Sakin ve normal adımlarla malikaneye doğru yürüyordum. Az önce birini soğukkanlılıkla infaz etmiş gibi değil, sanki ormanda kısa bir gezintiye çıkmışım gibi. Evin arkasındaki bahçeye, bekçi kulübesine gittim. Tam içeri girecekken duraksadım. Kapı… açıktı. Olamaz. Çocukların dışarı çıkmayacağına emindim. Neden açıktı? Kalbim hızlandı. Koşarak içeri daldım. Ve karşımda, evimizin hizmetçisi Himeka duruyordu. Şaşkındı. Elbette şaşkındı. Kendimi bildim bileli bu kulübe hep boştu; içinde bir yatak, bir dolap ve birkaç sandalyeden başka bir şey yoktu. Camları bile tahtalarla kapalıydı. Şimdi ise içeride tanımadığı üç küçük çocuk vardı. Bu durum, “garip“ kelimesinin çok ötesindeydi. Himeka, doğduğumdan beri benimle ilgilenen, beni büyüten kişiydi. Onu kendi annem gibi severdim. O da her zaman benim üstüme düşer, yanımdan ayrılmazdı. Büyü ve diğer derslerim başladığından beri artık eskisi kadar başımda durmuyor, beni sadece uzaktan kontrol ediyordu. “Himeka-san!“ diye bağırdım. “Açıklayabilirim!“ Şaşkın yüz ifadesiyle bana döndü ve sustu. Onu nazikçe bir sandalyeye oturttum ve karşıma kendime bir sandalye çektim. Ne olduğunu anlamıyordu. Bir bana, bir de arkamdaki korkmuş çocuklara bakıyordu. Çocuklar ürkmüştü; kızlar arkada bekliyor, Nao ise her zamanki gibi kızların önünde kollarını bağlamış, savunmada duruyordu. Himeka’nın bu kadar soğukkanlı olmasını beklemezdim. Şaşırmıştı ama ne bağırdı ne de tek kelime etti. Sadece susuyordu. Sonunda o sessizliği bozdu. “Aki-sama... Bu da ne? Ne oluyor burada?“ Derin bir nefes verdim. Anlatma konusunda emin değildim; gerçeği söylersem hem benim için hem de çocuklar için durum kötü olabilirdi. “Açıklayacağım... Ama ilk olarak şunu bilmeni istiyorum: Kötü bir şey yapmadım. Ve ne olursa olsun, bu olaydan herhangi bir kişinin haberi olmasını istemiyorum. En azından şimdilik.“ Sözlerimin ağırlığını biliyordum. Özellikle de babam bunu bilmemeliydi. Sadece bu düşünce bile içimi ürpertmeye yetti. Babamdan korkardım. Dışarıdan bakıldığında çok acımasız görünürdü. Yüzünde ve vücudunda yara izleri, eski işkencelerin kalıntıları vardı. Özellikle alnının sağ tarafında, saçına doğru giden uzun bir çiziği vardı; bunu saçıyla kapatmaya çalışsa da her zaman bir kısmı görünürdü. Ne zaman benimle herkesin içinde konuşsa, sesi sert ve emredici olurdu. Ama... Baş başa kaldığımızda, gerçek bir baba gibi oluyordu. O kızgın ruh halinden eser kalmıyor; merhametli, sevecen, bambaşka birine dönüşüyordu. Annemin söylediğine göre babam eskiden ünlü bir şövalyeymiş, sayısız savaşa katılmış. “Kara Kılıç“ diye bir lakabı bile varmış. Şimdilerde sanırım 30’lu yaşlarında, 180 boylarında, siyah, orta uzunlukta saçları olan biri. Adı Tetsu. Ama yaşlılar ona hâlâ “Ozaki“ derdi. Nedenini bilmiyorum. “Hıhı.“ Himeka-san’ın endişeli ama bir o kadar da soğukkanlı onayıyla düşüncelerimden sıyrıldım. “Peki o zaman,“ dedim. “Anlatıyorum.“ Hızla bir yalan uydurmam gerekiyordu. “Birkaç gün önce ders çalışmak için ormana girmiştim. Öğlen çok yorulduğum için gölgelik bir alan ararken onları gördüm. Konuşmak için yanlarına yaklaştığımda... bana sorunlarını anlattılar. Benden kimseye anlatmamamı istediler. Ben de onlara yardım etmek için buraya getirdim.“ Duraksadım ve ekledim: “Lütfen... bundan kimseye bahsetme.