Beni sımsıkı tutan yumuşak sıcak kolları hissedebiliyordum. Yıldızlı bir diyara geçercesine ayaklarımın altından kayan zemini... Hatırlıyordum. Gözlerimi araladığımda ilk gördüğüm şey gökyüzüydü. Ancak.. Yere düşüyordum. Son hızla yere çakılarak. Enseme gelen sert darbeyle acıyla inledim, ardından tekrar yere doğru hızla düşmeye devam ettim. Bedenime çarpan şey ağacın dalları olmalıydı. Ağacın dallarına takılarak düştüğümü, bedenimin her noktasının acıyla yanmasından anlayabiliyordum. Neden düşüyordum? Son düşünebildiğim tek şey bu oldu. . . Kendime ne kadar zaman içerisinde gelebildiğimi bilmiyordum. Her yerim acıyla sızlıyordu. O düşüşte nasıl hayatta kalabilmiştim? Gözlerimi aralamaya çalışırken boğazımın kuruluğundan yutkundum. "Uyandın mı?" Kısık gözlerle tepemde dikilen cüsseye baktım. En fazla yirmilerinde duran genç bir adamdı. Hayır, daha genç olmalıydı. Kavrayamamış olmalıyım ki devam etti. "Uzun süredir baygındın." diyerek açıkladı. Batan güneşin önünde durduğu için, gölge yüzüne vurmuştu ve dikkatle incelememi zorlaştırıyordu. Yavaşça doğrulmaya çalıştım, hala olanları anlamaya çalışıyordum. "Bir süre daha uzan. Eğer seni erken davranıp kurtarmasaydım bedenin paramparça olmuş bir şekilde ölüyordun. Bu halde olmana bile şükret." Elindeki ikiz kılıcı ancak kabzasına koyduğunda farkettim. Gözlerim kocaman açılarak ona baktım. Göz ucuyla bana baktı. "Ayrıca seni öldürme gibi bir niyetim yok." "Ben.." diye konuşmaya çalıştım, ancak midemdeki hissettiğim düğüm boğazıma da yapışmış gibiydi. Kendime nasıl buraya geldiğimi, neden burada olduğumu açıklamak.. "HİÇBİR ŞEY HATIRLAMIYORUM!" diye haykırdım. Patlamamla beraber, gözlerimdeki hazır bulunan gözyaşı torbaların ağzı açıldı ve yanaklarıma doğru tüm hepsi akmaya başladı. Bacaklarımı kendime doğru çektim ve hıçkırarak ağladım, beni kurtardığını iddia eden yabancıya bakmadan.Gözlerimi açtığımdan beri hiçbir şey hatırlamıyordum. Bu ani farkındalık beni dehşete düşürmüş, çaresizlik hissimi artırmıştı. Kalın bot seslerini duyduğumda bile ellerimi yüzümden çekip ağlamayı kesmedim. Yanımda durduğunda hala titriyordum. "Sakin ol." Başımı kaldırıp ona baktım. İlk defa gözlerinin rengini farketmiştim. Kan kırmızısı rengindeki gözleri yumuşacık bir şekilde bana bakıyordu. Şaşkınlıkla gözlerinin içine baktım. "Düşüşün çok sertti. Başını çok kötü sert dallara vurdun, hatırlayamaman normal olabilir." Beni rahatlatmaya çalışmasını şaşkınlıkla dinledim. Gözlerinin rengi.. Normal insanların sahip olduğu göz rengi gibi değildi. Neden kırmızı olduğunu sormaya dilim de varmadı."Yavaşça düzelir." dedi ve hafifçe gülümsedi. Başımı kaldırıp ona baktım, tekrar gözlerine. Kan kırmızısı demenin acımasızca olduğunu düşündüm çünkü gözleri cüretkar kırmızılığna göre fazla.. Yumuşak bakıyordu. Yanaklarımın kızardığını hissederek bacaklarımı daha fazla kendime çektim. En azından düzeleceğini söylemişti. Başımı çok kötü vurduğumu biliyordum ama sonuçta sakinleşebilmiştim. Yavaşça başımı etrafa çevirip inceledim. Ormanın