El ele sıkıştıktan sonra, ellerimizi çekmiştik. Tuhaf bir şekilde gülümsüyor ve tuhaf bir sessizliğin içerisinde aptal aptal birbirimize bakıyorduk. "Yürüyebilirsin değil mi?" Ardından hala tuttuğum koluma bakarak yüzü asıldı. "O konu hakkında ayrıyetten üzgünüm." dedi. Başımı salladım. "Sorun değil." Hunter hala bana bakmaya sürdürdü. "Gerçekten." dedim bastırarak. Sonunda onayladığında biraz da olsa rahatlamıştı. "Saraya geçince yaraların için şifacı çağırırız. Yürüyüş mesafesiyle kasabaya zaten yaklaşmış durumdayız şuan." Başımla sessizce onayladım. Gökyüzündeki yıldızlara bakarken ormanın karanlığı ve sessizliğinde yürümeye başladık. Acaba Ateş Ulusunda ne kadar süre kalacaktım? Ayrıca saraya geçince demişti Hunter. Hep orada yaşayacak halim yoktu ya? Bunu soracak cesareti kendime bulamadığım için kendime kızmak istedim. Cüssesini seyrederek ilerlerken neyseki önümde olduğu için tip tip ona baktığımı görmüyordu. Yapılı bir vücudu vardı. Yürürken kendinden emin bir şekilde adım atıyordu. Siyah botlarının tok sesi karanlığın sessizliğinde kulağıma ulaşabiliyordu. "Gözlerin neden kırmızı?" Ağzımdan çıkıveren sözlerle yanaklarım kızardı. Kabalık etmek istemezdim ama merak etmiştim. Başını bana doğru çevirdi. Bir anlık göz ucuyla bana baktıktan sonra önüne döndü. Zınk diye olduğum yere yapışmamak için başımı eğdim. Cevap vermeyecekti. "Bir savaştan kalan bir şey." dedi ifadesiz bir sesle. Ne düşündüğünü bilemedim. Yutkundum. Cevap vermeyeceğini sanıyordum. "Ateş Ulusunda benim gibi gücü olmayan insanlar var mı? Onların yaşamadığını söylemiştin de." Bir an sessizlik oldu. Ormandaki baykuşlardan ve bazı tür böceklerden gelen sesleri duyabiliyordum. "Diğer uluslarda yaşamıyorlar, evet." Derin bir nefes aldı. "Senatörlerin kararıyla ölüyolar ya da hep ezilmeye mahkum olarak yaşıyorlar." Kalbim hızlı atmaya başladı. "Peki Ateş Ulusunda da mı öyle?" Beni öldürme kararı alırlar mıydı diye düşünüyordum da, Hunter arkadaşı olmamı istemişti. Ona şuan güveniyordum belki ama... Sonuçta onu yeni tanıyordum. Beni yaşamam için koruyacağına yemin etse de.. "Hayır. Tahtın başına geçtiğimde şartlarımdan biri buydu. Senatörler ne kadar istemese de, razı oldular. Tabii yine toplumda dışlanıp eziliyorlar. Ve hatta belki de benim bile bilmediğim ölümler olmuş olabilir." Üzgünce başımı eğdim. Ortada eşitsizlik ve büyük bir zalimlik vardı. Bu benim gücümün olmamasından kaynaklı düşündüğüm bir şey değildi, benimde Hunter'ın gücüne benzer gücüm olsaydı yine zalimlik olduğunu düşüneceğim birşeydi. Elleri ceplerinde bana doğru döndü. Yürümeyi bırakmıştı. Yanında bende durduğumda ona baktım. "Bu konuda üzgünüm. İnsanların ve toplumun genel görüşünde aydınlanma olmadığı sürece bunu ben bile değiştirebileceğime inanmıyorum." dedi üzgünce. Ellerimi yumruk yaptım. Nasıl yapamazdı? O Kraldı. Ama yine de... Gözlerimi sımsıkı kapatarak üzüntümü içime sakladım. Yol boyunca yürümeye devam ettik. Açıkçası uzaklarda gözüken bir kasabayı gördüğümde neredeyse mutluluktan havaya uçacaktım. Ancak kolumun ağrısı ve yorgunluktan bacaklarımın uyuşması nedeniyle tabi ki öyle birşey yapmamıştım. Yol