Yukarı Çık




125   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz

Bölüm 16: Basen ve Lishu
Maomao ve Jinshi haber alır almaz atla kuleye koştular. Fayton ayarlayacak vakit yoktu; bunun yerine, habercinin geldiği ata el koydular, dizginleri Jinshi tuttu. Maomao izin isteme gereği duymadan onun arkasına atladı. Jinshi sadece,
“Çabuk gideceğiz. Düşme,” dedi.
Bunu onay sayan Maomao, yüzünü onun parfüm kokan sırtına bastırıp dik durmaya çalışarak kendini hazırladı.

Sarayın önüne vardıklarında Jinshi, resmi mührünü göstermek için bile vakit kaybetmek istemediğinden maskesini çıkardı. At, Cariye Lishu’nun hapsedildiği kuleye yönelirken yavaşlamadı bile.

Pagodanın önünde şimdiden kalabalık toplanmıştı. Muhafızların yanı sıra bakakalan bürokratlar ve saraylı hanımlar da vardı; askerler onları geride tutmak için uğraşıyordu. Saraylı hanımlar Jinshi’yi fark eder etmez yüzleri kıpkırmızı oldu—ama ardından Maomao’yu görünce öfkeyle çarpıldılar. Ne var ki Maomao da Jinshi de onları önemsemedi; bu gibi şeylerle vakit kaybedecek zamanları yoktu.

Pagodanın en üst katında bir kadın görülebiliyordu. Uzaklara bakan, saçı başı dağınık genç bir kadın—Cariye Lishu’ydu bu. Ne yaptığı belli değildi; sanki gökyüzüne uzanıyormuşçasına bir elini ileri doğru uzatıyordu.

Orada ne yapıyor? diye düşündü Maomao. Bina öylesine eskiydi ki bastıkça gıcırdıyordu; ürkek cariyenin kendi isteğiyle en üst kata çıktığına inanmak zordu. Yüz ifadesi çok uzakta kaldığından seçilemiyor, tam olarak ne yapmaya çalıştığı da anlaşılamıyordu.

“Bırakın geçeyim! Bırakın geçeyim!” diye haykıran tanıdık bir ses duyuldu. Maomao, muhafızların tuttuğu kişinin Lishu’nun baş nedimesi olduğunu fark etti. Kadın, sanki kulenin kapısına yetişebilecekmiş gibi kollarını uzatıyordu ama muhafızlar izin vermiyordu.
“Hanımım Lishu—!”

Kadının kıyafetleri çamur içindeydi. Bu, sanki muhafızlar tarafından tutulurken değil de, birinin üzerine çamur fırlatmasıyla olmuş gibiydi.

Ama baş nedime tanıdık tek yüz değildi.

“Ne oluyor?! Cariye Lishu’nun taa orada ne işi var?!” Basen nefes nefese koşup geldi. O da haberi duymuş olmalıydı. Belki de haber ona egzersiz yaparken ulaşmıştı, çünkü üzerinde resmi kıyafetleri değil, dövüş sanatları idmanına uygun bir giysi vardı.

Telaşlı nedimenin yanına genç bir adamın bağırarak eklenmesi ortalığı daha da karıştırdı. Şimdi muhafızlar, illa ki pagodaya girmek isteyen Basen’le de uğraşmak zorundaydı. Onu geriye itmeye çalıştılar, ama sonunda kendileri sürüklenip götürüldü.

Ah, o meşhur kuvvet. Maomao, batı başkentinde bunu bizzat deneyimlemişti—ama burada yalnızca kaba bir fiziksel güçten fazlası olduğuna dair bir hisse kapılıyordu. Yine de bunu düşünecek zamanı yoktu; şu an çözmeleri gereken mesele cariye Lishu’ydu.

“Sakin olun!” Gür ve berrak bir ses yankılandı. Basen de başnedime de sesin sahibine, Jinshi’ye, bakakaldılar. Jinshi atının dizginlerini bir askere bırakıp ikisinin yanına doğru yürüdü.
“Ben gideceğim.”

“A-Ama...” diye kekeledi başnedime.

