Karnı aç, kafası dolu bir hâlde platformun ortasına oturdu. Bir süre sonra gölgesine alçak bir sesle,
“Bir şey olursa beni uyandır,” dedi.
Ardından gözlerini kapattı ve uyumaya çalıştı. Nihayet kendini karanlığın kollarına bıraktı ve Sunny’ye en çok ihtiyacı olan dinlenmeyi verdi.
Fakat gecenin bir yarısında, aniden gelen bir dürtü onu uykusundan sıçrattı. Sunny ayağa fırladı, uykuluydu ve gergin bir endişeyle doluydu. Devasa dokunaçlı yaratığın işini bitirmek için geri döndüğünü sandı.
Ya da belki de derinliklerden gelen başka bir dehşet onu fark etmişti ve insan etinin tadına bakmaya karar vermişti.
Ama deniz sessizdi. Şövalye heykelinin çevresinde olağan dışı hiçbir ses yoktu.
“Ne oldu?” diye fısıldadı, gölgesine.
Gölge sessizce belirli bir yöne işaret etti.
Başını çeviren Sunny gözlerini kısarak baktı. Ve neden onu uyandırmanın doğru bir fikir olduğunu hemen anladı — yoksa göremeyecekti…
Uzakta, karanlığın içinde birkaç kilometre ötede, küçücük bir turuncu ışık titreşiyordu. Dalgaların hareketiyle birlikte yansıma kaybolup geri geliyordu.
Bu mesafeden ayrıntıları seçmek imkânsızdı, Sunny bir süre sadece izlemekle yetindi. Çok geçmeden ışık kayboldu.
“Diğer Uyuyanlardan biri mi? Doğal bir olay mı? Yoksa yaratıklardan birinin kurduğu tuzak mı?”
Korkunç derin su yaratıklarının hatıraları hemen zihninde canlandı.
Başını iki yana sallayan Sunny tekrar uzandı ve uykuya dalmaya çalıştı. Fakat bu kez uyku onu kollarına almadı. Açlığı hâlâ dayanılmaz seviyede değildi ama yavaş yavaş kıvrandırmaya başlamıştı. Susuzluksa çok daha beterdi.
Sonunda, güneş yeniden doğupta karanlık denizi geri çekilmeye zorlayana kadar da uyanık kaldı.
***
Sabah olur olmaz, kıskaçlı yaratıklar gizlendikleri yerlerden çıkıp devasa leşi yemeye devam etmek için koşturuyorlardı.
Sunny bir süre onları izledi, ardından platformun diğer tarafına yürüyüp önceki gece gizemli ışığı gördüğü yöne baktı.
Başsız heykelden beş-altı kilometre kadar uzakta, zemin doğal biçimde yükseliyor ve bir tepe oluşturuyordu. Tepesinden göğe doğru diğerlerinden daha büyük bir mercan sütunu yükselmişti.
Görünüşe göre bu sütunun en üst dalları geceleri suyun üstünde kalacak kadar yüksekti.
Sunny’nin zihninde türlü fikirler vardı ama sonunda yalnızca iki soru gerçekten önem kazandı.
Birincisi — labirentin içinden geçip o mesafeyi gündüz vakti kat edebilir miydi? İkincisi — bunu denemeye gerçekten değer miydi?
Sonuçta, o turuncu ışığın kaynağının yararlı değil de ölümcül bir şey olma ihtimali fazlasıyla yüksekti.
Yeterli bilgiye sahip olmadığı için karar veremeyen Sunny, yaratıklara bakmaya devam etti. Fakat gölgesini, Gölge Kontrolü’nün menzili yettiği kadar labirentin derinliklerine gönderdi; en azından tepeye giden olası yolların başlangıcını haritalandırmaya çalışıyordu.
Mantıken konuşmak gerekirse, başsız heykelin tepesinde olduğu kadar güvenli bir yer bulması pek mümkün değildi. Tek sorun, çok geçmeden susuzluk ya da açlıktan ölecek olmasıydı.
Her iki sorun da aslında çözülebilirdi. Eğer aşağı inmeye cesaret ederse, deniz suyunu tuzdan arındırmanın birkaç yolunu biliyordu — Julius Hocanın öğrettikleri arasında bunlar da vardı. Rüya Diyarı’nda bu iş için gereken malzemeler her yerde bulunabiliyordu. Ayrıca tuzak kurarak bir kıskaçlı yaratık avlayabilir, etini yiyebilirdi. O kadar büyüktüler ki, sadece biri haftalarca yeterdi.
Böyle bir düzen kurmak en mantıklı harektti, gündüz avlan, gece çökmeden heykelin tepesinde ol. Muhtemelen en güvenli seçimdi.
Ancak bu da başka bir sorun demekti — ilerleme.
Sunny’yi hayatta tutabilirdi belki, ama ona umut veremezdi. Tabii eğer hayatının geri kalanını bu küçük alanda, başsız heykelin çevresinde, yaratıkları yiyip sonra da kendinden daha büyük bir yaratığın onu yemesinden korkarak geçirmek istiyorsa başka…
Öyle yapacağına, hemen şimdi kendini boşluğa bıraksa çok daha temiz olurdu.
