konumdan meydanın çevresini görebiliyordu. Orada burada ve sokak köşelerinde insan kalabalıkları toplanmış, ona bakıyorlardı.

Bütün bu insanlar nerede saklanıyordu, diye merak etti. Dün burası terk edilmiş bir kasabanın ıssız harabelerinden başka bir şeye benzemiyordu.

Doğulu görünüyorlardı, ancak saç renkleri belirgin şekilde farklıydı. Bu kadarının bir arada olması, tam bir insan kaleydoskopu manzarası sunuyordu. Herkesin yüzünde merak ve nefretin karıştığı bir ifade vardı. Onu gerçekten de bir tutsak arabasıyla sevk edilen bir suçlu olarak görüyorlardı.

Gözlerini açtığı andan tam olarak uyandığı ana kadar geçen o kısacık zamanda, tüm bunların bir rüya olması için tüm kalbiyle dua etmişti. Bu rüya, adamların onu hücreden sürükleyerek çıkarmasıyla paramparça olmuştu.

Elbisesiyle ya da görünüşüyle ilgilenmesi için ona hiç zaman tanımamışlardı. Okul üniforması, denizde girdaba daldıkları andan kalma okyanus kokusuyla hâlâ sırılsıklamdı.

Yanına başka bir adam daha tırmandı. Sürücü dizginleri gevşetti.

İkisine şöyle bir göz gezdiren Youko’nun tek düşündüğü şey, Tanrım, bir banyo için can attığıydı; bedenini buharı tüten suya daldırmak, güzel kokulu bir sabunla yıkanmak, temiz pijamalarını giyip kendi yatağında uyumak için can atıyordu. Ve uyanıp annesinin yaptığı yemekleri yemek, okula gitmek, arkadaşlarıyla buluşmak ve kimsenin umursamadığı o aptalca şeyler hakkında konuşmak.

Kimya ödevini bitirmediği aklına geldi. Kütüphaneden ödünç aldığı bir kitabın süresi geçmişti. Ezelden beri izlediği en sevdiği dizi dün geceydi ve kaçırmıştı. Annesinin onun için kaydetmiş olmasını umdu.

Şimdi bunları düşünmek o kadar anlamsızdı ki. Gözyaşları tekrar birikti. Youko aceleyle başını öne eğdi. Başını ellerinin arasına almak istedi ama elleri bağlıydı...

Olan bitene alışsan daha iyi olur herhalde.

Hayır, bunu kabullenemezdi. Keiki asla eve dönemeyeceğini söylememişti. Bu böyle devam edemezdi. Edemezdi. Yıkanamamak, temiz giysiler giyememek. Bir suçlu gibi bağlanıp bu pis arabanın arkasında sürüklenmek. Bir azize olmadığını biliyordu ama bu muameleyi hak etmiyordu!

Arkalarında uzaklaşan kapıya dönüp bir bakış atarak, bağlı kollarını kendine doğru çekti ve yanağını omzuna sürerek sildi.

Yanındaki adam –otuzlarında olduğunu tahmin ediyordu– göğsüne bir çuval bastırmış, boş gözlerle akıp giden manzaraya bakıyordu. “Şey...” diye sordu Youko çekingence, “nereye gidiyoruz?”

Adam ona şüpheyle baktı. “Bana mı diyorsun?”



“Şey, evet... nereye gidiyoruz?”

“Nereye mi? Kaza merkezine. Valiyi göreceksin.”

“Peki ya sonra? Bir duruşma falan olacak mı?” Bir suçlu olarak damgalandığı hissinden bir türlü kurtulamıyordu.

“Ah, iyi bir kaikyaku mu yoksa kötü bir kaikyaku mu olduğuna karar verene kadar seni güvenli bir yere kapatırlar.”

Bu sözlerin patavatsızlığı Youko’nun başını çevirmesine neden oldu. “İyi kaikyaku mu kötü kaikyaku mu?”

“Evet. Eğer iyi bir kaikyaku isen, kendine bir hami bulursun ve bir yerde yaşamana izin verilir. Eğer kötü bir kaikyaku isen, ya hapse atılırsın ya da dümdüz idam edilirsin.”

Youko içgüdüsel olarak büzüldü. Sırtından soğuk terler boşandı. “İdam... mı?”

“Kötü bir kaikyaku ortaya çıktığında, her şey mahvolur. Eğer senin yüzünden kötü şeyler olmaya başlarsa, kellen gider.”

“Kötü şeyler derken...”

“Savaşları, felaketleri ve onların peşi sıra gelen cehennemi kastediyorum. Onları çabucak öldürmezsen, bütün krallığı mahvederler.”

“Ama bundan kim nasıl emin olabilir?”

Adam alçakça bir kahkaha attı. “Ah, onları kısa bir süreliğine bir yere kapatırsan yeterince çabuk anlarsın. Sen ortaya çıkarsın ve aynı anda kötü şeyler olmaya başlar, bu da senin kötü tohum olduğun anlamına gelir, hiç şüphe yok.” Gözlerinde tehditkâr bir bakış vardı. “Yanında birkaç felaket getirdin, değil mi?”

“Ne demek istiyorsunuz...?”

“Seni buraya gönderen o shoku. Toprak kaymalarında kaç çiftliğin gömüldüğünü biliyor musun? Hairou’da bu yılki hasat tamamen yok olacak.”

Youko gözlerini kapadı. Ah, evet, o mesele, diye düşündü. Bu yüzden ona böyle davranıyorlardı. Bu köylüler için o, bir felaket habercisine dönüşmüştü.

