“Böyle bir kitabı hatırlıyor musunuz?” diye sordu Maomao, Lishu’nun yazdığı özeti kitapçıya göstererek. Lishu’dan, hikâyenin özünü ve bazı izlenimlerini yazmasını istemişti; daha fazlasına vakitleri olmamıştı. Ne yazık ki Lishu’nun hatırlayamadığı şeylerden biri kitabın adıydı. Hizmetçi sadece kendisinden istenen kısmı kopyalamış, gerisiniyse üstünkörü okumuştu.
Maomao’nun yapabileceği pek bir şey yoktu. Suçlayıcı “mektubun” aslında bir kitabın el yazması olduğunu kanıtlayabilmek için, onun kopyalandığı kitabı bulmaları gerekiyordu. Lishu, kendisine verilen kitabın el yazması olduğunu, basılı olmadığını ama güzel bir kapağı bulunduğunu söylemişti. Bu da kitabın satılmak üzere hazırlanmış, fakat sınırlı sayıda dağıtılmış bir eser olabileceğini düşündürüyordu.
“Hmm... Bana sıradan bir aşk hikâyesi gibi geliyor. Gerçi ben öyle şeylere pek dikkat etmem,” dedi yaşlı adam.
“En azından dükkâna gelen kitaplara şöyle bir göz atıyorsunuzdur diye düşünmüştüm.”
“Ah, bu devirde kitap çok fazla. Üstelik gözlerim de artık eskisi gibi değil.” Kitapçı derin bir esneme koyuverdi. Artık neredeyse emekliydi; işlerin çoğunu oğlu yürütüyordu. Maomao’nun bir an önce çekip gitmesini, böylece kendisinin de kestirebilmesini istediği belliydi.
Adam haksız sayılmazdı: hikâye basit bir aşk öyküsü gibi görünüyordu. Yine de siyasi bir yönü vardı; bu da sansürcülerin dikkatini çekecek türdendi. Anlatıya göre, birbirine düşman soylu ailelerden bir genç erkekle genç bir kadın ilk görüşte âşık oluyor, sonra da şu bilindik “yadda yadda yadda”larla trajediyle bitiyordu.
Maomao alnına elini koydu—bu iş hiç ilerlemiyordu. Başkentte iki kitapçı daha vardı ama bu dükkândan bile küçüklerdi. Hatta belki de diğer şehirlere gidip kitapçılara bakması gerekebilirdi.
Tam bu esnada sırtında ağır bir yük taşıyan bir adam içeri girdi. “Selam,” dedi Maomao’ya.
“Ha, geldin demek,” dedi yaşlı adam—demek ki bu, onun oğluydu.
“Ne yapıyorsun baba?” diye sordu genç adam, yükünü yere bırakıp şüpheli bir bakış attı. “Yine müşterileri baş belası gibi görmüyorsun, değil mi?” Belli ki babasını iyi tanıyordu.
“Bu kız benden bir kitabı tanıyıp tanımadığımı sordu da. Dükkândan geçen her sayfayı tek tek okumuyorum ya!”
“Bir bakayım,” dedi kitapçının oğlu, Lishu’nun özetini alıp dikkatle inceledi. “Aa, bu kitap...”
Dizlerinin üzerine çöktü, getirdiği bağlamayı karıştırdı ve sonunda belirli bir kitabı çıkardı. Kapağında bir genç adamla genç bir kadın tasvir ediliyordu; ancak resimde garip bir şeyler vardı.
Maomao kitabı eline alır almaz sayfaları hızlıca çevirmeye başladı. Sadece üstünkörü baksa bile, hikâyenin Lishu’nun anlattığı özetle neredeyse birebir örtüştüğü açıktı. Sonra bir sayfada durdu.
“Şu kısım...” dedi. Lishu’nun hatırlayıp yazdığı pasajla neredeyse aynıydı. Benzerdi ama birebir değildi—bazı ayrıntılar farklıydı, kelimeler de tam tutmuyordu. Fakat anlam neredeyse tamamen aynıydı.
“Evet, orada biraz garip şeyler var, değil mi?” dedi kitapçının oğlu. “Söylendiğine göre bu, batıda çok meşhur olan bir tiyatro oyununun çevirisiymiş.”
