Beklendiği gibi, küçük çocuk minik sığınağından dışarı sürüklendi. Ekmeğin kalan yarısı ona bırakılmadı, daha güçlü çocukların eline geçti. Diğerleri on yaşının üstündeydi, lider çoktan on ikisine varmıştı. Lider ekmeğin kokusunu derin nefeslerle içine çekti. Tereddüt etmeden büyük bir parça koparıp ağzına attı. Diğer çocuklar kıskançlıklarını yutarken, kendisi parçayı bir anda mideye indirdi. Ağız dolusu bir ekmek büyük çocuğu sakinleştirmemiş, aksine gözlerinden öfkeyle kan saçmaya başlamasına neden olmuştu. "Yemek saklamaya cüret mi ettin?! Bunun diğer yarısı nerede? Onu nereye sakladın? Konuşmayacak mısın? Dövün şunu!" Küçük çocuk tek bir tekmeyle yere yapıştı. Etrafını saran daha büyük çocuklar tüm güçleriyle onu dövmeye başladı. Küçük çocuk yırtık pırtık giysisinin içinde dövülürken bir ileri bir geri yuvarlanıyordu. Küçük kız sinsi sinsi iki adım geri giderken yüzünde panik belirdi. Çocuğun diğer yarıyı ona verdiğini söylerse kendisinin ölümüne dövülmesi işten bile değildi. Çocuğun dudaklarını bıçak açmıyordu. Tek bir kelime etmedi, bir kere bile inlemedi, sadece sessizce dayak yedi. Sonunda diğer çocuklar onu dövmekten yorulup durdular. Küçük çocuğun yuvasını arayıp hiçbir şey bulamadılar. "Anlaşılan diğer yarıyı yemiş!" Diğer bir çocuk kıskanç ve nefret dolu bir tavırla konuştu. "Midesini kesip açalım! Belki bir şeyler bulabiliriz!" Güneşle bronzlaşmış, ince bir çocuk vahşice konuştu. Lider acımasızca küçük çocuğu tekmeleyip yüksek sesle bağırdı, "Diğer yarı nerde?! Onu yediysen cehenneme kadar yolun var, haberin olsun!" Küçük kızın yüzü bir anda soldu. Ama düşündükleri çıkmadı ve çocuk konuşmadı, zar zor ayağa kalkmaya çalıştı. Bir şey söylemek üzereymiş gibi ağzı açıldı, ama kimse onu duyamadı. Büyük çocuklar istemsizce yaklaştılar, ne dediğini duymak istiyorlardı. Aniden çocuğun sol yumruğu yükselerek büyük çocuklardan birinin yüzüne acımasızca çarptı! Büyük çocuk acınası bir çığlık kopardı, kanla kaplanmış yüzünü elleriyle kapatırken geriye sendeledi. Çocuk yerde yuvarlanıp dövülürken eline gizlice bir metal parçası almıştı. Bu metal parçası büyük çocuğun yüzünde büyük bir kesik açmıştı, keskin ucu küçük çocuğun parmaklarının arasından çıkıyordu. "Dövün onu! Ölene kadar dövün!" Yaralı çocuk çılgınca çığlıklar atarak yüzünü kapatmaya devam ediyordu. Küçük çocuk onlarla kafa kafaya çarpıştı, her şeyiyle savaştı ama hızlıca bir kere daha yere kapaklandı. Dişlerini sıkarken hayati bölgelerini korumak için bacaklarını göğsüne çekti, bir top haline gelmişti. Ne inledi, ne merhamet için yalvardı. Büyük çocuklar bir süre sonra onu dövmekten yoruldu ve yumrukları yavaşladı. Yaralı büyük çocuk hala intikam istiyordu ve çocuğu tek hareketle yerden kaldırdı. Tam ağzını açmışken, küçük çocuk nereden geldiği belli olmayan bir enerjiyle zıplayıp büyük elemanın zaten yaralanmış yüzüne kafasıyla vurdu! Büyük çocuğun burnu anında kırıldı. Çocuk acı acı bağırarak tekrar yüzünü tutmaya başladı. Büyük çocuklar hızla küçük çocuğa baktıklarında kalplerinin derinliklerinde bir dehşetin uyandığını hissettiler. Böyle yaralarla onlar ayakta bile duramazdı. Bu çocuğun hangi güçle önlerinde dikildiğini bilmiyorlardı! Bu sefer bir emre gerek yoktu. Hemen çocuğun çevresini sarıp onu tekrar dövmeye başladılar. Yorulduklarında ise çocuk beklenmedik bir şekilde biraz