“Dedim ki, ben halledeceğim.” Jinshi’nin yüz ifadesi itiraza yer bırakmıyordu. Başnedime yere çöktü. Yüzünde ince kırmızı bir çizgi vardı, saçlarının arasında pirinç taneleri duruyordu.

Acaba birileri ona sataşmış mıydı? diye düşündü Maomao. İmkânsız değildi. Arka sarayda olmanıza gerek yoktu, nahoş insanlarla her yerde karşılaşabilirdiniz. Hanımı hakkında zina şüphesiyle tutuklandığına dair söylentiler dolaşırken, başnedimenin de bu tür misillemelere maruz kalması şaşırtıcı olmazdı.

Maomao’nun gördüğü kadarıyla, Lishu’nun yanında bulunan tek nedime oydu. Demek ki cariyeye bu zamana kadar kendi başına bakmış olmalıydı, yardım edecek kimse olmadan. İlk başta Maomao onu sadece huysuz bir yemek tadıcısından ibaret sanmıştı—ama insanların ne kadar değişebileceğini şimdi fark ediyordu.

“Cariyeyi neden yalnız bıraktın? Yemeğini almaya mı gidiyordun?” diye sordu Jinshi. Sesinde ne şefkat vardı ne de soğukluk.

Onun bu dengeli tavrı, başnedimenin de kendini toparlamasına yardımcı oldu. Kadın şöyle dedi:
“Hanımım son günlerde çok üzgündü. Dışarı çıkamaması ve temiz hava alamaması yüzünden belki de zayıf düşmüştü. Bugün sanırım sınırına vardı. Beni odasından kovdu—artık kimseye güvenmiyor gibi görünüyor.”

“Yani siz de sakinleşene kadar onu kendi haline mi bıraktınız?”

“Evet efendim. Zaten kıyafet değiştirmem gerekiyordu… Gerçi şimdi tekrar yapmak zorunda kalacağım galiba.” Kirlenmiş eteğine baktı.

Jinshi başını salladı ve kapıya yöneldi.

“Seninle geliyorum,” dedi Basen, arkasından gitmek üzereydi ki adam sadece ona baktı.

“Gelmenize gerek yok. Bu sizin göreviniz değil.”

Basen kaşlarını çatarak yumruklarını sıktı.

Haksız da değil, diye düşündü Maomao. Jinshi, arka sarayda çalışırken Cariye Lishu’yla bizzat tanışmıştı, ama Basen sadece onun batıya yaptığı yolculuğa eşlik etmişti. Ona karşı ne hissederse hissetsin, meseleye karışması onun işi değildi.

“Ama—” diye başladı, yüzünde acı bir ifade vardı.

“Sen benim yardımcım sayılırsın. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun, değil mi?”

Basen hiçbir şey söylemedi.

“En kötü ihtimali göz önünde bulundur ve buna hazırlık yap. Bunu yapabilecek tek kişi sensin.” Bununla birlikte Jinshi kuleye girip gözden kayboldu.

Ona gerçekten güveniyor. Jinshi’nin doğru kararı verip vermediğini bilmiyordu, ama bunun zor bir seçim olduğunu anlıyordu—ve kendisinin de elinden geleni yapması gerektiğini görüyordu.

Basen bir an derin derin düşündü, ardından görevlilerden birini çağırıp talimat vermeye başladı. Battaniye ve yatak ne bulurlarsa toplamalarını söylediğini sanmıştı, ama Lishu bu kadar yüksekteyken bunun faydası olmayacaktı.

Bu sırada Maomao, yalnızca kendisinin yapabileceğini yaptı. Hizmetçinin sırtını ovarken sordu:
“Cariye Lishu başka garip bir davranış sergiledi mi?”

Kadının yanağındaki tırmık izini fark etmişti; Lishu bir çeşit kriz geçirmiş olabilir miydi, diye düşünüyordu. Normalde çok uysaldı, ama bu kadar kuşkucuysa şaşırtıcı sayılmazdı.

“Garip mi denir bilmem ama… son zamanlarda tavana özellikle merak salmış gibiydi. Ahşaptaki bir delik onu rahatsız ediyor gibiydi.”

Üst kattaki bir şey mi kafasına takılmıştı? Bu yüzden mi en üst kata çıkmıştı?

