İnsanların abur cubur yemesini açıklamak kolaydı ama kedilerin özel mama yemesi söz konusu olunca Xu Qing ne diyeceğini bilemedi. Sonunda durumu “Zamanla anlarsın” diyerek geçiştirdi.
Ne de olsa mutluluk anlatılmaz, hissedilir.
Akşam karanlığı bastırırken, Xu Qing küçük Penguin hesabını bilgisayarda açık bıraktı, sohbet penceresini açtı ve kendine defalarca hatırlattı: sadece yazışmakla kalmayacak, *Bin Milin Sesi* özelliğini de kullanacaktı. Ardından tek başına evden çıktı ve otobüsle Qin Hao ile buluşacağı yere gitti.
“Hey Haozi, neredesin?”
“Buradayım! Buradayım!”
Qin Hao daha önce gelmişti. Bir köşe masada edamame (soya fasulyesi) atıştırıyor, Xu Qing’e el sallıyordu.
“Simsiyah olmuşsun, neredeyse karanlıkta seni göremeyecektim.”
Xu Qing gülerek yürüdü. “Memur Qin, çalışkanlığın göz kamaştırıyor.”
“Çalışıyoruz işte,” dedi Qin Hao, oturmasını işaret ederek. “Hadi, bir bira iç.”
Kaşları çatılmıştı. “Hayalim suçlularla boğuşmak, belki bir darbe almak ya da birini kahramanca kurtarmaktı… Ama gerçek? Her gün saçma sapan şeyler...”
“Sevgilisiyle kavga edenler, komşular arasında arabuluculuk, iki yaşlı kadın kapı arkasından birbirine bağırıyor, ben aralarında nöbet tutuyorum... Hırsız bile görmedim! Sadece arabuluculuk, sürekli arabuluculuk. Bunca dert nereden çıkıyor, anlamıyorum.”
“Bu, toplumun huzurlu olduğu anlamına gelir. Kötü mü?” dedi Xu Qing gülerek. “Her mahalle polisi kahraman olmak mı istiyor?”
Qin Hao çocukluğundan beri polis olmayı hayal etmişti. Ortaokulda boy sınırı 1.70’ti, ve kendisi biraz kısa kalmıştı, ağlayarak yıkılmıştı. Xu Qing o zamanlar teselli edip, “Kas yaparsan belki bir istisna olur” demişti. O günden sonra Qin Hao sporun dibine vurmuştu.
Neyse ki boy şartı kaldırılıp yerini sıçrama testine bırakmıştı. Qin Hao da gece gündüz zıplama çalışmış, sonunda hedefe ulaşmıştı.
“Biliyor musun, artık paranoyak oldum. Az önce şu caddenin karşısına bakarken, bir suçlunun bıçakla çıkıp saldıracağını, benim masayı aşıp onu durduracağımı hayal ettim,” dedi Qin Hao sesi alçalarak.
“Hayal kurma,” dedi Xu Qing, hafif suçlulukla. Düşününce… Jiang He geldiğinde aşağı yukarı öyleydi.
Tabii onunki bıçak değil, kılıçtı. Allahtan o gün sağanak vardı da sokakta kimse yoktu.
Biraz daha muhabbet ettiler, sonunda elli şiş geldi. Şişe tokuşturup yemeğe daldılar.
“Ben aslında sana bir şey soracaktım. Bilmeyebilirsin ama…” dedi Xu Qing, birkaç şiş götürdükten sonra.
“Sor bakalım,” dedi Qin Hao, ağzı doluyken.
“Şimdi diyelim ki… bir evsizin hafızası kayıp. Kimliği yok ama çalışmak istiyor. Hiçbir kimlik bilgisi de yok. Ne yapar?”
“Hmm…”
Qin Hao yarım birasını dikti, iç çekip cevapladı: “Hiçbir şey yapamaz. İmkânsız.”
“İmkânsız? Neden?”
“Çünkü o kişi ‘kara nüfus.’ Elin kolun bağlı.”
