Ebedi Gece kıtası genelde alacakaranlığın örtüsü altında olurdu, özellikle de üst kıtanın yörüngesinin güneş ışığını engellediği, gündüz vaktinin sadece birkaç saat sürdüğü mevsimde. Bu gece İkizler-α yıldızı aşağı yörüngeye kaymıştı. Ayın nadiren görüldüğü bir gece yaşanıyordu. Büyük, yuvarlak ay neredeyse gökyüzünün yarısını dolduruyor, her an yeryüzüne çarpabilirmiş gibi görünüyordu. Güçten yoksun sıradan insanlar bile ayın yüzeyindeki koca havzaları ve heybetli sıradağları net görebiliyordu. Ancak hala uyumamış insanlar gergindi. Ay kızıl renkliydi ve ışıkları, yeryüzüne ipliklerden dokunmuş bir şifon gibi dökülüyor, engebeli toprakların üstünde canlıymışçasına yayılıyordu. Karanlık silüetler zengin bir kırmızıya boyanmıştı ve sayması imkânsız, koca yara izlerine benziyorlardı. Üstlerindeki soğuk metal parıltılar bile arada bir titriyordu. Kurtların ulumaları, ne olduğu belirsiz yaratıkların kükremeleri uzaklardan duyuluyor, yankılanıp duruyor ve her yeri bir vahşet havasıyla dolduruyordu. Ebedigece Kıtası'nın efsanelerinde Kızıl Ay kötü bir alamet olarak görülürdü. Ayrıca bir hayli nadirdi ama her ortaya çıktığında, peşinden acı ve kaosu getirirdi. Ayın kan rengiyle doyurduğu her yerde Karanlık Dünya'nın büyük hükümdarları felaket kapılarını açıyor, vahşet ve yıkımları yeryüzüne salıyordu. Bu efsanelerin temeli yok değildi. Kan renkli ay ışığının altında tüm canlılar hakikaten istemeyerek de olsa daha vahşi, kana susamış ve savaşa yatkın oluyordu. Gecenin kızıl perdesi altındaki ufukta aniden küçük, siyah bir nokta belirdi. Yavaş yavaş gökyüzünde harekete geçti ve uçarak yaklaştıkça büyümeye devam etti. Şaşırtıcı kısım, onun aslında on binlerce metre uzunluğunda süzülen bir gemi olmasıydı! Epey yıpranmış bir görüntüsü vardı. Aerostatik balonu bir sürü yamayla süslenmişti, metal parçaları pasla doluydu ve birleşme yerlerinin çoğu sıkışmış, gıcırdayıp duruyordu. Bir anda düşecek gibi bir havası vardı. Bu endişeleri doğruluyormuş gibi gemi birkaç kez sarsıldı ve birçok parçası yere düştü, bunlara boyutu on metreyi bulan kocaman, metal bir parça da dahildi. Yere değdiği anda gümbürtülü bir patlamaya neden oldu. Gemi bakır borularının tamamı dışarıya doğru uzarken zorlukla havada duruyor, sarsılıyordu. Çok geçmeden arka mekanik kabininden koca dumanlar çıkmaya başladı. Gövdesinin üstüne yerleştirilmiş sekiz pervane grubu çılgınca dönmeye koyuldu, paslı parçaların çatırtıları uzaklara ulaşıyordu. Ancak o zaman geminin gövdesi bir şekilde dengelendi. Karmakarışık yığınla kablo geminin gövdesinden sarkıyor, tıpkı gemi kadar leke ve paslarla dolu büyük bir kargo kompartımanını taşıyordu. Gevşekçe kapatılmış kabin kapısından, kargo kompartımanının ağzına kadar çöple dolu olduğunu görmek mümkündü. Devasa ve uykulu bir yaratık gibi eski, paslanmış gemi son nefeslerini verirken sonunda hedef konumuna vardı. Birkaç yüz metre aşağıda, bir hayli engin ve şok edici bir gemi mezarlığı vardı! O anda kızıl aya duydukları korkuyu bir kenara bırakalı çok olmuş on binlerce insan gizlendikleri yerlerden dışarı akın etmeye başladı. Aslında kutlama temalı bir şeyler söyleyerek avazları çıktığı kadar bağırırken, süzülen gemiye el sallamaya başlamışlardı! İmparatorluk