içindeydik, gün bitmek üzereydi ve ufukta batan güneş hemen yanımda bulunan göle vuruyordu. Gölü sakince inceledim. Gölden gelen su şırıltıları ve ormanın derinliklerinden gelen kuşların cıvıltılarından başka ses yoktu. "Burası gerçekten..." Söyleyecek kelime bulamadım. Başımın ağrısı geçmemişti ama en azından ayağa kalkabileceğimi biliyordum. İki elimi destek olarak yere koyup başımı kaldırdım. "Harika, değil mi?." Merakla beni süzdü. "Hiçbir şey hatırlamıyor musun gerçekten de? Adın veya buraya nasıl geldiğin konusunda?" Hüzünle başımı iki yana salladım. Gökyüzünden yere düşmek ayrı bir tuhaflık olsa da, adımı hatırlayamamak daha köt-Gözlerim büyümüş bir şekilde ağacın dibinde küçük çimlerin arasındaki yetişmiş papatyalara baktım. Bu çiçekte bana aşina gelen. Hayır. Çok fazla aşinalık hissi veren bir şey vardı. Beyaz papatya tüm bu güzelliklerin arasında en saf duran çiçekti ve kayıp anılarımdan biri sanki zihnime düşmek için çatlak oluşturmuştu. Daisy. Daisy. Daisy. "Hayır. İsmimi hatırlıyorum." dedim kendime hakim olamadan. Beni kurtardığını iddia eden yabancının gözlerine baktım. Söyleyerek hata mı yapmış olurdum? Kesin olarak güvenilir biri olduğu tartışılırdı. Kaşlarını kaldırarak bana baktığında başımı eğdim. "Daisy. Adım Daisy." Üstüme, üstümdeki kıyafetlere baktım. Altımda kısa sade bir etek vardı. Üstümde ince duran sade bir beyaz tişört. Kollarımda ve bacaklarımda düşerken hissettiğim yanma hissi yok olmuştu ve düşündüğüm yara izleri çizikler yoktu. Ellerimi saçlarımda gezdirdim. Nemliydi. Kaşlarımı çatarak beni kurtaran şahsa döndüm. Bakışlarıma karşılık olarak omuz silkti. "O göl şifalı su. Yaraların geçmesi için seni suya batırdım." Bıkkınlıkla nefesimi verdim. Yavaşça ayağa kalktım, kalkarken hafif sendelemiştim ama zor da olsa dengemi buldum. Şakaklarımı ovaladım. Yere çok kötü düşmüş olmalıydım. Gözlerimi ona çevirdiğimde sessizce beni incelediğini farkettim. Geri çekilerek bedenimi tamamen ona döndürdüm. "Bu arada, cidden sen kimsin? Ayrıca neresi burası, tam olarak nereye düştüm ben?" Boyu benden bir karış uzundu ve üstünde siyah pelerin vardı. Altında krem rengi keten kumaş pantolonun paçaları, siyah botlarının içine tıkıştırılmıştı. Siyah kuzguni dalgalı saçları karışık bir şekilde alnına dökülüyordu ve kumral bir teni vardı. En fazla benden bir kaç yaş büyük olmalı diye düşündüm. Ama açıkçası gerçekten etkilenmiştim. Etrafına yaydığı gizemli ve bilinmeyen çekim büyüsü vardı. Kim olduğunu merak ediyordum. Yakut kırmızısı gözlerini bana dikti. "Adım Hunter." Başını iki yana sallayarak devam etti. "Buraya cidden ait değilsin. Senden bir zerre kadar büyü gücü hissetmiyorum." Sesi keskinleşti. "Ama sana yardım edebilirim. Dört kadim güçten birine sahip değilsen burada uzun bir süre yaşayamazsın. Her yer tehlikeli." "Dört kadim güç?" Kaşlarımı çatarak anlamayarak ona baktım. Burası nasıl bir yerdi böyle? Bana ciddi bir bakış attı. "Gereksiz merakın ne yeri ne zamanı. Eğer güvenli bir yer ve yardımımı istiyorsan benimle gel. Aksi takdirde