“ Bana durgun bir surat ifadesiyle bakıyordu. “İnandı mı? Yoksa inanmayacak mı? Başka ne diyebilirim ki?“ diye içimden geçirirken konuştu: “Peki, Aki-sama. Sizi daha fazla sorgulamayacağım ama keşke bana daha önce haber verseydiniz. Ben de yardım edebilirdim.“ İnanmıştı. “O zaman,“ dedi ayağa kalkarak. “Çocuklara yiyecek bir şeyler daha getireyim.“ Ve kulübeden çıktı. Üstümden büyük bir yük kalkmış gibiydi. Derin bir nefes vererek alnımdaki teri kolumla sildim. “Off be...“ diye fısıldadım. “İnandı.“ Çocuklara döndüğümde, üçünün de yüzü asık ama bir o kadar da minnettar bir ifadeyle bana bakıyordu. Tekrar başlarını eğerek, “Teşekkür ederiz, Aki-sama!“ dediler. Nao, her zamanki gibi dik duruyordu. Başını eğmedi. Ta ki Aya arkasından uzanıp kafasını zorla aşağı bastırana kadar. Bu küçük an, garip bir şekilde, bana onların güvenini kazanmaya başladığımı hissettirdi. “Hadi ama,“ dedim gülümsemeye çalışarak. “Başınızı kaldırın, önemli değil.“ Başlarını kaldırdılar. Ve o an, ilk defa yüzlerini net bir şekilde gördüm. Hepsi mutluydu, bana minnetle bakıyorlardı. Ama ben... donakalmıştım. Gözlerim Aya’ya kilitlendi. O yüze... Mai’yi görüyordum. Kardeşimi. Aynı masum bakışlar, aynı yüz hattı. Aklıma o an geldi. O park. O siyah araba. Pişmanlık içimi bir alev gibi yiyip bitirmeye başladı. Neden gözümü ondan ayırdım? Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. 17 yaşındaki zihnim, 9 yaşındaki bu bedenin duygusal fırtınalarını bastırmak için devreye girdi. Kendimi toparladım. Şimdi sırası değil. “Neyse,“ dedim, sesimin titrememesine özen göstererek. “Şimdi sıra... şu boynunuzdakilerde.“ Sözümle birlikte hepsi içgüdüsel olarak ellerini tasmalarına götürdü. Yüzleri tekrar düştü. “Bunlar... köle tasmaları, değil mi?“ Üçü de evet dercesine, sessizce kafalarını salladı. “Daha yakından bakmama izin verir misiniz?“ Aya bir adım öne çıktı. “Tabii ki, Aki-sama.“ Şaşırmıştım. Nao ve Kasumi de şaşırmıştı. Nao ve Kasumi bana hâlâ temkinli yaklaşırken, Aya’nın bana karşı bu kadar pozitif ve güven dolu olması... tuhaftı. Tasmaya odaklandım. Üzerindeki zayıf büyü sızıntısını hissedebiliyordum. Elimi uzattım ve derste gördüğüm en temel seviye kilit açma büyüsünü kullandım. Klik. Tasma açılıp yere düştü. Bunu beklemiyordum. Üzerinde karmaşık bir mühür olması, beni uğraştırması gerektiğini düşünüyordum. Ya tasmalar sandığımdan daha kalitesizdi ya da benim “temel seviye“ büyüm, normalden çok daha güçlüydü. Aya’nın göz bebekleri büyümüştü. Sanki bundan kurtulacağını biliyormuş gibi, küçük, içten bir tebessümle bana gülümsedi. “Teşekkür ederim,“ dedi. Yüzümün kızardığını hissettim. Ne de olsa zihnim 17 yaşında olsa da, bedenim 9 yaşındaydı ve karşımdaki kız bana içtenlikle gülümsüyordu. “Ah... önemli değil,“ dedim aceleyle. “Artık teşekkür etmenize gerek yok. Biz... arkadaş sayılırız.“ “Peki, Aki-sama,“ dedi mutlulukla. Diğerlerine döndüm ve aynı büyüyü kullanarak onların tasmalarını da açtım. Hepsi mutlu görünüyordu, boyunlarını ovuşturuyorlardı. Tam o sırada Himeka-san tekrar içeri geldi. Elinde bu kez daha büyük bir tepsi vardı. “Haydi çocuklar, yemek vakti!“ dedi ve tepsiyi masaya koydu. Nao ve Kasumi direkt masaya geçtiler. Mutlulardı. Artık Himeka-san’a da güveniyor gibiydiler. Bu normaldi; Himeka-san çok sıcakkanlı ve tatlı biriydi. Ne genç ne de yaşlıydı; sanırım 19 veya 20 yaşlarındaydı ve çocukları anlayabilecek bir yapısı vardı. Aya masaya gitmemişti. Bana bakarak sordu: “Aki-sama, siz de bizimle yemek istemez misiniz?“ “Özür dilerim,“ dedim kibarca. “Belki başka zaman.“ “Tamam,“ diyerek başını salladı ve masaya geçti. Yaşına göre çok olgundu, görgü kurallarını biliyordu. Nao ile zıt kutuplar gibiydiler. Kasumi ise hâlâ çok sessiz ve içine kapanıktı.