tarafından neredeyse unutulmuş bu topraklarda yaşayan, dünyanın en alt katmanındaki böcekler gibi olsalar da, her gün hayatta kalmak için mücadele etmeye devam ediyorlardı. Bu topraklar zamanında buraların görkemli devlerinin mezarıydı. Üst kıtalardan atılan, hurdaya ayrılmış gemiler genellikle bu tarafa doğru çöplerle yolculuğa çıkardı ve bu mezarlık, artık içinde her türlü şeyin bulunduğu bir hurdalığa dönüşmüştü. Bu gemi mezarlığında kalan insanların hayatta kalabilmesi tamamıyla üst kıtalardan atılan çöplere bağlıydı. Uzun bir süre boyunca hiçbir gemi çöp getirmezse buradakilerin büyük çoğunluğu açlıktan ölürdü. Onlar için üst kıtadakilerin çöpü yaşam demekti. Yarın ise... Yarın, onların düşünmesi için fazla lükstü. Bu yerde kimse yarını düşünerek zamanını harcamazdı. Gemi belirlenmiş koordinatına nihayet ulaşırken acıyla inledi, teker teker tüm pervaneleri durdu. Devasa gövdesi şiddetle sarsıldı ve havada yukarı aşağı yalpalayarak birkaç metre alçaldı. Sonrasında dış katmanının sol ön tarafı bölündü ve küçük bir gemi serbest kaldı. Küçük gemi çok daha temiz görünüyordu. Hurdalığın etrafında uçup dönerek alçaldı, yavaşça ufka doğru uçmaya başladı. Aynı zamanda büyük gemi tüm itiş gücünü kaybetti ve durmaksızın sarsılmaya başladı. Bir anda bükülüp çarpıklaştı ve yavaşça düşüşe geçti. Daha da hızlanarak sonunda zemine çaptı ve bir gümbürtüyle parçalara ayrıldı. Atık madde, çöp ve metal parçaları denizi her yöne yayıldı, gemi mezarlığına bir çöp yağmuru yağıyordu. Karnaval başlamıştı! Bağırış ve çığlıklar eşliğinde buranın sakinleri enkaza hücum etti. Aralarında vahşi hayvanlar gibi dört ayak üstünde koşanlar bile vardı! Zaman zaman yukarıdan koca metal parçalar düşüyordu. Düştükleri yerdeki çoğu kişi zamanında kaçamıyor, birkaç tonluk parçalar tarafından ezilmiş et yığınları haline geliyorlardı. Ancak yanlarındakiler tehlikeleri görmezden geliyor ve hayatları buna bağlıymış gibi koşmaya devam ediyor, bir an bile olsa daha hızlı çöp bulmak için çabalıyordu. İçlerinde kadınlar, erkekler, hatta ihtiyar ve çocuklar bile vardı, ama yaş ve cinsiyetin burada hiçbir anlamı yoktu; her grup vücut boyutuna ve güce göre farklılık gösteriyordu. Bu mezarlığın arazilerinde tek standart buydu. Gemi kalıntılarının üstünde hızla koşanların en önünde güçlü erkekler vardı. Arkalarında daha zayıf erkekler ve güçlü kadınlar, sonrasında ise daha zayıf kadınlar, en arkada ise küçük ve yaşlılar vardı. Bu şekilde, düşmüş gemiyi merkez alarak insanlar çeşitli çemberler oluşturmuştu. Her katmanın arasında gözle görülmeyen ama geçilmesi imkânsız bir sınır vardı. Bu çemberlerin en dış sınırı küçük çocuklarla doluydu. Yüzlerce çocuk durmaksızın bölgedeki çöpleri didik didik ediyor, neredeyse metallerden çöp çıkarmaya çalışıyordu. İnce ve küçüklüğüyle dikkat çeken, hırsla çöp arayan bir çocuk da aralarındaydı. Aşağı yukarı yedi ya da sekiz yaşlarındaydı ve küçük yüzü karardığından asıl görünüşü anlaşılmıyordu. Üstündeki giysiler yetişkin giysileriydi ve onu bir cübbe gibi sarmışlardı. Başta bir gömlek olduğuna inanması zor, yıpranmış bir bez parçası şeritler halinde vücuduna dolanmıştı. Tüm gücüyle buz gibi soğuk çöpleri eşeliyordu, elleri kesiklerle