“Bir oyun mu? Batıdan mı?”
“Aynen. Bazı tasvirler kulağa biraz tuhaf geliyor ya, işte sebebi o. Çeviriyi yapan kişi oralardaki soyluların dünyasını pek bilmiyormuş, o yüzden isimleri ve adetleri bizimkine benzeterek çevirmiş. Sonra da her kopyacı kendi kafasına göre daha da değiştirmiş.”
Bunu duyan Maomao, Lishu’nun yazdığı özete tekrar göz attı. Özetin içinde bir ana karakterin adı geçiyordu. İlk başta ona tuhaf gelmişti çünkü normal bir isim gibi durmuyordu. Şimdi fark ediyordu ki bu, aslında batı kökenli bir isimdi; bizim dilimize tamamen rastgele işaretlerle aktarılmıştı.
Kitabı yeniden karıştırdı, özellikle o garip ismi aradı, ama bulamadı. Bunun yerine çok benzer bir pasajla karşılaştı—tek fark, bu kez tamamen sıradan isimler kullanılmıştı.
“Hmm. Demek ki o daha eski bir kopyadan okumuş olabilir,” dedi oğul. “Ama bu kitap da epey eski sayılır.”
“Bunun bir kopyasını nereden bulabilirim?” diye sordu Maomao.
“Ben bir kopyacıdan almıştım. Geçen yaz getirdiğini söylemişti. Aslında biz bunu basmayı düşünüyoruz, o yüzden gidip başka bir yerden almaya kalkarsanız sizi kovarız.”
Demek ki Cariye Lishu, geçen yazdan önce dolaşımda olan bir kopyayı eline geçirmiş olmalıydı. Maomao’nun adımları bir anda durakladı. O zamanlarda sarayda başka bir şey yaşanmamış mıydı?
“Kervan...”
“Hm? Ne dediniz?”
“Bu kız kendi kendine konuşmayı pek seviyor, değil mi?” dedi yaşlı kitapçı. O da oğlu da Maomao’ya bakıyordu ama Maomao’nun kafası bambaşka şeylerle meşguldü.
Kervan batıdan çevrilmiş kitapları kolayca getirmiş olabilirdi. Dahası, yükleri çok da detaylı incelenmiyordu; daha önce kervanın gelişiyle birlikte ortaya çıkan düşük hapları meselesinden bunu zaten öğrenmişlerdi. Kadınların alışveriş yaptığı sırada bir kitap almak hiç de zor olmazdı.
“Peki, yani ne?” dedi Maomao. “Biri tesadüfen bu kitabı kervanın malları arasında buluyor, satın alıyor, sonra da onu Lishu’nun başını yakmak için kullanmaya mı karar veriyor? Ya o mektup? İçeriden birileri mi vardı?”
“Ne saçmaladığınıza dair hiçbir fikrim yok. Gerçekten garip bir insansınız...” dedi yaşlı adam.
“Baba, biraz kibar ol,” diye uyardı oğlu.
Maomao ikisini de umursamadan kendi düşüncelerine daldı, ama parçaları birleştiremiyordu. Henüz değil.
“Şunu bana verin,” dedi, kitabı kitapçıya uzatarak.
“On gümüş.” Yaşlı adam ayaklarına bakarak inledi.
“Soygun bu! Bu bir resimli tomar falan değil ki. Kapağı berbat, hatalarla dolu—sanki kopyacı bir gecede çıkarmış gibi!” Maomao, istedikleri fiyatı ödeyecek kadar saf değildi.
“Hayır baba, zaten satılık değil! Bundan basım yapacağız,” diye araya girdi oğlu.
“İki gümüş! Adil bir uzlaşma!” dedi Maomao.
“Dokuz gümüş. Yarım eksik.”
“Satılık değil dedim ya!”
Yaklaşık yarım saat süren hararetli pazarlıktan sonra Maomao, altı gümüş karşılığında kitabı elde etti. Dükkândan çıkarken kitapçının oğlu ona adeta öfkeyle bakıyordu.
Bir gün daha başlıyordu. Yalnızca yemek yiyip uyumaktan ibaret bir gün daha. “Bugün bu elbiseyi giyseniz nasıl olur, Leydi Lishu?” diye sordu Kanan, mavi bir kıyafet tutarak. Bu, Lishu’nun en sevdiği kıyafetlerden biriydi ama öylesine bitkin ve moralsizdi ki giyeceği kıyafeti seçmeye dahi heves edemedi.