boyunca yürüyüşümüz bitsin diye bolca konuştuk. Ona bir sürü merak ettiğim şeyleri sordum, sabırla cevap verdi. "Kraliyette üç önemli sınıf vardır. Senatörler, soylular ve normal halk sınıfı." Kaşlarını çattı. "Gerçi soyluları elimde olsa kül etmek isterim ama senatörler kadar can sıkıcı değiller." Şaşkınlıkla ona baktım. "Çok mu kötüler?" "Başıma çok sıkıntı açan bir sınıf. Genel olarak hepsi kötü değil ama yine de başımı ağrıtıyorlar. Bazı kararları verirken onların fikirlerini görmezden gelemem." dedi bıkkınca. "Senatörler soylular değil mi?" dedim ve devam ettim. "Senatörler meclis kararı için seçilen özel adaylar olduğunu söylemiştin. O zaman soylulardan sayılmıyorlar mı?" Omuz silkti. "Sanırım aynı. Fakat soylular Ateş Ulusunda önemli ailelerden oluşan sınıftır. Senatörlerin onlar kadar varlıklı olduğunu sanmıyorum. Çünkü çok zenginler." "Anlıyorum." dedim sessizce. Yanına doğru iyice yaklaştım. Şaşkınlıkla bana baktı. Yanında yürümeme hayret etmişti. Açıkçası neden olduğunu anlıyordum. Sonuçta yol boyunca arkasında mesafeyle yürümüştüm. Gerçi neden bunu yaptığımı bilmiyordum. Saçmaydı. "Peki arkadaşların? Onlar nasıl biri?" En çok merak ettiğim soruyu sormuştum işte. Sadece elindeki bir generali yaralı geldi diye bu kadar öfkelenen adamın, arkadaşlarının nasıl biri olduğunu merak ediyordum. Bu Kral olduğunu söyleyen ve hala gözümde gizemli duran genç adamdan farksızlar mıydı? Başını eğdiğinde göz ucuyla ona baktım. Gülümsüyordu. Nedense içimden gelen bir his, tek sahip olduğu şeyin sadece arkadaşları olduğunu söylüyordu. "Tanıştığında görürsün." dediğinde şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Beni onlarla tanıştıracaktı. "Buna sevinirim işte." dedim gülümseyerek. Hunter yavaşça durdu. O durduğunda bende durdum. İkimizde karşımızdaki kasabaya baktık. Hayır burası kasaba değildi. Şaşkınlıkla olduğum yerde manzaraya bakarak kalakaldım. "Ateş Ulusunun başkenti Meliora'ya hoşgeldin." Gülümseyerek önümde ilerlerken arkada kaldım. Gölün üstüne eğimli bir köprü inşa edilmişti. Şehire doğru inen köprüleri geçtikten sonra başkente giriyordu. Akşamüstüydü, ancak uzaklardan eğlenen insanların sesleri ve müzik kulağıma gelebiliyordu. Nedense uzun zamandır yaşamı hissedemiyor gibi hissediyordum. Bunun neden olduğu konusunda fikrim yoktu ama eğlenen insanlar ve huzurlu bir şehir zihnimde hiç bulunmayan bir anıydı. "Eğlenen insanlar..." dedim hüzünle. Hunter başını bana çevirdi. Gözlerim dolmuş bir şekilde ona baktım. "Burada hayat var Hunter." Gözlerimden yaşlar süzülürken ciddi bir tavırla yanıma yaklaştı. "Kolundaki yaradan çok fazla kan sızıyor değil mi?" Daha çok sesli ağlamaya başlayınca başını onaylamazcasına salladı. "Cidden çocuk gibisin." Eh, kolum buraya yürüyene kadar çok ağrımıştı. Ancak kolumu hareket ettirmeye çalıştığım an kaskatı ve ağrılar içinde olduğunu hissettim. Sanki kolumun içinde dolaşan kan ve sinirler değil de buzlar yerleştirilmiş gibiydi. "Yürüyebileceğimi..." Dizlerim kendiliğinden tamamen çözüldü. "Sanmıyorum. Üzgünüm Hunter." dedim hüzünle. Gözlerini gözlerime sabitledi. "Sorun yok. Kolundaki yara benim yüzümden