kaplanmıştı. Bazı kesikler çoktan iltihap kapmıştı bile. Ancak sanki acı hissetmiyormuş gibi, elinden geldiğince önündeki, parçalarını bile ayırt etmesi çok zor olan çöp yığınını ayırıyordu. Son yemeğinin ardından üç gün geçmişti bile. Bugün bir şey yemezse, diğer gemi gelene kadar kesinlikle dayanamazdı. Ama küçük çocuk ne kadar denerse denesin hiçbir şey bulamadı. Bu bölge çoktan başkaları tarafından etraflıca aranmış, ancak ondan sonra on yaşından küçük çocuklar buraya gelebilmişti. Bu çocuklar çöp bölgesindeki en zayıf olanlardı. Güçlüler yemek bulamazsa, aç gözleri... Çocuk ve yaşlıların üstüne inerdi. Burası terk edilmiş bir yerdi. Buradaki, tek arzuları hayatta kalmak olan insanların vahşi hayvanlardan farkları yoktu. Hatta hayvanlar bile onlardan daha şerefli yaşıyordu! Hayatta kalma isteği çocuğu teşvik etti. Durmak bilmeden aramaya devam etti, eski yaraları aşırı güç kullanımından ötürü tekrar açılmış ve kan sızdırmaya başlamıştı ama o bunların farkında bile değildi. Gökyüzünden başka bir çöp dalgası daha düştü. Bu dalgada kısmen büyük bir çöp poşeti çocuğun yanına indi. Poşetin dış katmanı delindi ve bir yağlı kâğıt torbası bir sürü işe yaramaz çöpün arasında yuvarlandı, anında çocuğun gözlerini üstüne çekti. Bu kâğıt torbasından gerçekten de yağ sızıyordu! Hemen yabani bir kedi gibi torbanın üstüne atladı ve onu sıkıca kavradı. İçindekilere bir göz atmak için direkt açmadı, onu hızlıca giysilerinin arasına sakladı. Aynı zamanda büyük bir dikkatle çevresine bakındı ve ihtiyatla hurdalığın dış kısmına doğru süründü. Rekabet, yağma ve hatta cinayet, bu çocukların arasında nadir görülen şeyler değildi! Zulmün derecesinin yetişkinlerin dünyasındakinden aşağı kalır yanı yoktu. Küçük çocuk oldukça minikti, hurdalığın bu bölgesindekilerin arasında bile kısmen zayıf olduğu söylenebilirdi. Diğerleri onun yenebilecek bir şey bulduğunu keşfederse bunları kendine saklayamaz ve daha büyük, güçlü çocuklar tarafından vahşice dövülmesi en iyimser sonuç olurdu. Epey şansı vardı ki, diğer tüm büyük çocuklar onu keşfedemeden alandan kaçmayı başardı. Doğuştan gelen keskin bir algıya sahipmiş gibi görünüyordu, vahşi yaratıklardan bile daha korkunç olan o büyük çocuklardan her zaman bir adım öndeydi. Gemi kalıntılarından uzaklaştıktan sonra bu çocuk bir çöp dağının öteki ucuna ulaşana kadar çılgınca koştu ve boş bir demir varilin içine girdi. Burası onun küçük yuvası, sorun ve sıkıntılara karşı sığınağıydı. Ona göre bu küçük, bir metrekareyi bile aşmayan yer hayatının ütopyasıydı. Dikkatle yağlı kâğıt torbasını çıkardı ve nefesini tuttu. Dua eden bir müridinki gibi inanç dolu bir ifadeyle onu yavaşça açtı. Torbanın içinde bir ekmek parçası vardı! Sadece bir kere ısırılmış bir ekmek parçası! Çocuk ilk bakışta bu şeyin ekmek diye adlandırılan o yiyecek olduğunu anladı. Bugüne kadar hiç el değmemiş bir yiyecek parçası görmemişti, ama ekmeğin ne olduğunu ne zaman ve nerede öğrendiğini tam olarak hatırlayamıyordu. Aslında bu sıradan, küçük bir yuvarlak emekti. Üst kıtadaki en düşük sınıflı köylüler bile onu bir ısırıktan sonra atabilirdi; muhtemelen bu çocuğun elindeki parçanın da kaderi böyleydi. Ama bu hurdalıkta birkaç hayata değerdi. Onu biraz