Bayan Rose’ un cenaze töreninin üstünden birkaç saat geçmişti. Bay Rose boş tabutun defin işlemlerini adamlarına büyük bir özenle yaptırmış hatta basına demeç verme zahmetine bile girmişti ama bunu yapmak zorundaydı. İnsanların önüne çıkmalı ve acısının gerçekliğine herkesi inandırmalıydı. Bu saygın bir iş adamının yapması gereken şeydi. Şimdi ise kararmaya yüz tutmuş havayı penceresinden seyrederken ithal içkisini keyifle yudumluyordu. Alkolsüz bir içkiydi ama Bay Rose zihninin ve bedeninin yavaşça uyuştuğunu hissediyordu. Elbette ki bu uyuşukluğun sebebi belliydi: Zafer sarhoşluğu. Neyin zaferi? Biricik oğlunun annesinden koparılmasının zaferi mi? Hayır. Bay Rose her şeyi oğlu için yaptığına inanıyordu. Oğluna olan düşkünlüğü gözünü öylesine kör etmişti ki onun uğruna yaptığını düşündüğü şeylerin küçük oğluna verdiği acıları göremiyordu. Genç adamın yüzündeki vahşi gülümseme hiç solmamış aksine şiddetlenerek zaten oraya aitmiş gibi yüzünde kalıcı bir yer edinmişti. Biraz sonra genç adamın kapısı çalındı ve Bay Rose’ un buz gibi sesi odayı doldururken içeri bir adam girdi. Bu Bay Rose’ un kâhyası Charles’tı. İnce uzun bir yapıya sahip olan adam Felix’ in gözleri gibi gümüş gözlere sahipti. Uzun koyu kahve saçları arkasından düzgünce bağlanmıştı. Charles Bay Rose’dan çok olmasa da büyüktü ama onun gibi genç görünümlü ve yakışıklıydı. Charles sesinin tonuna dikkat ederek konuştu. Bay Rose’ un iyi tanıdığı, yakını olabilirdi ama sonuçta onun hizmetindeydi. “Buyurun, efendim.” Bay Rose bakışlarını adama çevirmiş, gözlerini parlak gri gözlerinde sabitlemişti. Yanındaki masada duran şişeyi eline aldı ve “İçki?” diye sordu. Charles başını olumsuz anlamda sallayınca omuz silkip kendi bardağını doldurdu ve tekrar bakışlarını kâhyasında sabitledi. “Sırrımı bilen çok az kişiden birisin. Sevgili karımın delirdiğini…” Yavaş ve rahat adımlarla kâhyasına yaklaştı. “Yanlış anlama, sana güveniyorum… Ama oğluna güvenmiyorum.” Duraksadı ve Charles’ın gerginleşen yüzüne keyifle bakarak içkisinden bir yudum aldı. “Umarım beni anlıyorsundur, sevgili dostum.” Son kelime ağzından ufak bir küçümseme eşliğinde çıkmıştı. Bastırılmış bir küçümseme. Charles Bay Rose’ un en yakın arkadaşıydı ama bu arkadaşlık oyuncağını başka birisiyle paylaşan bir çocuğun arkadaşlığı gibiydi. Çocuk oyuncağı geri alınca arkadaşlık biterdi. Tıpkı Bay Rose’ un istediği zaman arkadaşlığını bitirip Charles’ı kovabileceği gibi. Çünkü arkadaşlık Bay Rose için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Aksine bu gibi duygular ona göre bir zehirdi, bir zayıflıktı ve tam da şu anda bu zehri oğlundan uzak tutmak için Charles’ı uyarıyordu. Felix Abel’ın arkadaşı olamazdı. Arkadaşlıkları zayıflıktan başka bir şey değildi ve Bay Rose’ un kitabında zayıflık kelimesinin yeri yoktu. Ve elbette başka bir şey daha vardı. Kibir. “Abel’ın bir itibarı var.” Gözlerini kıstı ve aşağılayıcı sesini adamın hiç unutamayacağı vahşi bir ifadeyle tamamlayarak devam etti. “Felix ile bütün bağlarını kesmeli.” Aslında bu kelimelerin anlamı şuydu: Bir hizmetçi parçası onun arkadaşı olamaz. Charles irkildi ve başını itaatkâr bir şekilde salladı. Bay Rose gülümsedi ve bu gülümseme gerçekten insanı ürpertecek cinstendi. Korkunç, vahşi veya çirkin değildi aksine bir yaz güneşi kadar sıcak, olağanüstü