ormandaki aptal canavarlara yem olursun." Sesi ciddiydi. Yutkunarak yere baktım. Başka seçeneğim var mıydı ki? Ayrıca beni kurtarmıştı. Neden ona bir şans vermeyeyim ki? "Teşekkür ederim beni kurtardığın için." Minettarlığımı daha fazla görmemesi için bakışlarımı başka yöne çevirdim. "Seninle geliyorum." Bir an dudaklarının kenarının kıvrıldığını görmüş gibi oldum. "Güzel. Seri adım at ve beni takip et." . Peşinden hızla yürümeye çalışırken uzun otların arasından geçmeye çalışıyordum. Onun elinde kılıç vardı, onu zorlayan herhangi bir sağlam otu biçip kolaylıkla geçebiliyordu. Ancak ben daha yeni kendime gelebilmiştim. Yürürken yerdeki küçük kayalıklara takılmamak için dikkat etmeye çalışıyordum. "Sen ne için bu ormandasın?" Her an arkasına dönüp beni kontrol ettiği için merak ettiğim soruları sormakta sakınca görmedim. "Bazı beceriksizlerin zorlu bir kaç canavarı halledemediğini duydum ve devraldım." Zınk diye olduğum yerde durdum ve şokla ona baktım. "Burada ne tür demek istediğin canavar var? Ayrıca beni bulmadan önce onları hallettin değil mi? Yani.. Bu ormanda şuan o canavarlardan yok?" Zorlukla korkumu bastırmak için güldüm. Canavar masallarda olan şu değişik türden korkunç şeyler değil miydi? "Doğrusu hala onların izini bulabilmiş değilim." Dik dik bana baktı. "Ve beni sakın küçümseme. Seni onlardan biriyle karşılaşmadan önce kasabaya götürmeyi umuyorum, işime engel olacak ayrıntılara gerek yok." Kızardığımı hissettim. Sinirden mi, yoksa yediğim azar yüzünden mi? Onun sadece işine engel olan ayrıntıydım. Bakışlarına sakince karşılık verdim. Ellerim yumruk olmuş vaziyette tabi. İlerlerken yeniden soru sormaya tenezzül ettim. "Canavarlar gerçekten var mı?" Başımı salladım. "Bütün bunlar bana çok yabancı geliyor. Uyandığımdan beri hiçbir şey aşina değil." Başını çevirip hüzünle gülümseyerek bana baktı. "Çünkü buraya ait değilsin." Yürürken gözlerimi sırtında tuttum. Tuhaf biriydi. Sakince yürümeye devam ederken gökyüzüne baktım. Hava kararmaya başlayacaktı ve bu yüzden en yakın zamanda bu ormandan çıkmayı umuyordum. Hunter düz bir sesle konuşmaya başladığında düşüncelerimden sıyrıldım. Konuşmasını beklemiyordum."Bu dünya acımasız. Bu yerde güçsüz olanlar asla yaşayamaz. Açıkçası senin gibi büyü gücü olmayan birinin bu zamana kadar nasıl yaşadığını anlamak istiyorum. Nereden geldin? Nasıl bu zamana kadar yaşayabildin? Geldiğin yerin nasıl bir yer olduğunu bu yüzden merak etmem normal. Bu yüzden bile sana yardım etmeye tenezzül edebilirim." Arkasına, bana bakmadan yürümeye devam etti. Sersem sersem arkasından ona baktım. Büyü gücü mü? Zihnimi ne kadar zorlasam da sanırım böyle bir şeyden haberim yoktu. Nereden, nasıl geldiğimi keşke bende bilebilseydim. Belki geri dönmenin yolunu bulurdum. Ayrıca konuştuğu şeyler beni tuhaf duygular içinde bırakmıştı. Üzgünce başımı eğdim. Büyü gücü denen şey yoksa insanlar yaşayamıyor muydu? Belki de.. Annem ve babam beni bu yaşıma kadar büyütmüş ve korumuştu. Yaşamıma devam etmemi sağlamışlardı. Yere bakarak