“Bence üstümüzde birileri vardı. Bazen odamıza garip bir koku geliyordu, yukarıdan geldiğini sanıyorum.”

“Garip bir koku mu?”

“Evet… Parfüm gibiydi, ama daha önce hiç duymadığım bir koku. Ben pek hoşlanmadım, ama cariyenin hoşuna gitmiş gibiydi.”

“Çok fazla zamanını, en çok göze çarpacağı yerde oturarak geçirdi.”

Maomao başını yana eğdi ve bu kez muhafızlardan birine döndü.
“O kulede başka kimse var mıydı?” diye sordu.

Muhafızlar birbirlerine bakıp irkildiler. Yüzlerinden, bir şey bildikleri ama söyleyemedikleri belli oluyordu.

“Başka kimse var mıydı?!” diye üsteledi Maomao — ama cevap beklenmedik bir kaynaktan geldi.

“Var mıydı değil. Var.” Gözlüklü, elinde abaküs tutan, saçı başı dağınık bir adam konuşmaya doğru koşturdu. “Her kim kuleye konacaksa, onlardan mümkün olduğunca uzak tutulmasını rica etmiştim.” Bu, muhafızlara üstü kapalı bir azarda bulunan Lahan’dı.

“Özür dileriz, efendim. Kule eski… Üst katlar kullanılabilir halde görünmüyordu.”

“Zaten oraya başka kimsenin konulacağını düşünmemiştim. Hele ki bir cariyenin asla.”

“Ne demek istiyorsunuz?” dedi Maomao.

“Sadece istediğim şeyin yapılmış olmasını. Yoksa diplomatik bir olaya dönüşebilirdi.”

“Diplomatik olay mı?” Maomao hiç anlamamıştı. Bununla ne ilgisi vardı ki?

“Sana demiştim o batılı güzelle olan toplantıma gelmeliydin. Bunu benden o istedi.”

“Şu batılı güzeliniz... Özel elçi mi demek istiyorsunuz?!”

“Sesini alçalt,” dedi Lahan ve Maomao’nun ağzını eliyle kapattı.

Muhafızlar bir şey duymamış gibi görünüyordu ama Lishu’nun baş nedimesi tepki verdi.
“Özel elçi... Evet, şimdi hatırladım!”

“Ne oldu?” diye sordu Maomao.

“Bana Lishu hanımla ilgili olağan dışı bir şey olup olmadığını sormuştunuz. Ve şimdi aklıma geldi...”

“Evet?! Ne?!” Maomao kadını omuzlarından yakaladı, neredeyse sarsıyordu.

“Nedimelerden biri bir kuş saldı. Elçiden aldığımız beyaz bir kuş.”

“Bir kuş mu? Aynaya ne oldu?” Maomao, elçilerin yüksek cariyelerin her birine büyük aynalar hediye ettiğini sanıyordu — Lishu bir tane almamış mıydı?

“Bir ayna almıştık, ama Cariye Lishu’ya ayrıca bir çift çiftleşen kuş verilmişti; en genç olduğu için. Elçiler, ailesinden bu kadar uzak olduğu için kendini yalnız hissedebileceğini düşünmüşler.”

“Ve kuşların buna yardımcı olacağını mı sanmışlar?”

“Sanırım öyle. Ama Lady Lishu, herhangi bir hayvanın kürküne ya da tüylerine dokunduğunda hemen hapşırmaya başlıyor. Bu yüzden kuşları pek göremedi. Onlarla ilgilenemediği için üzülüyordu ve bakımını bir nedimeye bıraktı. Bir süre önce, Lady Lishu ortalıkta yokken, kadın kuşu serbest bırakmış. Aslında… korkarım ikisini de salıvermiş.”

Kuşlar… Serbest mi bırakıldılar?
Maomao’nun içindeki parçalar yavaş yavaş yerine oturuyordu. Bu kadar önemli olmasının sebebi neydi? Hafızasında deli gibi arandı. Yoksa…

“Bu kuşlar… güvercin olmasın?”

“Olabilir. Ben onları hiç görmedim, bu yüzden emin değilim, ama galiba ötüşlerini duymuştum.”