oynatınca tahıl tanelerinin hafif kokusunu alabildi. Küçük çocuk vücudundaki tüm yaralar iz bile bırakmadan kaybolmuş gibi hissetmişti. Son derece büyük bir dikkatle onu kaldırdı, böyle bir hazineyi gerçekten de bulabilmiş olmasına inanamıyordu. Bu bir rüya mıydı? Elindeki yaradan bir damla kan sızıp ekmeğin üstüne damladı. Çocuk istemsizce ağlarken alelacele ellerini kuvvetli hareketlerle vücuduna sürtüp tüm kan ve terden kurtuldu. Gözlerinden süzülen yaşlara engel olamadan bu ekmek parçasına damlamış kanını görünce oldukça kötü hissetti. Aniden karnı guruldamaya başladı. Kramp giriyormuş gibi keskin ağrılarla açlığını hatırlatıyordu. Kan lekeli ekmek parçasını alıp tüm kararlılığını topladı, onu ağzına atmak üzereydi. Ama elleri havada dondu. Demir varilin dışında ne zaman ortaya çıktığını bilmediği küçük bir kız vardı. Sadece dört ya da beş yaşlarında gibi görünüyordu, minik yüzünü kül ve kir kaplamıştı ve cildinin asıl rengi belirsizdi. Ancak o net ve belirgin yüz hatları bu küçücük kızın gelecekte epey güzel olacağı belliydi. Parıldayan gözleri istisnai derecede güzeldi ve dik dik çocuğun ellerindeki ekmeğe yönelmiş, bir an bile ayrılamıyorlardı. Çocuk sarsılarak kalktı, sol eli ise daha yeni keskinleştirilmiş gibi görünen bir demir çubuğu kavramıştı. Burada yaşayan insanların en içgüdüsel cevabı buydu; birinin yemeği başka biri tarafından görüldüyse, genelde sonuç ölümüne yapılan bir dövüş olurdu. Ama küçük çocuk kaçmadı. Gözleri hala ekmeğin üstündeydi, hiç kıpırdamıyorlardı. Çocuk yavaşça elindeki demir çubuğu koydu. Bayağı düşündükten sonra tereddüt ederek de olsa karar verdi. Ekmeği yavaşça iki parçaya ayırarak birini küçük kıza fırlattı. Çocuğun hareketleri bir hayli yavaştı, elleri titriyor, alnından ter damlaları akıyordu. Midesi ve yaraları akılalmaz bir acıyla onun bu hareketine karşıtlıklarını gösteriyordu. Ancak, ekmek yine de küçük kızın ellerine gitti. Küçük kız gözlerine inanamıyor gibi görünüyordu. Ekmeği sıkı sıkı tuttu ve şiddetli bir şekilde gözlerini ovdu. Ancak o zaman hayal görmediğini anlayabildi. Hemen ekmeği tüm gücüyle ağzına tıktı. Yumruğundan bile büyük ekmek parçası birkaç ısırıkta minik ağzında kaybolmuştu, belki üç saniye bile sürmemişti. Küçük kız ekmeği bitirdi ve ellerindeki kırıntıları yalayıp temizledi. Sonrasında gözlerini kaldırıp ilk defa çocuğun yüzünü gördü. Ona bir anlığına dikkatle baktıktan sonra, neredeyse uçmuş gibi görünecek kadar hızlı bir şekilde kaçtı. O anda küçük çocuk ne hissettiğini bilmiyordu. Neden böyle bir şey yaptığına dair hiçbir fikri olmadan yorgun bir halde geri oturdu. O saf ve berrak gözler kalbinin derinliklerinde bir duygu mu uyandırmıştı? Ama bu garip, sözde duygu şeyi de neydi? Küçük çocuk varilin duvarlarına yaslanırken dikkatle tırnak büyüklüğünde bir ekmek parçasını ağzına attı. Hemen onu yutmayıp ağzında bekletti, dilinin ucuyla buğdayın güzel tadını hissetti. Tam o zaman, bir kızın yumuşak ve henüz olgunlaşmamış sesi, çocuğun küçük yuvasının dışında duyuldu, "Onda leziz bir yemek var! Yarısını bana vereceksin, değil mi?” Çocuğun kalbi bir anda tekledi. Dışarıda duran birkaç çocukla göz göze gelmişti.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.