oldu." dedi ve devam etti. "Ama yine de yolda devam ederken kolunun bu kadar acıdığını söylemeliydin. Yarayı tam olarak saramamışsın bile." Elinde mavi bir ışık parladığında yorgunlukla ona baktım. "Endişelenme, acısını hissetmemeni sağlayacağım bir büyü." dedi ve sıcak olan parmaklarını mavi ışık topuyla beraber nazikçe alnıma değdirdi. Gözlerim yorgunlukla kapanıyordu. Uyku ile gerçeklik arasında gidip gelirken bir sürü adım seslerini duyabiliyordum. Göz ucu ile zorlukla bakabildiğimde demir zırhlar içindeki bir grup insan yanımıza varmıştı. "Lordum, sağ salim gelebilmişsiniz!" dedi demir zırhların içinden konuşan kalın bir ses. Ardından duraksadı. Gözleri benim üzerime kaydığından emindim. "Bu kız?" dedi sorarcasına. "Sessiz olun. Kızı ben getirdim." dedi ve mavi ışığı alnımda gezdirmeye devam etti. O ışığı alnımda tuttukça daha çok bilincimin derinliklerine kayıyordum. "Gelmeniz iyi oldu. Diğer muhafızlar şehirin etrafına dağılabilir. Burada sadece iki kişi kalsın." Herkes anında onayladı. Diğer muhafızlar geri çekilip uzaklaşırken önden iki kişi yanımızda kalmıştı. "Kenway, büyü gücüm neredeyse tükendi. İyileştirme büyüsü beni çok zorluyor. Kızı al ve saraya götür. Sonrasında hemen şifacılardan birini çağır. Anlaşıldı mı?" Sesi kesin bir tondaydı. Muhafız itaatkar bir edayla başını salladı. "Tamamdır efendim." Ardından Hunter gözlerini bana çevirdi. "Dinlen, Daisy." . . "Sen bir aptalsın Gray." Sinirli ve kızgın bir ses. "Naomi, her düellodan sonra böyle ağlamayı kes." dedi keyifli bir ses. Ardından sert bir toslama sesi duydum. "Her düello bende farkındasın değil mi? Ama sen her sefer hile yaptın Gray. Hile." dedi az önce duyduğum sesin sahibi. "Felix, şu küçük kediyi başımdan-" Sesi acı dolu bir inlemeyle kesildi. "Naomi.." dedi acıyla. "Bunu hakettin, küçük Anka kuşu." "Havalı lakabımla böyle alay etmesene." diye hayıflandı az önceki keyifli sesin sahibi. Gözlerimi kırpıştırdım. Neredeydim ben? En son köprünün ortasında yorgunluktan yığılmıştım. Hunter kolumun acısını dindirmek ve uykuya dalmam için mavi bir ışık kullanmıştı. Muhafızlar gelmişti ve.. Minik bir ses öttü. Kuşa benzeyen bu sesle şaşkınlıkla gözlerimi açtım. "İkinizde kesin. Aldrik'i korkutuyorsunuz." dedi ifadesiz bir ses. Başka bir ses daha konuştuğunda yavaşça başımı o tarafa çevirdim. "Tek derdin sincabın mı?!" O öten ses tekrar ciyakladığında sonunda gözlerimi zorlayarak sesin geldiği yere çevirdim. "ŞŞ! Kız uyandı." Üç kişiydiler. Hepsine bakarken aklıma az önce kızın Gray denen kişiyle konuştuğunu hatırladım ve hepsinin tip tip bana baktığını farkettim. Gray Hunter'ın bahsettiği adamdı. Gölgeyi alt edemeyen adam. Bunlar Hunter'ın arkadaşları olmalıydı. Yanaklarım kızararak başımı öne çevirdim. Hatta üzerimdeki örtüyü her ne kadar soğuk olmasa da burnuma kadar çekip karşılarında iyice gömüldüm. Göz ucuyla üçüne de baktım. Hangisi Gray'di acaba? Aralarındaki kız o değildi, kesin. Hunter yaralandığını söylemişti ama şuan karşımda dik duran iki genç adama baktığımda ikisininde sapasağlam olduğunu farkediyordum. Kız öne doğru çıktı. "İkinizde kıza yiyecekmiş gibi bakmayı