hareket ederek yalpalaya yalpalaya bir kere daha doğruldu. Bir hayli inatçıydı, yılmak bilmiyordu. Burada ölse bile dik durmaya devam edecek gibiydi. "O-Onu öldürelim!" Diğer bir çocuk öneride bulundu, nedense sesi bile titremişti. O çocuk ölmezse bir daha gözüne uyku girmeyeceğini hissediyordu. Kimse bu öneriye katılmadı, ama yine de vurmaya devam ettiler. Ama bu sefer büyük çocukların yumrukları o kadar sert değildi, içgüdüsel olarak korkmuş ve aynı zamanda yorulmuşlardı. Bugün pek yemek bulabildikleri söylenemezdi, haliyle enerjileri sınırlıydı. Kızıl Ay'ın verdiği öfkeyi dağıtmak için olmasa, sadece ekmeği aldıktan sonra gidebilirlerdi bile. Diğer çocuklar birer birer dururken vücutları sürekli küçük çocuğa vurmaktan bir hayli yorgun düşmüştü. Aniden yanlarında ince bir figür belirdi. O küçük kızdı bu. Kalabalığı yarıp geçerek, kendisine göre epey büyük bir taşı taşımaya çalışıyordu. Diğer tüm büyük çocuklar şaşkın şaşkın ona baktı. Küçük ve güzel yüzü, o başının üstündeki taşı kaldırmaya uğraşırken adeta delilik ve kararlılıkla kaplanmıştı. Bir anda yerde yatan küçük çocuğun başına taşı atıverdi! Başına değen o taşla birlikte çocuk hareket etmeyi bıraktı. Başının yanında bir kan havuzu oluşmuştu. Kızın çevresindeki herkes nefesini tuttu. Büyük çocuklar istemsizce birkaç adım geri gidip, tek bir tekmeyle devirebilecekleri o minik kızdan uzaklaşmaya başladılar. Küçük kız kenara yuvarlanmış taşa koştu ve onu kaldırmaya çalıştı. Çoktan kanla kaplanmış taş kızın yüzünü ve vücudunu da kızıla boyadı. Minik figürü küçük çocuğun önünde sendelerken, büyük çocukların lideri bile içindeki soğukluğu hissedebiliyordu. Uğultulu bir rüzgâr hurdalıkta dolaşırken kâğıt parçalarını ve tozları uçuruyordu. Zaten soğuk olan gece daha da soğudu ve hurdalıkta canları pahasına yiyecek bir şeyler bulmaya çalışan herkes ürperdi. Görünmez bir güç alanının tüm hurdalığı kapladığından habersizlerdi. Soğuk geçtikten sonra bile bu hurdalıkta yaşayanların çoğu çöp yığınlarını karıştırmaya devam ediyordu. Birkaç kişi vücutlarının içinde bir şeyler zıplamış gibi hissetti, ama bu his o kadar zayıftı ki ona dikkat bile etmediler. Zaten hızlıca kayboldu ve yaşam mücadelesinde olan bu insanlar, yemek arayışlarına hiçbir şey olmamış gibi devam etti. Aynı zamanda oradaki birkaç kişi şaşkınlıkla ellerine bakıyordu. Bazen elleri, özellikle gecenin perdesi altında dikkat çekici olan hafif bir ışık yaymaya başlamıştı. Dahası bu sadece ellerine has değildi, tüm vücutları içlerinde belirmiş gizemli ve yeni bir güçle parıldamaya başlamıştı. Bu büyük zeplin mezarlığında parıldayan insanlar, yeryüzüne inmiş bir galaksi gibi görünüyordu. Küçük kızın da vücudu parıldamaya başladı ve gücü büyük ölçüde arttı. Ama ışığın ortaya çıkışı kızın yaptıklarını değiştirmemişti, hızlıca o çocuğun yanına yürüdü ve taşı tekrar onun başına indirdi! Diğer tüm büyük çocuklar o çocuğun sakat kalmasını bekliyordu. Bazıları gergindi, gözlerini kaçırıyor ve böyle bir ana şahit olmak istemiyorlardı. Tam o anda çocuğun vücudunda bir ışık filizlendi. Kırmızı bir ışık sütunu ortaya çıkıp onlarca metre yükseldi ve parıldamaya başladı. Karanlık gökyüzünde böyle bir ışığı görmemek imkânsıza yakındı! Birkaç ışık halkası sütunun çevresinde belirerek gizemli bir şekilde hareket etmeye başladı. Ağır taş göz alıcı ışığın