Güvercinler yuvalarını bulmayı bilirdi. Lishu’nun romandan kopyaladığı sayfa bir sicim gibi dürülmüştü. Ya o sayfa bir güvercinin ayağına bağlandıysa?

Başka bir şey daha vardı. “Geçen yaz, elçiler için verilen ziyafette sana biri yaklaşmamış mıydı? Elçilerin kendileri değil, onların hizmetkârlarından biri.”

“Şimdi siz deyince…”

Nedimeler arasında biri şöyle bir şey söylemişti:
“Batı beyefendileri hem çok cömert hem de pek yakışıklılar!”

Bunu nasıl gözden kaçırdım?! diye düşündü Maomao. Kitabın mutlaka gelen kervan tarafından satıldığından emindi. Mantıklıydı—batıdan gelen biri, başkenttekilerden çok daha önce çeviriyi ele geçirebilirdi.

Ama elçiler, kendilerini imparatora ve imparatorun küçük kardeşine pazarlamak için gelmişti. Elbette önce saray kadınlarını yoklayacak, elde edebilecekleri her türlü bilgiyi toplamaya çalışacaklardı. Ve doğal olarak en savunmasız görünen kişiyi hedef alırlardı. Eğer keşifleri sırasında Lishu’nun manipüle edilmesi en kolay cariye olduğuna karar verdilerse, ondan sonra neden özellikle onu hedef aldıkları da açıklığa kavuşuyordu.

Bizi oyuna getirmişlerdi! Maomao’nun çoktan fark etmesi gerekirdi. Hele ki elçilerden birinin Shi klanıyla bağlantılı çıkmasına ve tamamen masummuş gibi davranabilmesine rağmen…

Pişmanlık zamanı değildi şimdi.
“Pekâlâ, Lahan. O kuledeki kim?”

Lahan, Maomao’ya doğru eğildi ve bir isim fısıldadı. O ismi duyduğunda Maomao’nun alnında soğuk terler belirdi.

Beyaz Ölümsüz.

Onca ihtimal arasından... Bu isim Maomao’nun, cariyenin odasına süzülen o garip kokuya dair merakını daha da artırmıştı. Beyaz Hanım’ın ilaçlar hakkında bildikleri düşünüldüğünde, Lishu’nun muhakemesini köreltecek bir şeyi tütsülerin arasına karıştırmış olması gayet olasıydı.

Maomao, Lahan’ı iterek kulenin yolunu tuttu. Basen ortalıkta yoktu; belli ki Jinshi’nin “en kötü ihtimale hazırlıklı ol” uyarısını ciddiye almıştı. Ama şimdi onunla oyalanacak vakit yoktu. Önceliği, Cariye Lishu’nun başına neler geldiğini görmekti.

Şaşkın muhafızların arasından sıyrılıp kuleye girdi. Koridor, merdiven, koridor, merdiven... Başını döndürecek kadar tekrar etti bu düzen. En tepe kata ulaştığını, ancak orada bir grup adam gördüğünde anladı.

Açık bir kapının önünde Jinshi duruyordu. Kapının ardında, balkonun kenarında Lishu vardı; gözleri donuk, dalgın bakıyordu. Jinshi ona sakin bir sesle sesleniyordu. Balkon ise dökülmek üzereydi; Lishu hafifti, ağırlığını taşıyabilirdi, ama Jinshi oraya adım atsa ayağı doğrudan zemini delip geçebilirdi. Onu konuşturarak binaya geri çekmeyi umuyordu, ama işin gidişatına bakılırsa pek yolunda gitmiyordu.

“Kımıldama... Uzak dur...” diyordu Lishu. Ama kime bakıyordu? Başını hafif hafif sallıyor, yüzü korkuyla buruşuyordu. Karşısında herkesin hayranlıkla andığı güzellikte bir bey duruyordu; fakat o, sanki bir canavar görmüş gibi acı çekiyordu. Gözleri Jinshi’nin güzelliğine kördü; bambaşka, hayali bir şeyi görüyordu.