gülümsedim. Bunu düşünmenin bile bana inanç ve güç verdiğini hissettim. Ta ki tuhaf bir tıslama sesi duyana kadar.Gözlerim kocaman açıldı. Son anda Hunter'ın lanet savuruşunu ve hızla bana döndüğünü hissettim. Ama çok geçti. Korkuyla gözlerim açılırken, tuhaf bir hisle etrafım anaforla çevrildi. Batan güneş tamamen söndü, tüm dünya karanlığa bürünmüş gibiydi. Bedenimin her tarafında dolanan karanlığı hissediyordum. Geriye doğru adım attım, bir çeşit transa girmişcesine. Herşey anafor gibi etrafımda dönüyordu. Etrafımdaki herşey karanlık ve hiçlikten ibaret olmalıydı. Ben bir hiçim, ben bir hiçim, ben bir hiçim. Sen bir hiçsin, sen bir hiçsin, sen bir hiçsin. Bu korkutucu ses bana aitti, ama.. Daha duygusuz ve mekanik çıkan bir ses tonuydu. Hem bana aitti hem değildi. Gözümden bir yaş süzüldü. Etrafımdaki her şey karanlık ve hiçlikten bir ibaretti. Bu karanlık yerde yapayalnız ölecektim. Bu düşüncelerin hepsinden çekip alan şey acıydı. Kolumu yakan acıyla çığlık attım. Kolumu sımsıkı tutup inleyerek dizlerimin üstüne düşerken etrafımdaki şeylerin netleştiğini hissederek gözlerimi kırpıştırdım. Bu his de neydi? Neler düşünmüştüm böyle ben? Ama acıdan gözümden yaş süzülürken bunları önemseyemedim. Etrafıma bile daha neler olduğuna bakamadan bir kol beni sardı ve etrafımızda bir hava girdabının oluştuğunu hissettim.Kulağıma eğilerek fısıldarken başım eğik bir şekilde kasılarak duruyordum. "Özür dilerim." Ardından ikimizi yukarıya doğru, ağaçlara savurdu. Yönelttiği şey bir rüzgar gibiydi. Gözlerim sımsıkı kapalı halde herşeyin bitmesini bekledim. İnce tiz çığlık tekrar yükseldi. Hunter'ın yanımda nefes nefese durduğunu duyabiliyordum. Gözlerimi yavaşça korkuyla açtım. Yüksek ağaçların birinde ki kalın dallara beni yaslamıştı. Yavaşça acıyla bastırdığım kolumun üzerindeki elimi çektim. Kan beyaz tişörtümü lekelemişti ve derin bir kesik izi vardı. Çenemi sıktım. "Neden böyle bir şeye gerek duydun-" Sözümü kesen Hunter'ın korkutucu bakışları oldu. "Dalların üstünde kal ve sakın o yaralı kolla ağaçtan inmeyi deneme bile. " Ardından bana bakmadan kendini üzerinde durduğu daldan attı. Korkuyla seslenecekken gözlerim şaşkınlıkla onu izledi. O yükseklikten atladığı halde sakince yere adımını basmış ve yürümeye başlamıştı. Kendinden gayet emin yürüyordu. Parmakları kabzasındaki kılıçlarda gezmeye başlamıştı bile.Diğer tarafa baktığı yere baktığımda korkuyla nefesimi tuttum. Siyah karanlık bir gölgeden başka bişey göremiyordum ama.. Hunter'a doğru sürünerek yavaşça ilerliyordu. Ağaçların boyuna erişebilecek kadar büyük boyuttaydı. Hareket etmeye çalışınca acıyla inledim. Kolumdaki derin kesik sanki tüm bedenime zorluk veriyordu. Daldan bu yaralı kolla zaten inemeyeceğimi farkettim. Büyük ihtimalle işine çomak sokmamı istemediğinden bunu yapmıştı.Ama ben zaten işine burnunu sokacak kadar aptal değildim. "Hunter Wisteria..." O ürkütücü ses konuştuğunda irkildim. Etrafımızdaki hava eksi soğuklara düşmüştü sanki. Titreyerek kocaman açılmış gözlerle o canavara