üstüne indi, sanki biçimsiz bir güç ona engel olmuş gibi zıplayıp sekti. Böyle bir olay diğer tüm büyük çocukların şok içinde geri çekilmesine neden olmuştu. Onlarca metre uzunluğundaki bir gemi gökyüzünde süzülüyor, kocaman, kızıl renkli ayın aşağı yarısını delip geçiyordu. Gemi eski tarzdaydı. Bir yelken direği, kamarası, güvertesi... Her şeyi vardı. Tüm gövdesi mavimsi bir griye boyanmıştı ve ön ucunda budist bir savaşçının parıltılarla dolu bronz bir heykeli vardı. Savaşçının sahip olduğu güç yüzünden anlaşılıyordu, iki eliyle bir asayı tutuyordu. Geminin iki tarafında iki kanat vardı, kanatların üstünde pervaneler bulunuyordu. Pervanelerin hızı farklı farklıydı. Bazıları hızlı bazıları yavaştı, geminin yönünü ayarlıyorlardı. Geminin hava depoladığı bir yer falan yoktu, çevresinde itme gücüne sahip bir şey varmış gibi de değildi. Nasıl süzülebildiği belli değildi. Geminin gövdesi pürüzsüz ve zarifti. Aşırı görünmüyordu, ama gemi direğinin güverteyle birleşme kısmında, korkuluklarda ve yan taraflarında bir hayli güzel, ince işçiliğe sahip işlemeler vardı. Aşırı olmasalar da normal de değillerdi, aşırılığın mütevazı bir hali gibilerdi. O an geminin içinde, pencerenin yanında gümüş saçlı bir adam duruyor, aşağıdaki hurdalığa bakıyordu. Çok yaşlı değildi, aslında tam olgun yaşlarında gibi görünüyordu. Bakışları derin ve netti, çenesi görünüşüne zarafet katan, hafif bir eğriliğe sahipti. Dik yakalara sahip siyah bir üniforma giyiyordu, İmparatorluğun standart askeri üniformasıydı bu. Ancak herhangi bir rütbe ya da nişana sahip değildi. Sadece üstlerinde yanan kılıç kabartmaları bulunan iki sıra gümüş düğmesi istisnai statülerini gösteriyordu. Gümüş saçlı adam öylece orada duruyor doğal yeteneğini sergiliyordu; kınından çıkarılmış bir kılıç gibi keskindi. Odada oturan ellilerine yakın bir adam daha vardı. Köşeli bir yüzü, büyük kulakları ve güzel, ortalara yaklaşınca genişleyen babacan bir yüzü vardı. Dikkatle önündeki Go tahtasına bakarken son, kaliteli beyaz yeşim taşı ne olursa olsun tahtaya giremiyordu. Tahtadaki durum bitmeye yakındı. Beyazın büyük bir ejder şeklindeki parçaları acı içinde hayatta kalmaya çalışıyordu. Uzun süre düşündükten sonra adam sonunda bir nefes verdi ve elindeki parçayı yenilgiyi kabullenerek tahtaya attı. "Kardeş Xitang, yıllar geçti ama yeteneğin hala eskisi gibi harika!" Tombul, orta yaşlı adam ayağa kalkıp gümüş saçlı adamın yanında aşağı bakmaya başladı. Geminin penceresinden bakınca aşağıdaki devasa, neredeyse yüz kilometrekareyi kaplayan, yıldızları hatırlatan hafif ışıklarla parıldayan zeplin mezarlığının her kısmı görülüyordu. Ancak o büyük orta yaşlı adam manzaradan pek etkilenmemişti. "Kardeş Xitang, gerçekten hobilerini değiştirmelisin. Gökyüzü Gizemi'nin Sanatı kişinin köken gücü potansiyelini uyandırmak ve ona rehberlik etmek için en öne çıkan yol ve onu tüm hurdalıkta kullanmaya gerek yok, değil mi? Tabii nerede kullanacağını bilemediğin kadar fazla köken gücün yoksa... Durum buysa bana doğrudan bir armağan verebilirsin, hiç çekinme!" Hafifçe gülümseyen Lin Xitang konuştu, "Kardeş Tuohai, her zamanki gibi dolaylı yollara girmiyorsun. Bu iğrenç yere özellikle beni bulmaya geldin, sonra da direkt başkente dönmek yerine epey yolunu saptırdın. Sadece bana Gökyüzü Gizemi ustalığını göstermek istiyor olamazsın, değil