Ve böylece üç yıl geçti. Bu üç yıl içine bayağı bir şey sığdırmıştım. Nao, Aya ve Kasumi o günden sonra bizimle, malikanenin arazisindeki o kulübede yaşamaya başladılar. Himeka’nın yardımıyla onlara yeni kıyafetler ve yataklar aldık. Ben 12 yaşıma geldim. Bu üç yıl boyunca onlarla arkadaşlık ettim, oyunlar oynadım ve onlara dersler verdim. Babamdan öğrendiklerimle Nao’ya kılıç dersleri, annemden öğrendiklerimle Aya ve Kasumi’ye temel büyü dersleri gösterdim. Bu süre içinde kendimi de geliştirmeye devam ettim. “Kan Bağı“ yeteneğim artık bambaşka bir seviyedeydi. Onu daha geniş bir alanda kullanabiliyor, istediğim her şeye (bir kılıç, bir kalkan, hatta bir bardak) dönüştürebiliyordum. İstersem bu kan bağını saf bir büyü aurası olarak sızdırabiliyor veya gücümün bir kısmını istediğim kişiye vererek onun da benim gibi yeteneği kullanmasını sağlayabiliyordum. Aya ile gerçek bir kardeş gibi olmuştuk. Ablamdan daha çok görüşüyorduk. Bana çok yakındı. Benim kadar güçlü olmuştu; hem büyüde hem de dövüş sanatlarında uzmandı. Ona dövüş sanatlarını hiç öğretmemiştim, sanırım ben ders alırken bizi gizlice izleyerek kendi kendini geliştirmişti. Aurasını hissedebiliyordum, gerçekten zeki bir kızdı. Nao, artık bana daha çok güveniyordu. Ona verdiğim derslerin üzerine kendi de çalışıyor, her gün antrenman yapıyordu. Gerçek bir şövalye kadar güçlü olabilirdi, ama hepimiz gibi o da fiziksel olarak henüz bir çocuktu. Kasumi ise zıttına, çok sessizdi ve hep ablasının yanındaydı. Ona büyü öğretmek istediğimde, sadece “iyileştirme“ ve “hız“ büyülerini öğrenmek istediğini söyledi. İyileştirmeyi öğretebilirdim ama... hız büyüsü mü? Derslerimde böyle bir şey duymamıştım. Ona bahane bularak, “Şimdilik iyileştirmeye odaklan, sonra hız büyüsüne çalışırız, tamam mı?“ dedim. O da onayladı. Her gün evimizdeki kütüphanede hız büyüsüyle ilgili bir şey arıyordum ama hiçbir şey bulamıyordum. Bir gün, savunma kalkanı dersinde yorulup mola istediğimde sensei’me sordum: “Sensei, hız büyüsü diye bir şey var mı? Kitaplarda arıyorum ama bulamıyorum.“ Sensei’m yüzünü ekşitti. Kararsız bir ifadeyle, “Niye sordun, nereden aklına geldi?“ dedi. “Hiç,“ dedim omuz silkerek. “Yatarken aklıma geldi, iyi olur diye düşünmüştüm.“ Sensei’m etrafı kontrol ettikten sonra sesini alçalttı. “Bu büyü önceden okullarda öğretilirdi. Ama bir büyücü bunda ustalaşıp o gücü çok kötü bir şekilde kullandı. Tehlikeli olduğu için bu büyüyü öğretmek de öğrenmek de yasaktır. Herkes bilmez. Sadece devletin korumalı, gizli ve yasak kütüphanesinde olduğu düşünülüyor. Ama seçkin büyücüler dışında kimse oraya giremez.