baktım. Bildiğim ve hayal ettiğim canavarlara benzemiyordu. Hunter'a baktığımda kaşlarını çatmış bir şekilde ciddi bir yüz ifadesiyle gölgeye baktığını gördüm. Onu yenebilecek miydi ki? Geldiği an beni kontrol altına alan o gölgeyi tek başına nasıl yenebilirdi? Az önce dediği şeyi hatırladım. Beni sakın küçümseme. Yaralı kolumu sımsıkı tutup onları izlemeye devam ettim. "Bu ormanın huzurunu bozan ve dostumun canını yakan sen misin?" dedi Hunter. Sesi yüksek ve kararlı bir barizlik taşıyordu.Gölgenin kıkırdadığını hissedebildim. Hala yavaşça Hunter'a doğru sürünerek ilerliyordu ve Hunter bunu engellemek ve saldırmak için daha hiç bir şey yapmamıştı. "Benim karanlığımda boğulup, zar zor elimden kaçmayı başaran kişiden mi bahsediyoruz? Ah, o benim. Şimdi sıra sana geliyor Hunter Wisteria, seni öldüreceğim. Korkuların ve zayıflıkların seni öldürecek." diye şakıdı. Yutkundum. O korkunç canavar karşısında Hunter'ın hiçbir şeyi yokmuş gibi duruyordu. Varsa bile anlamsız olduğunu. Hunter ikiz kılıçlarını kabzasından çıkardı. Onlarla sadece bir gölgeyi nasıl yeneceğini merak ediyordum. Fakat yüzüne bakmak için başımı kaldırdığımda, elinde ne olduğunu bilmediğim bir koz olduğunu anladım.Ama yine de, bu canavarlardan beter duran yaratığa karşı nasıl bir şansı olabilirdi ki? Nefesini vererek gözlerini yumdu. Tüm olanlardan bıkkın bir hali vardı. "Ormanın huzurunu bozdun. Ormana gelen avcıları acımasızca katlettin ve bazı ormandaki hayvan türlerini de kendi gölgene çekerek gölgeni güçlendirmişsin." Başını yana eğdi. "Benim ismimi duymadığına emin misin?" Gölge tuhaf bir gülüşle devam etti. "Bu yüzden karanlığımda boğulup beni en güçlü gölge yapacaksın Hunter Wisteria. Seni bana getirmelerini bekliyordum, geberip gitmen için. Beni en güçlü yapman için!" Çılgıncaydı. Gülüşü iğrenç ve korkutucuydu. Bedeni.. Hayır, onu tam olarak hala nasıl tanımlayabileceğimi bilmiyordum. Yüz ifadesi yada bir somut bedeni yoktu. Gölgeden var olan birşeye benziyordu ama.. Ama ne?Soyuttan var olan gölgeler. Büyüklüğüne baktım. Bu cüsseyi, bu gölge yumağı ormandaki hayvanları ve bazı avcıları yutarak mı elde etmişti? Bir an dehşetle kalakaldım. Beni de yutuyordu ama bu yabancı, benim daha kim olduğumu bilmeden... Ben bile bilmeden...Beni o karanlıktan çekmişti. Gözlerim şaşkınlıkla Hunter'a baktı. Başı yere eğilmişti, hafifçe eğildiğimde gülümsediğini farkettim. "Ormanın huzurunu bozdun ama..." Sesi karanlık bir tona büründü. "En önemlisi, canımdan çok sevdiğim ve değer verdiğim bir dostuma, Gray'e zarar verdin. Bu yüzden bile.. Sadece bu yüzden bile..." Başını kaldırdı. Bir an etrafımızdaki rüzgarın uğuldadığını hissedebilmiştim. Yakut kırmızısı gözlerinde hiç görmediğim tuhaf bir ışık gördüm. O ışığın arkasında duran, kor ateş ve kararlılığı görebiliyordum. "Gölgeni ışığımda boğabilirim." Bu gölgenin karşısında nasıl onu alt edebileceğini bilemesem de ona inandım. Gözlerindeki o ışığı gördükten sonra, onu tanımasam bile. İnanabilirdim.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.