“Tamam. Fark etmez,” dedi. Daha farklı bir şey getirmesini isteyecek gücü yoktu. Üstünü değiştirdikten sonra Kanan kahvaltıyı hazırlamaya koyuldu. Su, Lishu’nun katının altında bulunuyordu, fakat yemekler tamamen başka bir yerde pişirilip hazırlanıyordu. Kanan, yemeği getirirken elinden gelenin en iyisini yapıyor gibiydi, ama her seferinde yemek çoktan soğumuş oluyordu ve Lishu kendini ılık bir çorba yudumlarken buluyordu.
“Ben biraz dışarı çıkıyorum o hâlde,” dedi Kanan. Ardından odadan çıktı; Lishu, merdivenlerden aşağı inen ayak seslerini duydu. Kanan dönene kadar yapacak hiçbir şey olmayacaktı—ama son birkaç gündür bu zaman dilimleri artık boş gelmemeye başlamıştı.
“Lishu, orada mısın?” diye seslendi bitişik odadan bir ses. Yastığına sıkıca sarılan Lishu, diğer odaya geçti ve çekmecelerin yanında oturup sırtını dayadı. Hâlâ yastığını kucaklarken tavana doğru baktı. Çürüyüp dağılmış tahtaların arasında açılmış deliklerden birinden aşağı doğru sarkan küçük, garip bir boru vardı. Koridorlar ve merdivenler düzgün halde tutuluyordu, ama belli ki her odanın tek tek kontrol edilmesine kimsenin vakti olmamıştı.
“Buradayım, Sotei,” diye karşılık verdi Lishu. Bunun üzerine tavandan tatlı ve acı bir koku yayıldı—çok garip, alışılmadık bir kokuydu bu. Başlarda Lishu’ya tuhaf gelse de zamanla huzur verici bir şeye dönüşmüştü. Şüphesiz ki yukarıdaki kişinin sürdüğü bir çeşit parfümdü.
O kişi de tıpkı Lishu gibi genç bir kadındı, ve yine tıpkı Lishu gibi, kendi iradesi dışında bu kuleye kapatılmıştı. Adının Sotei olduğunu söylemişti, Lishu’ya ilk kez birkaç gün önce seslenmişti. Sesi cılız ve kırılgandı, ama yine de çürümüş tahtaların arasını söküp tavandaki zayıf noktadan aşağıya bu boruyu uzatacak kadar güçlüydü. Açıkça görülüyordu ki Sotei, Lishu’dan çok daha dirençliydi.
İlk kez bu sesi duyduğunda Lishu çok şaşırmış, hatta korkmuştu. Ama sesin bir fareye ya da hayalete değil, kendi yaşlarında bir genç kadına ait olduğunu anlayınca, beklenmedik bir hızla kalbini açtı. Zaten Lishu’nun bolca sahip olduğu tek şey, öldürmek bilmeyen zamandı. Farkına varmadan, adını Sotei’ye söylemişti bile—neyse ki herhangi bir özel tepki almamıştı. Belki de Sotei, Lishu’nun kim olduğunu bilmiyordu.
“Acaba bugün ne vereceklerdir?” dedi Sotei.
“Dün beş çeşit tahıllı lapaydı, bugün tavukla yumurta gelse bari. Şu deniz ürünlerini de artık bıraksalar keşke...”
Başka hiçbir şey yapamayınca, yalnızca yemek yemenin bile tek başına bir eğlenceye dönüştüğü ne kadar da garipti.
“Doğru ya, sen deniz ürünleri yiyemiyorsun, değil mi? Ama çok lezzetli oluyor!”
“Bir kısmını yiyebiliyorum. Ama nedense hep garip hissediyorum...”
Cariye Lishu için neredeyse aynı derecede garip olan şey, Sotei ile konuşurken asla kelimesiz kalmamasıydı. Belki de birbirlerini göremiyor oluşlarındandı.
Lishu, Sotei’nin neden pagodada olduğunu hiçbir zaman özellikle sormamıştı, fakat Lishu belirsiz suçlamalarla kilit altında olduğunu söylediğinde, Sotei de kendisinin de aynı durumda olduğunu söylemişti.
