Yukarı Çık




138   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz

Bölüm 11: Kutlamadan Önce

Yazın en sıcak zamanıydı ve başkentte şenlikli bir hava hakimdi. Dört bir yandan gelen ziyaretçiler, paranın cömertçe akmasını sağlıyordu. Etkinlikler ve olaylar adım adım büyüyor, en sonunda kendiliğinden ortaya çıkan gayriresmî bir festival havasına dönüşüyordu.

Kutlamaların kötü bir yanı yoktu aslında. Hem saray içinde hem de dışında herkesi canlı ve mutlu kılıyordu. Peki, bu canlılık saray duvarlarının içinde nasıl tezahür ediyordu?

“Aşırı çalışma.” Solgun yüzlü memur hakkında eczacının verdiği tek kelimelik hüküm buydu. Adamın gözlerinin altında torbalar vardı ve bakışları bomboştu. “Mutlaka biraz uyuyun. Kendinizi harap edip sonunda gerçekten öleceksiniz.”

Uyku çok önemliydi. İnsanlar bir-iki gün uykusuz kalabileceklerini düşünürdü ama sonunda bunun bedelini ağır şekilde öderlerdi—özellikle yaşlandıklarında. Bir ara Jinshi de tehlikeli derecede az uyumaya başlamıştı. Ne zaman zevk mahallesine gelse, Maomao ona mutlaka biraz kestirirdi.

Başkentte dükkân açmak, bürokrasiden izin almak demekti. Sokak tezgâhları aniden belirse de, gerçek bir dükkân için ruhsat gerekiyordu—en azından vergi sebebiyle. Eğer gerekli prosedürü atlamaya kalkışılırsa, en hafif ceza ağır bir para cezası olurdu; hapse atılma ihtimali de vardı.

Festivaller her zaman kalabalık çekerdi. Yabancıların gelmesi, ticaret mallarının daha kolay bulunabileceği anlamına geliyordu ve birçok insan bu mallara ulaşabilmek için başkente akın ediyordu. Bütün bunlar da sivil görevlilerin sabah-akşam, hatta gece gündüz evrak işiyle boğuşması demekti.

Askerler de meşguldü. O tuhaf stratejistin ziyaretlerinin sıklığı azalmıştı ki Maomao buna memnun olmuştu. Gerçi, yemek zehirlenmesi olayından sonra, adamın astlarının onu yakalamak için adeta bir ağ kurduklarını söylemek daha doğru olurdu.

Daha çok insan, daha çok suç ihtimali demekti ve kamu düzenini sağlamak askerlerin işiydi. Eğitim vakitlerini bu göreve ayırabilmeleri ve genel olarak “kas beyinli” olmaları sebebiyle, askerler arasında yığılıp kalanlar çok daha azdı; talihsiz memurlarla kıyaslanamazdı bile.

Ama elbette yaralanmalar da artmıştı.

“Hfff! Biraz daha dikkatli olamaz mısın?!” diye çıkıştı bir asker, Yao üç sun uzunluğundaki bir yarasına ilaç sürerken.

Bu sadece bir sıyrık, diye düşündü Maomao. Askerin anlattığına göre, izinsiz tezgâh açıp sahte ilaç satan bir adamı yakalamaya çalışırken bu yarayı almıştı. Dükkânı kapatmak isteyince adam bıçak çekmişti.

“Üzgünüm,” dedi Yao sakin bir sesle, ama Maomao onun dudaklarını büzdüğünü fark etti. Öfkeli görünmüyordu, daha çok gözyaşlarını tutmaya çalışıyor gibiydi.

En’en gizlice yardım etmeye geldi. Askerin eline bir fincan uzattı. “Bu acını biraz dindirir,” dedi; gerçi Maomao, onun sadece soğuk arpa çayı verdiğinden neredeyse emindi.

Hekimler hâlâ genç kadınların hastalarla ilgilenmesine pek izin vermiyordu, ama En’en’in bu küçük ve düşünceli dokunuşları onlar tarafından oldukça değerli görülüyordu. Söylenene göre, tıp ofisiyle ilgili şikâyetler azalmıştı.

Peki Maomao ne yapıyordu? İlaç yapıyordu tabii. Doktorlar, en azından basit merhemleri hazırlama işini ona güvenle teslim etmişlerdi. O da daha egzotik karışımlar yapma isteğini bastırabildiği sürece bu iş fena değildi. Zaten burası onun için en uygun yerdi: hastalarla ilgilenecek ne tavrı ne de Yao ve En’en ile kıyaslanabilecek bir görünüşü vardı.

“Maomao, merhem?” Kurabiye olayı yaşandıktan sonra En’en, Maomao’yla çok daha samimi bir tonda konuşmaya başlamıştı. Onun bu tavır değişikliği Yao’nun da Maomao’yla daha çok konuşmasına yol açmıştı—belki de En’en bunu özellikle, efendisinin çocukça davranışlarını değiştirmek için yapmıştı. Olabilirdi.