bir gülümsemeydi ve asıl ürkütücü tarafı da buydu bu adam gerçekten mükemmel rol yapıyordu. “Hem zaten Abel’ın artık burada kalması için bir sebep yok. En kısa zamanda onu yurt dışında yatılı bir okula göndereceğim. Hani şu seçkin kolej var ya… Neyse bunun detaylarını daha sonra konuşuruz. Şimdilik Felix ile olan sorunumu çözeceğini düşünüyorum.” Bay Rose arkasını döndü ve elini havaya doğru savuşturdu. “Gidebilirsin.” Defol. *** “Anlamıyorum… Bunu yapamam!” Felix babasının karşısında dikiliyordu ve gözleri yaşlarla dolarken sesi hırçın bir dalga gibi şiddetli çıkıyordu. Charles kaşlarını çattı ve oğluna kızgın bir bakış attı. “Yapmak zorundasın.” “Nasıl yaparım? Abel annesini kaybetmişken, bana en çok ihtiyacı olduğu zamanda onu nasıl yalnız bırakırım!” Felix şimdi ağlıyordu. Bu su dolu bir bardağın kırılması gibiydi. Bardak kırılınca cam parçaları etrafa saçılır ve su boşalırdı. Felix’ in kalbi de tıpkı o bardak gibi parçalanmış, acısı, öfkesi ve üzüntüsü özgür kalan su damlalarına dönüşüp yanaklarından süzülmüştü. Charles bulunduğu odada bir ileri bir geri sabırsızca kıpırdanırken bir yandan burun kemerini ovuşturuyor bir yandan da derin nefesler alıp sakinleşmeye çalışıyordu. “Baba-” “Yeter artık Felix, hiçbir şeyden haberin yok Bayan Rose ölmedi!” Kahretsin. “N-ne…” Felix bir an babasının ağzından çıkan kelimeleri bir yapboz parçası gibi zihninde birleştirmeye çalıştı. Charles bir küfür mırıldandı ve iç çekerek oğluna baktı. Öfkeyle ağzından çıkan kelimelerin Felix’ ten başkası tarafından duyulmamasını diledi. Her an işinden olabilirdi. Hata yapmıştı. Hem de çok büyük bir hata. “Felix…” “Biraz önce söylediklerin… Doğru mu?” “Ah, Ben…Bak-” “Doğru mu!” “Evet…” Charles adeta olduğu yere çivilenmiş gibi öylece durdu. Felix ise duyduklarıyla donakaldı. Bayan Rose Ölmemişti… Buna sevinmeli miydi? Belki evet ama aklına tüylerini diken diken eden bir soru geldi: Neden Abel bilmiyordu, neden ona söylememişlerdi? Annesinin yaşadığını bilmek en doğal hakkı değil miydi… “Abel… O biliyor mu?” Charles ümitsizce başını iki yana salladı. “Ona neden söylemedin…” Felix nefesinin kesildiğini hissetti. Abel karşılarında acıyla kavrulurken susmuşlardı. Babası susmuştu. Bay Rose? O da biliyor olmalıydı. Bir an Bay Rose’ un gözlerindeki vahşi ifadeyi hatırladı. Elbette biliyordu, bunu zaten o istemiş olmalıydı…Hatta belki de Abel hariç herkes biliyordu ama neden? Neden bu çocuğa böylesine bir acı yaşatıyorlardı? Felix ağlıyordu, kendi için değil Abel için ağlıyordu. Ona yardım edemiyordu. Yardım edemeyecekti de ama yine de şansını deneyip babasına sordu. “Abel’a söyleyemez miyim?” Babası iç çekti ve oğluna miras bıraktığı gümüşgözlerle ona baktı. “Hayır…” Felix biliyordu, anlıyordu. Babası sadece ona verilen emri yerine getiriyordu ve onun işinden olmasını istemiyordu. Sadece ağladı. Sonuçta Abel için yapabileceği tek şey buydu. Artık onun yanında bile olamayacaktı. Onu teselli edemeyecek, acısını paylaşamayacaktı… Belki Abel onu bıraktığı için ondan ömrü boyunca nefret edecekti… Öyle olsa bile Felix onu yine severdi. “Buraya gel…” Charles oğlunu kendine çekerek ona sarıldı ve çocuğun omuzlarında Abel’ın acısı için ağlamasına izin verdi. “O iyi olacak…” Felix buna inanmayı isterdi. Ama yapamadı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.