Çamaşır makinesi çalışmaya başladı, gürültüyle birlikte sallanıyordu.
Jiang He’nin kulakları hafifçe kızarmıştı; kanepede oturmuş, hâlâ tarih videosunu izliyordu.
Yanında Xu Qing, kedi Winter Melon’ı okşarken arada bir gizlice Jiang He’ye, sonra da onun ayaklarına bakıyordu.
Bir tuhaflık vardı… Geçenlerde ayakkabılarını değiştirirken, ayakları gayet normal görünüyordu.
Birkaç gün önceki olayı hatırlayınca kafası karıştı. Bir süre düşündükten sonra telefonunu eline alıp hızlıca arama yaptı:
“Ayak bağlama ne zaman ortaya çıktı?”
Sonuçlar yağmur gibi geldi. Kimileri Sui Hanedanı, kimileri Güney Tang dönemi diyordu; ama çoğu kaynak Kuzey Song’un son dönemine işaret ediyordu…
“Hmm… Şey, ayağını bir kaldırır mısın?” “Hayır.”
“Az önceki o şey…” Xu Qing cümlesini tamamlayamadan, Jiang He’nin utançla parlayan ama öfke dolu bakışıyla karşılaştı.
O ifadeyi görünce kafasında bir şey dank etti; uyluğuna bir şaplak attı. “Aaa, şimdi anladım!”
Demek o aldığı iç çamaşırlarından küçük bedenleri hiç giymemişti!
Yani ayak bağlama falan hikâyeydi…
Xu Qing’in bakışları tekrar ona kaydı ama Jiang He hâlâ kıpkırmızı, öfkeli bir şekilde ona bakıyordu.
“Yüzsüz!”
“Ha?”
*Clang!*
Bir demir iğne masaya çarparak düştü. Xu Qing hemen sustu, önüne dönüp çamaşır makinesinin sesine odaklandı.
Demek yetersiz beslenmeden değilmiş… Sadece bağlama işiymiş. Ama… bu gelişimini etkiler mi ki…?
Winter Melon, makinenin gürültüsünden rahatsız olmuştu; Xu Qing’in kucağından kalkıp bir tur attı, sonra Jiang He’nin kucağına zıpladı. Kuyruğunu toparlayıp orada kıvrıldı.
Kedisiz kalan Xu Qing can sıkıntısıyla telefonunu açtı ve “yüzsüz” kelimesini arattı.
Ekrandaki bir eski metni sesli okumaya başladı: “Güzeller güzeli bile Chu ülkesinin kadınlarıyla boy ölçüşemezdi. Onların arasında da en güzeli, doğu köyünden bir kızdı…”
Xu Qing’in bu teatral okumasına Jiang He kaşlarını çatarak baktı ama ses etmedi, sadece kulaklarını dikti.
“Kız, ne çok uzun ne de kısa; ne pudraya ne de ruja gerek duymayan bir güzelliğe sahipti. Kaşları, teni, beli, dişleri kusursuzdu. Gülümsedi mi, insanın içini eritirdi; sayısız erkek onun büyüsüne kapılırdı.”
Jiang He’ye bir yan bakış atarak okumaya devam etti.
“Fakat o yüzsüz farklıydı! Karısının saçları dağınık, kulakları eğri, dudakları çatlak, dişleri eksikti—ah, yazık doğrusu. Belini bükmüş, topallayarak yürüyen, vücudu yara bere içinde bir kadındı… üstelik ciddi hemoro—eee, hastalıkları da vardı. Ama o yüzsüz adam onu seviyordu! Hem de ondan beş çocuk yapmıştı!”
“Beş tane!” Xu Qing abartılı bir şekilde elini açtı. “Ne diyorsun, etkileyici değil mi?”
“???”
Jiang He şaşkınlıkla ona baktı.
“İşte buna *adamlık* derler.” Xu Qing başını iki yana salladı, sahte bir hayranlıkla: “Bu kadar çirkin biriyle evlenip yine de mutlu, huzurlu yaşamak… Gerçek bir erdem timsali! Kuşağımızın rol modeli!”
Sonra elini göğsüne götürüp teatral bir selam verdi. “Teşekkür ederim, Kahraman Hanım, iltifatınız için!”
“…”
“…”
Jiang He tamamen afallamıştı.
“Bu arada,” dedi Xu Qing keyifle, “sizde birine minnet duyunca çirkinse ‘Bir sonraki yaşamda öküz ya da at olup borcumu öderim’ falan diyorsunuz ya… Güzel birine denk gelince de ‘Minnetimi ödeyemem, bu mütevazı kız kendini adar’ tarzı bir şey mi söylüyorsunuz?”
“Kendini adar mı…” Jiang He dişlerini sıkarak, “Yüzsüz!” dedi.