“Burada gerçekten yapılacak hiçbir şey yok, değil mi? Hep boş zaman, ama dolduracak hiçbir şey yok,” dedi Sotei.
“Aynen öyle. Hayatımda ilk kez ayak seslerine bu kadar hassas oldum.”
“Ben de öyle! O sesin kime ait olduğunu biliyorsun—yemeğinin geldiğini duyuyorsun ve hemen tepki veriyorsun!”
“Ne oburuz!” dedi Lishu, ardından karşı taraftan kıkırdamalar duydu. “Kulakların çok iyi, Sotei. Beni aşağıda duydun, bu yüzden benimle konuştun.” Yapının eski hâline rağmen, bir alt kattaki sesi yakalamak oldukça iyi bir işitme gerektirirdi. Lishu ise yukarıda olup bitenleri neredeyse hiç duymuyordu.
“Doğru, sanırım işitmem gerçekten iyi. Mesela şu an merdivenlerden birinin yukarı çıktığını söyleyebilirim.”
Lishu dikkat kesilip dinledi, gerçekten de yaklaşan ayak seslerini duydu. Bunun Kanan olduğuna emindi, ama adımlar onun odasının önünden geçip yukarıya doğru devam etti.
“Bir saniye,” dedi Sotei. Bir süreliğine ortadan kayboldu, sonra bir takım tıkırtılar eşliğinde geri döndü. “Ah, bu çok sıcak! Üzgünüm ama bugün deniz mahsullü lapa var.”
“Off. İçinde ne var?”
“Sanırım bu kurutulmuş karides. Burada da biraz domuz eti olabilir...”
“Sanırım onları yiyebilirim...” En sevdiği şeyler değildi, ama ya onları yiyecekti ya da açlıktan ölecekti. Yiyecekler hakkında yaygara koparsa, Kanan’ın işini daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramazdı.
Kanan’dan söz açılmışken, Lishu düşündü, geç kalmıştı. Kahvaltıyı getirmek bu kadar uzun sürebilir miydi? Sotei’nin yemeği çoktan gelmişti bile. Aslında, Lishu son birkaç gündür Kanan’ın hep ağırdan aldığını fark etmişti—ama Kanan geri döndüğünde Sotei’yle yaptığı sohbetler kesildiği için, cariye bu gecikmeleri görmezden gelmeye razıydı.
Tavandaki küçük bir borudan, Lishu Sotei’nin yemek yiyişini duyabiliyordu. Yanında hizmet edecek nedimeleri olmadığını iddia ediyordu, ama pirinç lapası hâlâ sıcak olduğuna göre, biri aceleyle yemeği getirmiş olmalıydı.
“Hey, Lishu, bir şey öğrenmek ister misin?”
“Ne?”
“Bu katla ilgili.” Lishu pagodanın üçüncü katındaydı, Sotei ise onun üstündeki dördüncü katta. Dışarıdan bakıldığında kule on kat ya da daha fazlaymış gibi görünüyordu. “Söylenene göre dördüncü katın üstü onlarca yıldır kullanılmıyormuş. Bizim bulunduğumuz katlardan bile daha harap durumdalar. Aşağı inerken muhafızların önünden geçmek zorundasın, ama kimse yukarı çıkmadığı için üst katlara gitmene engel olan yok.”
“Vay, gerçekten mi?”
“Gerçekten. Belki de üst katlardan kaçmanın imkânsız olmasındandır.”
Kulenin çevresinde pencereler vardı, ama birini kırıp dışarı çıksa bile yükseklik göz önüne alınmalıydı. En azından Lishu’nun elinde aşağıya sarkacak bir merdiven yoktu ve bunu denemek de istemiyordu. Böylesine göze batan bir kaçış girişimi asla muhafızların gözünden kaçmazdı.
Asıl büyük sorun ise, Lishu dışarı çıkmayı başarsa bile gidecek hiçbir yerinin olmamasıydı. Sürekli bekliyor ve Lady Ah-Duo’nun kendisini ziyaret etmesini umuyordu, ama eski cariye hiç kuleye gelmemişti. Son görüşmelerinin üzerinden tam on gün bile geçmemişti aslında, ve Lishu bu konuyu dile getirmenin şımarıklık olacağının farkındaydı.