“Merhem, buyur,” dedi Maomao. İlacı uzatmak üzereyken gözü hastaya kaydı. O sızlanıp duran askerdi bu. Ufak bir yaraya ne kadar çok yaygara koparıyordu! Hiç ses çıkarmadan, Maomao cübbesinin içinde sakladığı başka bir merhemi çıkarıp En’en’e vermek üzere elindekilerle değiştirdi.

Mükemmel fırsat. Bu kadar gürültücü bir hasta, yeni yaptığı merhemi denemek için biçilmiş kaftandı.

Arkasından gelen sert bir ses Maomao’yu irkiltti:
“Sen ne yaptığını sanıyorsun?”

Geri döndüğünde yaşlı bir hekimin kendisine öfkeyle baktığını gördü.
“Az önce o ilaçları değiştirdin, değil mi?”

“Ha, ne demek istiyorsunuz efendim?” dedi Maomao, olabildiğince masum görünmeye çalışarak. Ama hekim, onun deneysel merhemini kapıp aldı.

Hâlâ ona ters ters bakmaya devam eden yaşlı hekim, parmağını merhemin içine daldırıp çıkardı.

“Bunun içinde bir şey var. Olağandışı bir şey katılmış.”

“Tekrar ediyorum efendim, ne demek istiyorsunuz?”

Maomao’nun bu seferki savunması, kafasına indirilen bir parmak boğumuyla sonuçlandı.

“Bilmiş ol ki, Luomen özellikle sana karşı katı olmamızı istedi.” Babasını tanıyan biriyle bu işten sıyrılması zordu. Bu hekim, sağlık ofisinin en disiplinli adamıydı ve zaten Maomao’nun buradaki yerini aile bağlarıyla elde ettiğinden şüpheleniyordu. “Buna ne koydun?”

Kısa bir duraksamanın ardından Maomao yanıtladı:
“Biraz kurbağa.” Kurbağa yağının faydalı olduğuna dair bir şeyler duymuştu ve denemek istemişti, ama kurbağalardan yağ çıkarmak zor olmuştu. Sonunda elinde kalan, doktorun şu an elinde tuttuğundan ibaretti. “Yabancı ülkelerde ilaç olarak kullanıldığını duydum.”

“Öyle mi? Ben hiç duymadım.”

Aslında Maomao da duymamıştı. Sadece işe yarayabileceğini düşünmüştü. Zehirli olmayan bir kurbağa seçmiş, üstelik herhangi bir yan etki olup olmadığını görmek için önce kendinde denemişti. Henüz zehir testinden bile geçirmediği bir karışımı başkasına denetecek kadar vahşi değildi.

“Her hâlükârda, bunu müsadere ediyorum.”

“Ne?! Hayır!”

Böylece ilacı elinden alındı. Hem de tatil gününü pirinç tarlalarında didinerek harcadıktan sonra!

“Sen… kurbağa mı dedin?” dedi Yao, yüzü bembeyaz kesilmişti. Duyduklarına inanamıyor gibiydi. “Sen ilaçlara kurbağa mı koyuyorsun? Senin kafanda bir sorun olmalı!”

Maomao, bir parmağını kulağına sokup umursamazca karıştırdı ve onu görmezden geldi. Demek ki çizgiyi aşmıştı ki, En’en dirseğiyle hafifçe dürttü. Bunun üzerine,
“Böyle şeylere aşina olmayabilirsin, ama halk arasında oldukça sıradan bir yiyecektir,” dedi.

Yao, bundan daha da inanamaz bir ifadeyle En’en’e döndü; sanki bu sözlerin doğru olup olmadığını soruyordu.

“Doğru, hanımefendi. Kurbağa sıkça yenir. Ayrıca bilmek isterseniz, bazen insanlar dilimlenmiş yılan etini balık diye satmaya çalışır.”

Yılan sözü geçince, Yao’nun yüzünde kalmış son renk kırıntısı da uçup gitti.

“Merak etmeyin, yemeğinize asla yılan gelmesine izin vermem,” diye temin etti En’en.

“Benim masamda olsalar hiç de sorun olmazdı,” diye atıldı Maomao. Küçük kemiklerin fazlalığı yemeği biraz zahmetli kılabilirdi, ama kızartıp pişirdikten sonra gayet güzel olurdu. Eğer kokusu rahatsız ederse, biraz hoş kokulu ya da tıbbi otlar işi hallederdi. Hatta Maomao, acıkma ihtimaline karşı yanında atıştırmalık olarak birkaç şiş kurutulmuş yılan eti taşıyordu. Çantasından birini çıkarıp Yao’ya sessizce uzattı, fakat Yao yalnızca başını sallayıp cansızca duvara döndü. Maomao omuz silkerek şişi geri koydu.