“ Pür dikkat onu dinliyordum. İçim kıpır kıpır olmuştu. Yasak, gizli bir kütüphane... Tehlikeli olduğu belliydi ama bunu öğrenmeyi çok istiyordum. “Teşekkürler sensei,“ diyerek konuyu kapattım ve derse devam ettik. Bu üç yıl boyunca bir yandan da gizlice, o “siyah cübbeli“ tarikat hakkında bilgiler topluyordum. Kasabadaki muhbirlerden ve sorguladığım bazı alçaklardan öğrendiğim kadarıyla, kimse onların gerçek adını bilmiyordu. Bazıları onlara “Cehennem Melekleri“, bazıları “Şeytana Tapanlar“ diyordu. Anlaştıkları insanlar onlara isimlerini sorduğunda, sadece “Cehennem“ cevabını alıyorlarmış. Tek bildikleri, çok zengin oldukları ve herkesin sorgulamadan dediklerini yaptığıydı. Bu çok can sıkıcıydı. Aynı zamanda ailem hakkında da çok şey öğrendim. Osaki Aile’miz, yaşadığımız ülke olan Hokutoshi’nin dört büyük soylu ailesinden biriymiş. Savaşlarda her zaman önderlik edermişiz. Bu yüzden diğer iki soylu aileyle (Shoda ve Yoshika) aramız pek iyi değilmiş. Ama bir aileyle çok yakınız: “Konatsu“ Ailesi. Babam Tetsu ve Konatsu Ailesi’nin reisi, askerlikten arkadaşlarmış. Annemin dediğine göre birbirlerine çok büyük bir söz vermişler. Bu sözün ne olduğunu sorduğumda ise ikisi de sessiz kalıp, “Günü geldiğinde öğreneceksin,“ demişlerdi. 12 yaşıma geldiğimde, tüm özel derslerimde en yüksek puanları alıyordum. Okula gitmiyordum ama sensei’lerim beni her zaman övüyordu. Babam 11 yaşıma geldiğimde kılıç derslerime katılmaya, beni izlemeye başlamıştı. Annem, Naru Osaki, ise büyü derslerimde beni izliyordu. Annem narin görünüşünün altında sert birisiydi, sarı saçlı, dünyalar tatlısı bir kadındı ama bana o kadar düşkündü ki... bir keresinde büyü dersinde uyuya kaldığım için sensei’m beni su büyüsüyle uyandırmıştı. Annem bunu görünce sensei’me zarar vermeye çalıştı. Onu ancak çocuksu yanımı kullanarak, korkmuş ve gözleri dolmuş bir ifadeyle sarılarak sakinleştirebilmiştim. O günden beri derslerime gelip bizi izliyordu.
Ve böylece 12. yaş günü partim geldi. Hazırlıklar yapılırken babam yanıma geldi, yüzünde garip bir gülümseme vardı. “Bu gece partiden sonra,“ dedi. “Hem mutlu olup hem de üzülebileceğin bir şey söyleyeceğim. Hazırlıklı ol.“ Yüzümdeki mutlu ifade donakaldı, yerini meraka bıraktı. O gece ne olacağını beklerken içim içimi yedi. Parti başladı. Eğlendik, hediyeler verildi, iyi dilekler söylendi ve pastalar yenildi. Parti bittiğinde, hizmetçiler etrafı toplarken saat gece 11’i gösteriyordu. Annem, ben, ablam ve babam, babamın kişisel odasına gittik. Kapı kapandı. Oturduk. Babam anlatmaya başladı: “Bugün Aki’nin gerçek bir erkek olma yolundaki ilk adımı oldu. Bu demektir ki, artık ailemiz hakkında bilgi sahibi olması, dostlarını ve düşmanlarını ayırt edebilmesi gerekiyor.“ Pür dikkat babamı, gözlerimi kırpmadan dinliyordum. Anneme ve ablama baktım; onlar hiç şaşırmamıştı. Bu konuşmayı ilk defa duymadıkları, ne olacağını bildikleri kesindi. Babam yavaşça sandalyesine yaslandı. “Benim... tedavisi olmayan bir hastalığım var.“ Donakaldım. Gözlerim kocaman açıldı. “Ailemizin doktorunun dediğine göre, çok bir vaktim kalmamış gibi duruyor.“ Vücudum titremeye başladı, gözlerim doldu. Annemlere baktım; başları eğikti. Annem sessiz sessiz ağlıyor, ablam ise gözleri dolmuş halde kendini sıkıyordu. Tekrar babama döndüm. Kendimi zor tutuyordum. “Benden sonra ailenin geleceği için çok erken olabilir,“ diye devam etti. “Ama bu ülkede erkekler 16 yaşında evlenirler. Önünde az bir zaman kaldı. Vakti geldiğinde, erken bile olsa, bir varis vermeni istiyorum. Hocalarından aldığın derslerde çok iyi olduğunu duydum, bu sayede kadınlar sana yanaşabilir ve hızlıca eş bulabi…“ “Baba!