Ne eczacıdan ne de babasından bir haber gelmişti. Çok zaman geçmediğini söylemek kolaydı, ama her geçen gün Lishu’nun kaygısını artırıyordu. Eğer konuşacak Sotei olmasaydı, aklını çoktan kaybedebileceğini düşünüyordu.
“Bir fikrim var. Yukarı katlara gitmeyi denemek ister misin?”
O teklif, o an geldiğinde Lishu’nun kalbinde bir şimşek gibi çaktı. “Ne? Ne demek istiyorsun, yukarı katlar mı?”
“Üçüncü ve dördüncü kat arasındaki muhafız günde üç kez değişiyor. Nöbetçi, sıradaki kişiyi çağırmak için aşağı iniyor ve o birkaç dakika boyunca orada hiç kimse olmuyor. Tabii tüm muhafızları aynı anda değiştirmiyorlar, bu yüzden aşağı inmek imkânsız ama yukarı çıkabilirsin. Benim için fark etmez, istediğim zaman yapabilirim. Dördüncü katın üstünde kimse yok.”
Yani, yukarı çıkabilirdi.
“Oradan bütün başkenti görebiliriz. Neden bir bakış atmayalım ki? Ne zararı var?”
Lishu hemen cevap vermedi. Sotei’nin sözleri ona doğru süzülürken, onlara neredeyse tatlı, neredeyse acımsı bir koku eşlik ediyordu. Lishu, başkenti görmeyi çok istiyordu ama yine de tek bir adım atmadı. “Yanımda bir nedimem var,” dedi. “Eğer ortadan kaybolursam, hemen fark eder.”
“Ona benden bahsetmedin. Neden ki?”
Lishu bu soruyu cevaplamayı zor buldu. Tavandan gelen bir sesi açıklamak zaten başlı başına karmaşıktı, ayrıca Kanan’ın Sotei’yle konuşmasını durdurmaya çalışacağından korkuyordu.
“Yoksa onun ne düşüneceğinden mi korkuyorsun? Seni burada yalnız bırakıp özgürlüğün tadını çıkaran o hizmetkârın?”
Lishu’nun omurgasından aşağıya bir ürperti indi ama Sotei’nin söylediklerini inkâr da edemedi. Baş Nedime Kanan’ın tek kişi olduğunu ve günün her anında yanında olamayacağını Lishu gayet iyi biliyordu. Ama yine de, şu anda bile, Kanan dışarıda temiz havanın tadını çıkarırken Lishu burada çürüyüp gitmiyor muydu?
Cariye başını hızla salladı, sanki bu düşünceleri kafasından atmak ister gibi. “O öyle bir şey yapmıyor!”
“Hayır, tabii ki hayır. O kadar nazik bir hanım ki, seni burada bırakıp unutmaz, Lishu.” Sotei, belki de Lishu’ya biraz acıdığı için sözlerini geri almaya çalışır gibi görünüyordu. “Sadece keşke buradaki manzarayı görebilseydin. Keşke seninle paylaşabilseydim. Eğer fikrini değiştirirsen, yukarı gel. Nedimene yarım gün izin ver yeter—o kadar zaman fazlasıyla yeter. Nöbet değişimleri şöyle oluyor…”
Lishu yere bakarak, Sotei’nin nöbet değişimlerinin zamanını anlatışını dinledi. Sonra Sotei, yemeğini toparlamak için ayrıldı; boruyu tavandan çekip aldı ki Kanan fark etmesin.
Ayak sesleri yeniden duyuldu ve bu kez gelen Kanan’dı. Odaya girerken, “Sizi bu kadar beklettiğim için özür dilerim, Lady Lishu,” dedi. Yüzünde biraz ter vardı ama bir ara üstünü değiştirmeye fırsat bulmuş, yeni bir kuşak takmıştı.
Kanan, Lishu’nun kahvaltısını masaya koydu ve cariye kâseyi alarak nefret ettiği deniz mahsullü lapa çorbasına başladı. Taş gibi soğumuştu, ağızda yapış yapış bir macun gibi, koyu, yapışkan ve tatsız.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.