Xu Qing kahkaha attı, onun kolayca sinirlenişine iyice eğlenmişti.
Bu ufak atışma sayesinde Jiang He’nin az önceki utancı tamamen geçmişti; Xu Qing’in elinde iç çamaşırlarını görmüş olmanın verdiği gerginlik kalmamıştı. Kucağındaki kedinin yumuşak karnını okşadı, tekrar videosuna döndü.
Çamaşır makinesi tam o sırada sustu, hemen ardından yemek siparişleri geldi — iki porsiyon haşlanmış tavuklu pilav. Jiang He dizüstü bilgisayarını kapattı, Xu Qing de çamaşırları asıp ellerini silerek masaya geçti.
Açıkçası, şu “kimlik meselesi” olmasa, böyle bir kadın şövalyeyle yaşamak epey eğlenceliydi. Ama Xu Qing merak ediyordu — acaba modern hayata tamamen alışınca hâlâ bu kadar ilginç olur muydu?
“Peki senin dünyanda eğlenceli şeyler nelerdi? Hep dövüşmek mi?” diye sordu yemek yerken.
Jiang He bir an düşündü. “Avcılık.”
“Epey... sert bir hobiymiş.” Xu Qing ne diyeceğini bilemedi. “Neyse, sonra sana birkaç oyun indiririm, denersin.”
Ne dediğini anlamasa da Jiang He sormadı. Sürekli anlamadığı şeyleri sorsa hiçbir şeye vakti kalmazdı.
…
Yemekten sonra Xu Qing yine boşta kaldı. Normalde bu saatlerde film izleyip fikir toplar ya da borsayı inceliyor olurdu. Jiang He geldikten sonra düzeni tamamen bozulmuştu.
“Bir video eğitimiyle başlayalım.”
Aklına, yemekten önce yapmak isteyip unuttuğu şey geldi. Bilgisayarına geçti, “sütyen nasıl doğru takılır” başlıklı bir eğitim videosu arattı.
Aramak zor olmadı, internette bir sürü vardı. En çok izleneni açtı, süresine baktı, sonra Jiang He’yi yalnız bırakıp odadan çıktı.
Sonuçta modern teknoloji varken eski usullere bağlı kalmanın anlamı yoktu. Hem, aldığı her şeyin işe yaramasını isteyen bir yapısı vardı.
Evet, mesele buydu.
Beş dakika sonra odaya döndüğünde tam zamanında gelmişti. Jiang He’nin yüzü kıpkırmızıydı; dudakları kıpırdadı ama “yüzsüz” dememek için kendini zor tuttu.
“Bu kadar… utanmaz mı olunur sizde?” diye sordu sonunda, zorla.
“Utanmaz mı?” Xu Qing şaşırdı. “Bu rahatlıkla ilgili. Hayatı keyifle yaşamak, bu kadar basit.”
“Utanmaz!” dedi Jiang He, kararlı bir şekilde.
Xu Qing kahkaha attı. “Yahu, dışarıda kızlar şortla, kolsuzla geziyor, farkında değil misin? Bu kişisel özgürlük. Erkekler açık giyiniyorsa, kadınlar da giyebilir. Aynı mantık. Sen rahat etmiyorsan uzun kollu giy ama başkalarına ‘utanmaz’ deme.”
“Ben bunu kabul etmem!” dedi Jiang He sert bir sesle.
“Tamam tamam, etme. Zaten dışarıda giymeyeceksin, sadece kıyafetinin altında olacak. Sustum ben.”
Onun iyice sinirlendiğini fark eden Xu Qing hemen konuyu değiştirdi, bilgisayarına dönüp oyun kütüphanesini açtı. “Buradaki oyunlar çok eğlenceli… Araştırmalara göre insanların yüzde doksanı bilgisayarı oyun oynamak için öğreniyor. Eminim sen o kalan yüzde onluk kesimde değilsin.”
Jiang He’ye *Super Mario*’yu öğretti ama kadının ilgisi pek yoktu. Hemen başka oyuna geçti.
Bir saat sonra durum belliydi: Jiang He bu tuhaf oyunları pek sevmemişti. Hızlı öğreniyordu ama ancak küçük bir giydirme oyununa azıcık ilgi göstermişti.
“Tamam… O zaman sana bir de *Dizini Savun* öğreteyim.”
Xu Qing düşündü, bir şans daha vermeye karar verdi.
Sonuçta onu meşgul tutmalıydı — geceleri gizlice dışarı çıkmasına ya da sürekli idman yapmasına izin veremezdi. Hem kim bilir… Belki bir gün bu dünyaya alışır, kimseye haber vermeden giderdi; Long An’ını, ya da Gusu’sunu aramaya…
O yüzden onu meşgul etmek en iyisiydi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.