kesin." dediğinde her tarafı demir zırh ve kaplamayla kaplı olan sarışın adam kızararak bana bakmayı kesti. Minik bir ötüş duyduğumda omzunda duran sincabı farketmiştim. Sincap siyah gözleri ve fındık kahvesi tüylere sahipti ve minik kollarındaki fındıkla uğraşıyordu. Çok tatlıydı. İkisi de oldukça zıt olmasına rağmen dost gibilerdi. "Ben zaten bakmıyordum." dedi Felix. Fakat asıl korkutucu ve dik dik bakanın o olduğunu biliyordum bile. "Haha! Ben bakıyordum ama zaten yiyecek halim yok." dedi muzip bir ses. Üstünde kraliyete ait özel dikim uzun ceketlerden üniforması vardı ve sırıtarak bana bakıyordu. Kuzguni siyah saçları vardı, Hunter gibi. Ama bunda değişik olan saçlarının bazı tutamlarında gri renkler seçilebiliyordu. Yaşlanmış diyecektim ama... Yüzü ve gözlerindeki canlılıkta hiçbir yaşlılığa dair iz yoktu. Ayrıca saçları kırlaşmış değildi. Doğal rengi mi diye merak etmeden duramadım. Gözlerinin rengi fırtına öncesi toplanan bulutların rengindeydi. "Seni korkuttuğumuz için özür dilerim. Ayrıca bu ikisi adına da." dedi ve sarışın adamla siyah ve beyaz saçları olan -artık onları böyle ayırıyordum- ikisini eliyle gösterdi. "Ben Naomi." dedi hafifçe eğilerek. Tupturuncu saçları vardı ve maviye çalan gözleri. Güzel bir kızdı. Ayrıca çekiciydi de. Az önce kavga edip yanındakilerden birine vuran kişiden çok nazik biri gibi duruyordu. Ardından eliyle omzunda sincap olan aralarında en cüsseli kişiyi gösterdi. İnsanı uzaklaştıracak soğuk bakışlara sahipti ama Naomi ona bakıp bana takdim ederken bakışlarındaki sıcakkanlı pırıltılardan başka hiçbişey yoktu. "Bu Felix." Ardından yanlarında gevşekçe parmağıyla minik rüzgarlar oluşturup onunla oynayan siyah - gri saçlı adamı gösterdi. "Bu da sersem Gray." dedi dişlerini sıkarak. Sinmemek için kendimi zor tutarak kısık sesle konuştum. "Sen gölgeyi alt edemeyen Hunter'ın bahsettiği arkadaşısın, değil mi?" Gray kaskatı kesilmiş bir şekilde bana baktı. "Ne?! Beni sadece böyle mi anlattı sana?!" Gray kabustaymış gibi masaya elini koydu. Tüm bunlar olurken Naomi gülüşünü saklamaya bile gerek duymadan kahkaha attı. Az önceki minik rüzgarla oynayıp hava atan sahnesi yerle bir olmuştu. "Şey,evet." dedim karşılık olarak geri çekilmeyerek. Felix geniş geniş sırıttı. Gray çok kötü bir şey söylemişim gibi dehşetle bana baktı. "Hunter'ı öldüreceğim." dedi öfkeyle ve rüzgar gibi odadan çıktı. "Gray buna katlanamayacak." dediğinde Felix omzundaki sincap onaylarcasına öttü. Naomi ve Felix sessizce gülerken kızararak yastığıma iyice gömüldüm. Yanlış bir şey söylemiş miydim acaba? Şaşkınlıkla arkasından bakakaldım. Omzuma değen elle başımı kaldırdım. "Sorun etme. Gray sadece fazla gururludur. Yenilmekten haz etmiyor dolayısıyla gölgeyi alt edememesinden dolayı dehşet içinde kaldı. Çünkü ilk defa bir canavara karşı yenildi." Şaşkınlıkla ona baktım. "Hunter'ı da mı yendi?" dediğimde sadece gülümsemekle yetindi, cevap vermedi. "Kolun nasıl?" Diğer sarışın adam - Felix - kolumu başıyla işaret ettiğinde yaralı koluma baktım. Sargılıydı. Yaralı olduğunu neredeyse unutmuştum. Yavaşça acımasını bekleyerek kolumu hareket ettirdim. "İyileşmiş!" dedim