mi?" Lin Xitang kıkırdadı ve pencereden bir yerleri işaret etti. "O kadar sıkılmadım. Şuraya bak. Gelişim potansiyeline sahip insanların oranını düşünecek olursak, bu zeplin mezarlığındaki insanlar İmparatorluğun sivillerinden aşağı kalmaz. Ayrıca İmparatorluk üst kıtaya taşındığında onunla birlikte gidenlerin tamamının gelişim potansiyeline sahip olanlar olduğunu biliyorsun. Ama sekiz yüzyıl geçti ve İmparatorluğun sivillerinin gelişim potansiyeli oranı bu hurdalıktaki insanlardan bile aşağıdadır. Anlaşılan İmparatorluğun insanları hayatlarını çok uzun süre lüks içinde geçirdi. "Durumun böyle olduğundan emin değilim!" Gu Tuohai başını iki yana salladı. "Potansiyel sahibi olmak bir kısım, kişinin nereye kadar gelişim yapabildiği ise ikinci. İmparatorluğu üst kıtaya takip eden ailelerin tamamı belli yönlerde özel yeteneklere sahipti. Gelişim potansiyellerini uyandırabildikleri anda en az üç ya da dört kademe ilerleyeceklerdir. Ama aşağıdaki insanların iç yetenek eksiği var, kalpleri ise düzgün değil. İlk kademeye gelişim yapmak bile ulaşabilecekleri en üst nokta olurdu." "Ama kişinin potansiyelini çaresizliğin içinde uyandırma ihtimali daha yüksek," Lin Xitang acelesiz ve yavaş bir şekilde konuştu, "Bu inkâr edilemez bir gerçek." Gu Tuohai yüksek sesle homurdandı. "Yine şu doğal seçilim saçmalıkların! Çok zaman geçti ama hala onu kanıtlayamadın!" "Haklıyım, kanıtlamaya ne gerek var? Aşağıdaki ışıklara bir bak. Onlar İmparatorluğumuzun parlak mirası ve insanlığın gelecek umudu. Geçmişte, evimin, Lin Evi'nin atası da böyle bir yerden çıkmıştı. Sayısız karanlık ırkla yüzyıllar boyu çarpışıp başarı kazandıktan sonra, terk edilmiş toprakların en alçak noktasından asil sayılacak konuma geldi. Bu nesilde bana, Li Xitang'a Majesteleri ağır bir yük emanet etti. Doğal olarak ölene kadar elimden geldiğince görevimi tamamlayacağım! İmparatorluğa yararlı olduğu sürece hiçbir istisna yapmadan hareket edeceğim! Biraz eleştiriyi pek önemsemem doğrusu." Gu Tuohai ayağını vurup öfke burnundan soludu. "Biraz eleştiri mi? Senin gibi inatçı bir herifin üstesinden gelemeyeceğimi biliyordum! Hah! Ben, Gu Tuohai, sana İmparatorluğa on yıl daha hizmet edeceğime söz verdiğimde kafayı yediğimi biliyordum zaten! Her halükarda, bu sefer sadece halletmem gereken konularla ilgilenmek için gidiyorum. Büyük bir görevi omuzlayacağımı falan sanma. Ayrıca, iyi alkol ve güzel kadınlarla ilgili bir sorun olmazsa iyi olur!" Lin Xitang'ın sadece gülümseyip sessiz kaldığını gören Gu Tuohai biraz sinirlenmeden edemedi. Pencereden dışarıyı işaret edip hafifçe sesini yükseltti, "Sen yıldız ışığı görüyorsun, ama ben korkunç bir durumda yaşayan insanları! İmparatorluk geçmişte Ebedigece Kıtası'nı terk etmeseydi, bu yerler nasıl bu hale gelirdi? Sadece bak! Bu iğrenç, zulümle dolu yerden gerçekten yetenekli biri çıkabilir mi? Çıkar diyorsan, ben bir hayalete inanmayı falan tercih ederim!" Aniden adamın parmağını işaret ettiği yerde kırmızı, ince bir ışık çizgisi belirdi. Işık oldukça zayıf olsa da sayısız yıldız benzeri parıltıyla bir hayli göz kamaştırıcıydı. Hem gökyüzünü, hem yeryüzünü kaplayan kanlı ayın görkemi bile onu bastıramıyordu. Gu Tuohai'nin bir anda dili tutuldu, mırıldandı; "Y-Yoksa... Gerçekten bir hayalet mi gördüm?"
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.