“Cariye...” dedi Jinshi, nazikçe, onu daha da ürkütmeden. Düşüncesi doğruydu—onu sakinleştirip kendine getirene kadar konuşabilirse belki başarılı olabilirdi.

Maomao, Jinshi’nin arkasında sessizce durdu. Jinshi’nin balkona çıkması riskliydi; Lishu’ya yaklaşacaklarsa bu işi Maomao yapmalıydı.

“Ben gideceğim,” dedi.

“Bekle, dur!” diye seslendi Jinshi, ama Maomao onun elini kenara itti. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendisi de bunu yapmak istemiyordu. Ya ayağı zemini delip düşerse? Hem, cariye ne diye buralara kadar çıkmıştı ki?!

Bu, Maomao’nun aklını kurcalayan acı sorulardan yalnızca biriydi; ama aptal gibi, sonuçları umursamadan ileriye atıldı. O tekneye binmişti ve sonuna kadar da binmeye devam edecekti. İçinde durdurulamaz bir düşünce büyüyordu: buraya kadar gelmişken, Cariye Lishu’ya yardım edecekti.

“Cariye,” dedi. “Lady Ah-Duo sizi bekliyor.”

Bu, oldukça yerinde bir seçimdi: tam da şu anda ailesinden bahsetmek, istenenin tam tersini doğururdu; Jinshi-sama’nın varlığı bile Lishu’yu geri getirmemişti. Bunun yerine, Maomao cariyenin şu anda en çok güvendiği kişinin adını anmıştı.

Bu seçim, cariyeden küçük bir tepki kopardı. “Lady... Ah-Duo...?” Bu isimden hiç korkuyormuş gibi görünmedi.

“Evet. Birazdan burada olacak. Onun gelmesinden önce üstünü değiştirmen gerek.”

Maomao, Lishu’ya doğrudan “bizimle geri gel” dememeye dikkat ediyordu. Tek istediği, cariyenin balkona doğru hareket etmesiydi. Sakin ol ve hareket et…

Ama işler hiçbir zaman bu kadar basit değildi.

Tatlı-acı bir koku Maomao’nun burnuna ulaştı. Ayak sesi bile çıkarmadan bir şey yanlarından geçti; öyle doğanın bir parçası gibiydi ki, kimse ilk anda fark etmedi. Beyaz Hanım, bir esinti kadar sessizce yanlarından süzüldü geçti.

İlk fark eden Jinshi oldu; onu durdurmak için harekete geçti, ama—

“Gah ha ha ha ha ha ha ha ha ha!”

İnce, kulak tırmalayan bir kahkaha. Yaptığı tek şey buydu—kahkaha atmak. Kırmızı gözleri neredeyse kapanmış, sesi vahşi bir hayvanınki gibiydi. Maomao’nun teninde ürperti yükseldi. İçgüdüyle Cariye Lishu’ya uzandı—ama çok geçti.

Lishu’nun mevcut hâlinde bu kahkaha bile onu kışkırtmaya yetmişti. Yüzü çarpıldı, korkuyla trabzana yaslandı. Kadının kahkahaları onu dehşete düşürmüştü.

Çürük trabzan, Lishu’nun narin ağırlığını bile taşıyamadı ve genç kadın boşluğa doğru geriye yuvarlandı.

Maomao balkondan fırladı, ama döşemeler de çöktü ve o da düşmeye başladı. Tam bedeninde rüzgârın darbelerini hissetmeyi beklerken, karnına gelen bir baskı hissetti.

“Hayır!” Jinshi onu son anda yakalamıştı.

Maomao’yu tutmuştu, ama Lishu’yu yakalayamamıştı. Maomao’nun eli bomboştu, Lishu ise artık yoktu.

Demek her şey böyle bitecekti.

Lishu gülümsedi. Bedeni boşlukta düşüyordu. Çok geçmeden yere çarpacak ve bir daha asla uyanamayacağı bir uykuya dalacaktı.

Az önce bulanık gelen çevresi birden keskinleşti. Çöken balkonu, her zamanki gibi kayıtsız davranan eczacı kadını görebiliyordu. Ah... Demek birisi onunla konuşuyormuş gibi hissettiren şey buymuş. Eczacı olmalıydı.