şaşkınlıkla. "Şifacına teşekkür etmelisin. Anna oldukça işinde iyidir, iyileşmene sevindim." dedi ve geriye doğru adım attı. "Bu arada biz gitsek iyi olur, değil mi Felix?" dedi Felix'e dönerek. Felix Naomi ona bakınca başını eğerek onayladı. Naomi bana döndü ve elini kaldırdı. "Sadece nasıl olduğunu görmek istemiştik. Tabii Hunter'ı kurtardığın için de seni merak ettik." dedi ve mütevazi bir şekilde güldü. "Hunter dinlenme odasına girmemizi yasaklamıştı ama senin kim olduğunu bilmek istiyorduk. Biz dışında herkes duymuş ve görmüş zaten. Görenler de şehire senin dedikodunu yaymış bile." Hayretle ona baktım. "Ne? Şehir beni mi konuşuyor?" Naomi başını salladı. "Ateş Lord'unun yanında geldin değil mi? Hunter gölgeyi avlamaya gitmişti, tabii yanında seni alıp geri dönünce.. Yanlış anlaşılmalar tabi olacak." Yüzüm aniden kızardı. "Yanlış... Anlaşılmalar mı?" Gülerek elini salladı. "Sen bunları sıkıntı etme. Dinlen ve zihnini boşalt." Ardından bana sert bir bakış attı. "Ayrıca bu kadar utangaç olma, cidden sinir bozucu." Kaskatı kesildim, ani duygu değişimi karşısında ne yapacağımı şaşırdım. "T-Tabii!" diye kekeledim. Bana baktı ve gülümsedi. Felix de ciddi bir ifadeyle beni süzüyordu. "Güzel. Hunter odana geldiğimizi duymadan biz gidelim." Sonra bana dönüp eğildi. "Ayrıca Lordumuza yardım edip kurtardığın için minettarız." Felix de kaskatı gergin bir şekilde eğildi ardından doğruldular. Bugün neden yanaklarım bu kadar yanıyordu? "Ş-Şey önemli değil gerçekten! Sadece öyle izleyemezdim ya!" Naomi geniş geniş gülümsedikten sonra Felix'in elini tuttu ve odadan çıktılar. Şaşkınlıkla Felix'in arkasından bakakaldım. O adamın Naomi elini tutunca yanakları mı kızarmıştı? Naomi nazikti ve her ne kadar bir anda gülümseyip bir anda korkunç bakışlar atsa da sevmiştim. Felix kadar tuhaf olamazdı. O adam bu kadar etrafına soğukluk yaymasına rağmen küçük şeylerde bile utanabiliyordu. Gerçi omzunu sahiplenmiş o küçük sincap onu daha çok tuhaf gösteriyordu ya.. Gülümsedim. Ayrıca bence bu çok sevimliydi. Dalgınca parmaklarıma bakan gözlerim bir süre sonra kapıdan gelen sesle kesildi. Başımı çevirip baktığımda gelenin Hunter olduğunu farkettim. Şaşkınlıkla büyüyen gözlerimi farkettiğinde ne yapacağını bilemez halde elini ensesine koydu. "Nasıl olduğuna bakmaya gelmiştim." dedi açıkça. Üstünde ormanda gördüğüm kıyafetler yoktu. Daha temiz ve daha tertipli bir kraliyet üniforması üstündeydi. Ayrıca saçları ormanda gördüğüm gibi dağınık... Değildi. Eski hali Kral olduğunu inandırmakta güçlük çektiriyordu ama bu çalışanlar tarafından kusursuz biçim verilmiş saçları ile bana hangi mevkide olduğunu hatırlatıyordu. "Sen Kralsın." dedim saçmalayarak. Açıkçası şu ana kadar onu böyle... Resmi üniformalarının içinde görmeyene dek o kadar çok onu Kral olarak görmediğimi anlamıştım. Bir an bana şaşkınlıkla bana baktı. Ardından başını sallayarak güldü. "Bunu daha önce bildiğini sanıyordum." dedi gülümseyerek. Kibirli gülümsemesiyle elini kaldırdı. "Ah tabii sen istersen bana 'Lordum' diyebilirsin, buna memnun olurum." . .
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.