“ Sözünü kestim. Bana baktı. Başım eğik, sessizce ağlıyordum. Sakin bir ses tonuyla sordum: “Bu... gerçek mi? Gerçekten... ölecek misin?“ Babamın ifadesi değişmedi. Aynı sakin ses tonuyla cevap verdi: “Evet Aki. Maalesef bu durumu değiştiremem.“ Sonra sandalyesini geri iterek hızla ayağa kalktı. Yüzü kararlı, sesi güçlüydü. Bana yöneldi: “İşte bu yüzden! Sonu ölüm bile olsa her zaman dik durmalısın! Hiçbir zaman istediğinden ve hayatından vazgeçme! Değer verdiğin insanları her daim korumaya çalış!“ Gözyaşlarımı sildim. Başımı kaldırdım. Normal bir ses tonuyla, “Tamam baba,“ dedim. Ayağa kalktım ve ona sarıldım. Kendimi güvende hissediyordum. Çok değişik bir duyguydu. Her zaman korktuğum babam, o an sanki sadece benim babammış gibiydi. Sarılmayı bıraktık. Yerime oturdum, babam da kendi yerine geçti. O gece bana bu krallıktaki soylu aileleri, dostlarımızı ve düşmanlarımızı anlattı. Konatsu Ailesi gibi bizi seven eski dostları... ve Shoda ile Yoshika aileleri gibi, yüzümüze gülüp arkamızdan iş çevirenleri. Aile yönetimi, hizmetçiler, tüccarlar, hangi ülkenin ne gibi destekler verdiği... Bildiği her şeyi anlattı. Gece 3’e kadar sürdü. Annemle ablam konuşmanın yarısında sıkılıp çıkmışlardı. En son konuşma bittiğinde, kapıya doğru yürürken aklıma partiden önce söylediği şey geldi. “Bir de... beni sevindirecek bir şeyin olduğunu söylemiştin baba.“ Durdu. Bana baktı. Normal bir yüz ifadesi ve ses tonuyla konuştu: “Kulübede tuttuğun ve eğittiğin çocukları biliyorum.“ Olduğum yerde dondum. Tedirgindim. “Ne... nasıl... nereden biliyor...?“ “Sana bunu yakın zamanda öğreteceğim,“ dedi. “Bu, bizim ailemize özel gizli bir yetenek. Dediğim gibi, bu ülkedeki soyluların hepsinin kendine özel ’soy yetenekleri’ var. O yüzden dikkatli ol, herkesin yeteneği gizlidir. Amacın ne, o çocuklar kim bilmiyorum ama... benden sonraki Osaki Ailesi’nin efendisi sen olacağın için, buna karışmıyorum. Belli ki aklında bir şeyler var.“
Odalarımıza çekildik. Yatağa uzandım. O gece... çok fazla şey öğrenmiştim. Babamın hastalığının şokunu daha yaşayamadan, üzerime dağ gibi sorumluluklar binmişti. Yorganı başıma çektim ve ister istemez, hüngür hüngür ağlamaya başladım. O kadar yüksek sesle ağlıyordum ki, annemle babam duymuştu. Babam odaya girdiğinde annem, “Onunla konuşman bitti mi?“ diye sordu. “Evet bitti,“ dedi babam. “Her şeyi anlattım.“ Ağlama sesimi duydu. Gerçek, içten bir ağlamaydı. Babamın küçük bir gülümsemeyle başını eğdiğini ve sessizce, “İyi bir efendi olacaksın,“ diye mırıldandığını duydum. Annem ağlama sesimle ayağa kalktı ama babam onu durdurdu. “Naru, bırak. Ağlasın, içini döksün.“ Annemin yüzünde üzgün bir ifade vardı. Yatağa geri döndü. Aynı zamanda ablam da uyumamıştı. O da en az benim kadar üzgündü. Benim ağlama sesimle onun da gözünden yaşlar akarken, yastıkla kulaklarını kapatmış, sessizce ağlıyordu. O gece herkes için çok zor geçti. Ve ertesi gün... herkes hiçbir şey olmamış gibi kahvaltısını yaptı. Herkes günlük rutinine geri döndü. Ben çocuklarla ormana çıktım. Ablam ders çalıştı. Babam odasında gelen misafirlerle konuştu. Annem ise... oturdu ve çayını içti.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.