“Gevezeliğe son verin hanımlar!” diye çıkıştı doktor, bunun üzerine üç kadın da sohbeti kesip işlerine döndü.

Öğle yemeğini yakınlardaki yemekhanede yediler. Yemek ücretsizdi, hatta ikinci tabağı da alabiliyordun, ama çıkarılan yemek hoşuna gitmezse kendi yemeğini ya da atıştırmalığını getirmek zorundaydın.

Saray hanımları erkeklerden ayrı yemek yerdi. Genelde Yao, Maomao’ya karşı ilgisiz bir tavır takınırdı; ama yemek vakitlerinde, yemekhane atmosferinden ötürü biraz olsun ona yakınlaşırdı.

İster arka saray olsun, ister eğlence mahallesi… Kadınların yalnızca başka kadınların yanında ortaya çıkan bir tarafı vardı. Yemekhanenin köşesinde, erkeklerin görmediği ve duymadığı yerde, asıl sohbetler işte o zaman başlardı.

“Pes ediyorum. Ben askerlerden hiç hoşlanamıyorum. Maaşı iyi ama hep işi başından aşkın, kazandığının çoğu da karnını doyurmaya gidiyor. Doğru dürüst bir yemeğe bile çıkaramıyor beni!”

“Ah, berbat bir şey bu. Ama sivil görevliler de pek matah değil. Hani geçen gün bana kur yapan vardı ya, hatırlıyor musun? İyi hoştu sorması ama… of. Hayatını küf kokan raflara kitap dizerek kazanan biriyle konuşacak ne bulabilirim ki? Hediye ettiği saç tokasını bile kabul edemem. O kadar demode ki, ölsem takmam!”

“Boş ver, al gitsin. Ben seni biliyorum; nasılsa gidip rehinciye satacaksın.”

Saray hanımlarının çoğu yüksek ailelerden geliyordu, ama kişilikleri her zaman yetiştikleri kadar parlak olmuyordu. Gerçekten edepli ve düzgün bir genç hanım için bu epey zorlayıcı bir gerçekti.

Maomao genellikle yemekhanede köşedeki bir masayı seçerdi; nereye otursa Yao hemen peşinden gelirdi. Çünkü Maomao oradaysa, özellikle yeni tıbbi asistanlara karşı düşmanca tavır takınan acımasız hanımlar onlara yaklaşmazdı.

Ben sadece adil bir uyarıda bulundum, diye düşündü Maomao. Ama artık yanına bile uğramıyorlardı. Tıpkı Zümrüt Köşkü’nde olduğu gibi.

Peki ne olmuştu? Bir saray hanımı, saf olduğunu sandığı genç tıbbi asistanlara karşı önceden saldırıya geçmeye karar vermişti. Yanına bir sürü yancıyı alarak onlara yaklaşmıştı; bu haliyle, aslında başlangıçta Yao’ya epey benziyordu. Ancak Yao’nun işine açıkça tutkuyla bağlı olduğu belliydi, bu kadının ise sarayda bulunma sebebinin bir eş kapmak olduğuna dair güçlü bir izlenim vardı. Neredeyse her öğünde farklı bir erkekle yemek yemesi, kolayca elde edilebilen bir kadın olmakla gurur duyuyormuş gibi bir hava veriyordu.

Maomao, kadının ağzının çevresinde bir kızarıklık fark etmişti. “Oldukça fazla partneriniz var gibi görünüyor,” demişti. “Hastalık risklerinin farkında mısınız?” Yalnızca uyarmak istemişti.

“Ben asla hasta bir adamla birlikte olmam!” demişti kadın. Bunun üzerine Maomao, cinsel yolla bulaşan hastalıkların bazen belirti göstermediğini, partnerin hasta olmasa bile onun başka bir partnerinden bulaşmış olabileceğini ve hastalığın yine de kendisine geçebileceğini anlatmıştı. Neticede tek başına o yatakta dolaşmıyordu. Dahası, birden fazla hastalığın aynı anda bulaşabileceğini de açıklamıştı.

“Yorgunluk hissediyor musunuz?” diye sormuştu. “Mahrem bölgelerinizde şişlik ya da ağrı oldu mu? Veya kanama?”

Maomao sorularına devam ettikçe kadının rengi gitgide solmuş, en sonunda da oradan uzaklaşmıştı. Belki de, Maomao düşündü, onu Zümrüt Köşkü’ndeki fahişelerle aynı şekilde ele almak bir hata olmuştu. Ama zamanında tedavi edilmezse burnu çürüyüp düşebilirdi.

Maomao kadına tüm ciddiyetiyle yaklaşmıştı; fakat bu sırada Yao’nun yüzü kıpkırmızı kesilmişti. En’en’in ise cinsel yolla bulaşan hastalıklar hakkında pek bilgisi yoktu anlaşılan; çünkü var gücüyle not alıyordu.