Ölüm düşüncesi onu iliklerine kadar korkuttu. Öldürülme düşüncesi ise daha da beterdi. Böyle yabancı bir yerde ölürse, kimse onun için ağlamaz, onu özlemezdi. Ailesi cenazesini bile alamazdı.

Nasıl bu hale gelmişti?

Her ne olursa olsun, bunun kendi kaderi olduğuna inanamıyordu. Dünden önceki gün, evden her zamanki gibi çıkmıştı. Annesine “Görüşürüz,” demişti. Gün her zamanki gibi başlamıştı, her zamanki gibi bitmeliydi. Nerede her şey ters gitmişti?

Muhtemelen o köylülere yaklaşmamalıydı. Daha sabırlı olmalı ve o uçurumların orada kalmalıydı. Onu buraya getirenlerle birlikte sebat etmeliydi – hatta en başından onlarla hiçbir yere gitmemeliydi.

Ama önünde pek de geniş bir seçenek yelpazesi yoktu. Keiki, istese de istemese de onunla geleceğini söylemişti. Sonra o canavarlar tarafından takip edilmişlerdi. Kendini korumak için yapması gerekeni yapmıştı.

Sanki bir tür tuzağa çekilmiş gibiydi. O son derece sıradan sabahta, tuzak çoktan kurulmuştu. Takip eden saatlerde, ilmek boğazına geçmişti. Bir şeylerin ters gittiğini fark ettiğinde ise artık çok geçti, çıkış yolu yoktu.

Buradan kurtulmalıyım.


Youko, o anda harekete geçme arzusunu dizginledi. Hataya yer yoktu. Eğer temiz bir kaçış şansını mahvederse, ona bunun bedelini nasıl ödeteceklerini hayal bile edemiyordu. Doğru anı seçip kendini bu cehennemden kurtarmalıydı.

Fikirler ve düşünceler, hayatında daha önce hiç yaşamadığı bir ölçüde, kafasının içinde çılgınca dönüyordu.

“Şey... kaza merkezine varmak ne kadar sürer?”

“At arabasıyla yaklaşık yarım gün.”

Youko başını kaldırdı. Gökyüzü, bir kasırgadan sonra göreceğiniz türden berrak bir maviydi. Güneş tam tepedeydi. Güneş batmadan önce kaçmak için bir hamle yapmalıydı. Kaza merkezinin nasıl bir yer olacağına dair hiçbir fikri yoktu ama oradan kaçmanın bu at arabasından kaçmaktan çok daha zor olacağı kesindi.

“Eşyalarıma ne olacak?”

Adam Youko’ya şüpheyle baktı. “Bir kaikyaku’nun getirdiği her şeye el konulur. Kurallar böyle.”

“Kılıca da mı?”

Adam ona yine güvensiz bir bakış attı. Youko bunu bir uyarı olarak aldı. “Niye soruyorsun?”

“Çünkü o benim için önemli.”

Hafifçe ellerini arkasında birleştirdi. “Beni yakalayan adam, onu fena halde istiyordu. Çalınmadığını bilmek büyük bir rahatlama getirdi.”

Adam burnunu çekti. “İşe yaramaz bir paçavra. Olması gerektiği gibi teslim edeceğiz.”

“Evet, sadece bir süs eşyası ama epey para ediyor olmalı.”

Adam onun yüzüne baktı, sonra dizlerinin üstündeki bez çuvalı açtı. İçine gömülmüş mücevherli kılıç parıldadı ve ışıldadı.

“Bu bir süs eşyası mı?”

“Aynen öyle.”

Kılıca bu kadar yakın olmak ona kendini çok daha iyi hissettirmişti. Ama Youko bunun yerine adama odaklandı. Adam elini kabzaya koydu. Hadi, diye teşvik etti onu içinden, çekmeye çalış. Tarladaki o adam çekememişti. Keiki sadece kendisinin kılıcı kullanabileceğini söylemişti. Belki de kendisinden başka kimsenin kullanamayacağı doğruydu ama emin olmak istiyordu.

Adam var gücüyle yüklendi. Kabza, kınından milim bile oynamadı.

“Lütfen, onu bana geri verin.”

Adam, Youko’nun bu isteğine küçümseyerek güldü. “Sana söylediğim gibi, yetkililere teslim edilecek. Ayrıca, kellen koptuktan sonra pek bir işine yaramaz. Gözlerin kapalıyken ne kadar bakmak istersen iste, pek bir şey göremezsin.”

Youko dudağını ısırdı. Eğer bu ipler olmasaydı, kılıç onun olurdu. Belki Jouyuu ona yardım edebilir, diye düşündü. Ama ne kadar denese de ipler gevşemiyordu. Jouyuu bile ona doğaüstü güçler veremiyordu.

İpi kesip kılıcı ele geçirmek için bir yol ararken, akıp giden arazide bir altın parıltısı gözüne çarptı.

At arabası bir dağ yoluna saptı. Orada, karanlık ormanın içinde düzgün sıralar halinde dizilmiş ağaçların arasında, tanıdık bir renk fark etti. Gözlerini daha da açtı. Aynı anda, Jouyuu’nun varlığının teninde gezindiğini hissetti.


Ormanda birisi vardı. Uzun altın sarısı saçlı, solgun yüzlü, uzun bir kimonoyu andıran bir cüppe giyen biri.

Keiki.

Youko onun adını fısıldarken, kendi sesi olmadığını bildiği bir ses kafasının içinde yankılandı.

Taiho.




Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


12   Önceki Bölüm