Yani geriye tek bir gerçek seçenek kalıyordu: turuncu ışığın kaynağına ulaşmayı denemek. Ve Sunny bu riski gerçekten alacaksa, kıskaçlılar dev leşi tüketmeden önce yapmalıydı. En azından, labirentin bu kısmında rahat hareket ederdi.
Kararını veren Sunny, ertesi sabah başsız heykelden ayrılmaya karar verdi. Bugünü de labirentte ilerleyebileceği yollar keşfetmek ve zihinsel olarak hazırlanmak için ayıracaktı.
Bunun üzerine gözlerini kapattı ve gölgesine odakladı.
***
Gece olduğunda, karanlık denizin üstüne aniden bir fırtına çöktü. Gölge onu zamanında uyandırdı; böylece Sunny, azgın rüzgârlara ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmura hazırlık yapabildi. Normalde yağmur onu hep kötü bir ruh hâline sokardı. Ama bu kez aklında tek bir şey vardı, o da tatlı su. Platformun kenarından savrulmamak için çömelerek bekledi, ellerini birleştirip avuçlarını dolduracak kadar yağmur biriktirdi. Sonra da ağzına doğru kaldırarak kana kana içti.
Çakan şimşekler, çalkalanan denizi aydınlatıyordu. Eğer birisi şu an da Sunny’i görebilseydi, yüzündeki geniş sırıtışı fark ederdi.
Fırtına saatlerce sürdü. Sunny, platformun ortasında çömelmiş hâlde öfkesine göğüs gerdi. Birkaç kez dev dalgalar şövalyenin boynuna çarparak onu aşağı sürüklemeye kalkıştı, ama Sunny taş yüzeydeki derin oyuklara sıkıca tutundu — adeta kayaya yapışmıştı.
Sabah olduğunda, fırtına nihayet dinmişti. Her yanı ağrıyordu, ama kaybedecek zamanı yoktu.
Yaratıklar birer birer leşe doğru sürünürken, Sunny platformun kenarından sarkarak çevik hareketlerle aşağı inmeye başladı.
Bir kez daha Vahşi Doğada Hayatta Kalma derslerine minnet duyuyordu, çünkü kaya tırmanışının temel eğitimlerini de almıştı. Julius Hoca, öğrencisini her türlü zorluğa karşı hazırlamakta ısrarcıydı. Üstelik Sunny, gölgesinin yardımıyla en uygun iniş rotasını önceden belirlemiş, tutunulacak çıkıntıları bile aklına kazımıştı.
Çok geçmeden ayakları nihayet yere bastı.
Başsız heykelin boynunda çok güvende hissetse de hatta oradan ayrılmak büyük bir tehlikeyle karşılaşma olasılığını artırsada, Sunny’nin ayakları yere değince anında morali düzeldi. Son birkaç gündür süren hareketsizlik onu çok sıkmıştı. Artık planı başarısızlıkla sonuçlansa bile, kendi seçtiği yolda ilerlemiş olacaktı.
Hiç denememektense deneyip başarısız olmak, daha iyiydi.
Altındaki çamur hareketlerini biraz yavaşlatsa da o kadar da kötü değildi. Birkaç denemeden sonra, yeterince hızlı yürümeyi kavradı. Dahası, gölgede kaldığı sürece adımları hafif ve sessizdi; çamurdan hiç ses çıkmıyordu.
Uzak tepeye doğru giden patikalardan birine yöneldi ve kızıl labirentin serin gölgelerine adım attı.
Ve garip bir his bedenini sardı. Sanki labirentin ötesinde hiçbir şey yokmuşta, geriye yalnızca bu karanlık, kıvrımlı yollar kalmış gibiydi.
‘Bu yer sonsuz gibi…’
Başını iki yana sallayan Sunny, gölgesini önden keşfe gönderdi. Herhangi bir tehlikeyi önceden fark etmesi gerekiyordu. Artık hayatı, güneş batmadan önce o uzak tepeye ulaşıp ulaşamayacağına bağlıydı.
Karanlık deniz geri dönmeden, sel labirenti yeniden yutmaya başlamadan orada olamazsa… neyse, bunu düşünmek bile istemiyordu.
Gölge, önünde sessizce ilerliyordu. Bazen yukarılara tırmanıp yolların ne tarafa doğru gittiğini keşfediyordu, böylece Sunny oyalanmadan en doğru yolda ilerlemeye devam ediyordu. Yine de birkaç kez geri dönmek zorunda kaldı, kimi zaman çıkmaz sokağa girmiş, kimi zaman da yanlış yöne sapmıştı.
Buna rağmen, her şey yolundaydı.
Sunny, yürürken labirentin iç yapısını dikkatle inceledi; taşların dokusunu, çamurun altına gömülmüş belli belirsiz kemikleri fark etti. Görünenden çok daha fazla ölüm vardı burada.
Her şeyin bu kadar iyi gitmesi onu rahatlatmıştı. Biraz da kibirlenmişti belki — yaptığı hazırlıklara güvenmiş ve Gölge Gözcüsü’nü ustaca kullanarak her şeyin yolunda gideceğine inanmıştı.
Bu yüzden, tam önündeki çamur hareket etmeye başladığında hızlı tepki verememişti.
Bir sonraki saniyede, devasa bir kıskaçlı yerden fırladı. Havayı yararak çıktı ve bedenini tek seferde iki parçaya bölmek için bir hamle yaptı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.