Günümüze dönelim. Bugünkü yemek: lapasıyla birlikte çorba ve birkaç yan yemekten biri. Yan yemek seçimi serbestti, ama geç kalırsan favorin kalmayabilirdi. Daha önce porsiyonların az olduğundan söz etmiştik; ama bu aslında sabah ve akşam tam öğün verildiği, öğle servisinin ise esasen büyük bir atıştırmalık olduğu içindi.

Yan yemek olarak Maomao, soğuk sebzelerle buharda pişmiş tavuk aldı. Etli yemekler popülerdi ve her zaman erkenden gelenlere giderdi. Diğer iki kadın da aynı şeyi seçti.

“Bilmiş ol, seni taklit etmiyorum,” dedi Yao.

Ben öyle bir şey söylemedim ki, diye düşündü Maomao. Onun bu tavrı kendi içinde biraz sevimliydi ve bunu fark ettiğinden beri Maomao, diğer saray hanımına karşı bir tür sempati beslemeye başlamıştı. Gerçek niyetlerini gizleyen bir dalkavuğun aksine, Yao ile uğraşmak çok daha kolaydı.

Diğer yan yemekler arasında balık ve sirkeli bir şey vardı. Balık, gözlerini biraz kıstığında yılan etine benziyordu; belki de bu yüzden Yao onu istememişti. Maomao’nun biraz muzır bir yanı, bu farkındalığın ardından genç kadını biraz daha kızdırmak istedi. Her zamanki köşelerine yerleştiler, ama normalde sessizlik içinde yemek yiyen Maomao bu kez, “Bir tür yabancı soylunun geleceğini söylüyorlar, değil mi?” dedi. Son günlerde herkesin dilindeydi bu. “Çölde, yılanların ve kertenkelelerin önemli besin kaynakları sayıldığını biliyor muydunuz? Orada sürekli yiyorlar.”

Yemek kültürü yerden yere değişirdi; batıya doğru gittiğinizde bunu hemen fark ederdiniz—ve nitekim Maomao, batı başkentine yaptığı yolculukta bunu bizzat öğrenmişti. Turistik gezi yapmaya fırsat bulamamıştı ama sokak tezgâhlarında birçok tuhaf yiyecek sunuluyordu. Yılan ve böceklere karşı tiksintisi olan Suirei’nin orada ne hale geldiğini hatırlayınca, Maomao’nun içi tatlı bir hisle ısındı.

“Maomao,” dedi En’en, ona caydırıcı bir bakış atarak.

Yao’nun kaşığı havada dondu kaldı. “Artık iştahım kalmadı,” dedi ve kaşığı masaya bıraktı. Görünüşe göre Maomao biraz ileri gitmişti.

“Leydi Yao, yemeğinizi yemeniz gerek,” dedi En’en.

“Belki atıştırmalığa biraz iştahım olabilir,” diye karşılık verdi Yao, hâlâ biraz somurtarak. En’en bir an düşündü, sonra bir bez paketi çıkarıp açtı; içinden bambu bir silindir—bir mataraya benzeyen kap—çıktı. Yemekhane porsiyonları Yao’nun bitmek bilmeyen iştahına asla yetmezdi; En’en ise her zaman bir takviye hazırlamış olurdu.

“Bunu ancak yemeğinizi bitirdikten sonra alabilirsiniz,” dedi, Yao’ya bakarak. Yao homurdandı ama yine de lapasına geri döndü.

Onu idare etmeyi biliyor, diye düşündü Maomao. Matara içindekine gelince, En’en bir kâse çıkarıp içindekini boşalttı; tatlı kokulu, yarı saydam ve nemli bir şey ortaya çıktı.

“Bu mu atıştırmalığınız?” dedi Maomao. Yao gerçekten zengindi—bu lüks bir ikramdı. Yaz için mükemmel bir tatlıydı. Hatta zaman zaman İmparatoriçe Gyokuyou’nun akşam yemeklerinde bile çıkardı.

“Leydi Yao’nun favorisi,” dedi En’en. Bunu söylerken parmağını dudaklarına götürdü; Maomao’nun tatlının ne olduğunu anladığını doğru tahmin etmişti.

Ben de onu Yao’ya göz kulak oluyor sanıyordum! Yaptığı şey acımasızdı. Bu da mı Yao’nun olgunlaşması için yapılan bir şeydi acaba?

“Mmm! Biraz ılık ama yine de harika,” dedi Yao, titreyen tatlısına iştahla saldırırken.

Yemeğin adı mı? Haşma. Malzemesi mi? Kurbağaların üreme organları. Yao’nun hatırına, Maomao hiçbir şey söylememeye karar verdi.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.

138   Önceki Bölüm