Lishu düşüyordu; kimse tarafından sevilmeyen, kimseye gerekli olmayan biri olarak. Hep engel olmuştu, belki de var olmaması daha iyiydi. Artık alay edilmeyecek, gülünmeyecek, görmezden gelinmeyecekti. Artık kimse ona gaddarca gülümsemelerle bakmayacaktı. Yine de yere yolculuk çok uzun sürüyor gibiydi; o kadar uzun ki, belki de gerçekten kanat çıkarmış ve bir kuş gibi uçup gitmiş olabileceğini düşündü. Hayır, böyle hayallere kapılmamak daha iyiydi. Gerçekliğe döndüğünde dayanmak daha da zor oluyordu.

Gözlerini kapadı, sonu karşılamaya hazırlanıyordu ki bir ses duydu.

“Cariye!”

Ses tanıdık geliyordu. Kime aitti bu? İstemsizce o yöne baktı.

Çok katlı çatıların üzerinde bir adam duruyordu. Yetişkin görünüyordu ama henüz sakal ya da bıyık çıkacak yaşta değildi. Yüzündeki narin hatlar belleğinde bir şeyleri kımıldattı.

Bu, batı başkentindeki ziyafette onu aslandan kurtaran genç adamdı. Ona teşekkür etme fırsatı hiç bulamamıştı. Defalarca düşünmüş, ama bir türlü yapamamış, sonunda da bir mektup göndermeyi kafasına koymuştu. Şimdi geriye dönüp bakınca, göndermemiş olmasına sevinmişti. Çünkü onun etrafındaki çirkin şüpheler o genci de yutabilirdi.

Ama keşke—artık çok geçti—keşke ona en azından ne kadar minnettar olduğunu söyleyebilseydi. Dudaklarını araladı. Onun duyması imkânsızdı, ama en azından şu iki basit kelimeyi iletebileceğini düşündü: Teşekkür ederim.

Ama dudaklarını oynatmaya fırsat bulamadan genç adam inanılmaz bir şey yaptı. Çatının üzerinde koşmaya başladı; eski kiremitler ayaklarının altında parçalanıyor, parçalar etrafa saçılıyordu. Ayaklarının altındaki güvensiz zemine rağmen genç adam havaya sıçradı—ve Lishu’yu yakaladı.

Ne yapıyordu o?

Belki kafasından zoru vardı. Çünkü bu yükseklikten düşüşten kimse sağ çıkamazdı. Eğitimli bir asker bile değil—hele ki kucağında fazladan bir kişi taşırken. Ama yine de Lishu’yu sıkıca kollarına almıştı.

Neden? Neden değersiz bir genç kızı kucaklıyor, sımsıkı tutuyordu? Bu anlamsızdı; sadece ikisinin birden ölümüne yol açardı. Lishu, keşke bunu yapmasa diye düşündü. Neden yapıyordu bunu?

Gözlerinden yaşlar süzüldü. Ama genç adam, Lishu’nun hissettiklerinden habersizmiş gibi, beceriksiz bir gülümsemeyle ona baktı.

Sonra büyük bir gürültü oldu. Genç adamın sol bacağı bir alt çatıya takıldı, ama sadece bir anlığına; ardından tekrar düşmeye başladılar, bacağı tuhaf bir açıya bükülmüştü.

“Dur—” dedi Lishu, ama “Dur” kelimesini tamamlamadan genç adam sağlam kalan sağ bacağıyla diğer çatıya tekme atıp kendini ileri fırlattı. Darbenin gücü öylesine büyüktü ki birkaç kiremit yerinden kopup düştü.

Dallar hışırdadı, büyük ağaçların arasına daldılar. Lishu taze yaprak kokusunu aldı. Genç adam bir eliyle Lishu’yu tutarken diğer eliyle dala sarıldı. Ama ağırlıkları çok fazlaydı; eli kaydı, tırnakları gövde boyunca sıyrılarak indi.

Düşüşleri başka bir büyük darbe ile son buldu. Çarpma vardı, ama acı yoktu. Lishu aslında yere vurmamıştı; genç adam onun altına girmiş, korumuştu—altlarında ise şilteler vardı. Etrafına baktığında her yerde şilteler serili olduğunu fark etti.