“Ama kimliği olmadığı için kayıtsız değil mi zaten?” dedi Xu Qing.
“Bu bir arkadaşın mı? Kara nüfus mu?” Qin Hao şüpheyle sordu.
“Yok be abi, amcamın komşusunun yeğeni sordu. Onun arkadaşının başı beladaymış…”
“Defol git.”
Güldü ve küfretti Qin Hao. “Ailesini bulmazsa, DNA testi yapmazsa, geçmişini ispat etmezse… olmaz. Pat diye ortaya çıkıp kimlik ver demezsin.”
Xu Qing sessizce şişini kemirdi, sokağa bakarak, “Peki siz sokakta kimliği olmayan biriyle karşılaşınca ne yaparsınız?”
“Şüpheli değilse bir şey yapmayız. Sadece sorgular, araştırırız. Aranıyor mu, bakarız.”
“Nasıl sorgu?”
“İşte… dur, sen bir şey mi saklıyorsun?” Qin Hao’nun kaşları çatıldı.
“Ne saklayacağım? Daha yeni başladık, hemen kuruntuya bağladın… Sence kaçak biri mi saklıyorum da senin gibi polisten yardım istiyorum?”
Xu Qing alayla baktı.
“...Doğru aslında.”
Qin Hao düşündü ve Xu Qing’in ciddi olmadığını varsaydı.
Yine bira tokuştular. “İlk önce temel sorular sorarız, kim olduğunu anlatabiliyor mu diye. Yoksa Üç Sorgu’ya geçeriz.”
“Üç Sorgu ne?”
“Kayıp şahıs kaydı, DNA eşleşmesi, ve aranan suçlu kontrolü.”
“Ve hepsinden geçerse?”
“Hepsinden geçerse… hey, neden bu kadar sorguluyorsun?” dedi Qin Hao şüpheyle.
“Ne konuşalım ki iki erkek? Aşk mı?” dedi Xu Qing. “Biraz daha sorarsam kelepçe takarsın diye korkuyorum…”
Ellerini masaya koydu, şaka yaptı: “Bak istersen beni araştırsan iyi olur. Belki ben de kayıp biriyimdir.”
“Sen Güney Dağı Akıl Hastanesi’ndensin bence…” dedi Qin Hao. “Üç sorgudan geçemezse, yabancı girişleri ya da psikiyatrik kayıtları kontrol ederiz. Sen kesin akıl sağlığı tarafındasın.”
“Peki yine eşleşme yoksa?”
“Serbest bırakırız. Suç işlemedi ki.”
“…”
Xu Qing bir gariplik hissetti. “Peki kimlik? Yardım etmeyecek misiniz?”
“Başvuru için kanıt lazım.”
“Kanıt yok.”
“E o zaman olmaz.”
“…”
Xu Qing’in başı ağrımaya başladı. “Suçlu değiller. Neden alamıyorlar?”
“Çünkü kanıt yok.”
Qin Hao geğirdi, masaya şişle vurup açıkladı: “Farz et ben bıçak alıp seni…”
“Beni değil başkasını sapla,” dedi Xu Qing somurtarak.
“Tamam diyelim ki sen birini bıçakladın, sonra Kore’de estetik yaptırdın, geri geldin, hafıza kaybı numarası yaptın, hiç geçmişin yok, yeni hayat başlatmak istiyorsun — olur mu?”
Xu Qing sustu. Qin Hao kahkaha attı, elindeki şişi bilge gibi salladı: “Bir insan yaşadığı sürece iz bırakır. Hiç kimse durduk yere ortaya çıkmaz. Eğer biri çıkıyorsa — ortada bir sorun vardır.”
Başını sallayıp yeni bir şiş aldı. “Her adım iz bırakır… Adli bilimin babası Edmond Locard öyle demiştir.”
“Uyan artık, sen sadece dedikodu çözen bir mahalle polisisin.”
“…S*ktir.”
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.