Ama genç adamın iki bacağı da kırılmıştı; sol elindeki tırnaklar kopmuş, parmakları kanıyordu. Üstelik şiltelerin varlığı, düşüşte sırtını incitmesini engellemeye yetmemişti.

O bir harabeye dönmüştü—ama hâlâ o beceriksiz gülümsemeyi taşıyordu.

“Neden?” dedi Lishu. Soruyu tam soramadı: Neden onu kurtarmıştı? Neden onu ölüme bırakmamıştı? Kendi bedenini parçalayarak onu koruyan birine nasıl karşılık vereceğini bilmiyordu.

Genç adamın tek sağlam eli —sağ eli— nedense titriyordu. Yavaşça geri çekildi, onu serbest bıraktı.
“Yaralandınız mı, hanımım?” diye sordu.

“Niye?”

Başka hiçbir şey söyleyemiyordu. Gözleri yaşlarla bulanmış, görüş alanında yalnızca genç adamın silikleşmiş, tebessüm eden yüzü kalmıştı.

“Bir yeriniz acıyor mu?” diye sordu yeniden.

Hayır! Hayır, gözyaşlarının sebebi bu değildi. Başını salladı.

“Böylesine pis, perişan bir halde karşınıza çıkmak zorunda kaldığım için özür dilerim. Acildi.”

Hayır! Bunun bir önemi yoktu.

“Fazla güç kullanmamaya dikkat ettim. Ama yine de morluklarınız olduysa, lütfen beni cezalandırmaktan çekinmeyin.”

Lishu nutku tutulmuştu. Böyle şeyler nasıl söyleyebiliyordu? Kolları onu kavradığında hem güçlü hem de nazikti. Onu bunun için nasıl cezalandırabilirdi ki?

Boğazından istemsiz bir inilti çıktı. Genç adamın yüzünde endişeli bir ifade belirdi. Hayır, hayır—onun kendisi için endişelenmemesi gerekiyordu. Kendi kırılmış bedenini düşünmeliydi.

“Beni neden kurtarma zahmetine girdiniz ki?” dedi Lishu sonunda. İmparator, sadakatsizlik şüphesi taşıyan bir cariyeyi elbet gözden çıkarırdı. Genç adamın hayatını riske atıp onu kurtarmasının bir anlamı yoktu.

“Kendinizi küçümsemeyin. Sizi kurtarmak her şeye değerdi. Bu yüzden yaptım.” Sağlam olan tek eliyle usulca Lishu’nun yanaklarından süzülen gözyaşlarını sildi. “Sadece mutlu olmanızı istedim. Hepsi bu. Belki de böyle bir dilek bile sıradan bir asker için haddinden fazla bir arzuydu.” Ve yine o gülümseme.

Lishu’nun dudakları titreyerek kıvrıldı. Üzerinde neredeyse hiç makyaj yoktu, gözleri şişmiş, yüzü kızarık olmalıydı. Genç adamın onu bu halde görmesi yeterince utanç vericiydi—ama birazdan yapacağı şey, utanmasını daha da katladı.

Yüzünü onun göğsüne gömdü.

“Lishu?! Yani, Cariyem?!”

Genç adam paniğe kapılmıştı; göğsünde, kalbinin telaşlı çarpışlarını duyabiliyordu. Bu artık utancı aşan bir durumdu—birilerinin onları böyle görmesinden önce ondan uzaklaşmalıydı, yoksa gerçekten bu genç adamla sadakatsizlik içinde olduğundan şüphelenilecekti. Normalde böylesine çılgınca bir hareket kalbini hızla çarptırmaya, kanını beynine fırlatmaya yeterdi.

Ve gerçekten de nabzı çok hızlı atıyordu. Ama aynı zamanda sakindi, yüzü genç adamın göğsüne gömülü haldeyken… Göğsü hafifçe ter kokuyordu, ama aynı zamanda taze yaprakların, yeni filizlenmiş hayatın kokusunu da taşıyordu.

Lishu içtenlikle, bu kısa anın bir saniye daha sürmesini diledi.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


125   Önceki Bölüm