Amy yavaş ve derin bir nefes alarak kendini yumuşak yatağa bıraktı. Bugün öylesine uzundu ki hâlâ yaşadığı şeylerin sadece birkaç saat önce olup bittiğine inanamıyordu. Gözlerini yumdu ve bir an için Nick’ in ona sarılışının görüntülerinin zihnine doluşmasına izin verdi. Hemen ardından zihni ona Blanie’nin parlak beyaz saçlarıyla kızarmış yüzünü gösterdi. Ah bir de daha öncesine dayanan Abel’ın kibirli yüzü. Hepsi Amy’ nin zihninde karıştı ve Amy bu bulanık görüntüden kaçmak istercesine hızla gözlerini açarak duvardaki saati süzdü. Parlak kenarları işlenmiş saate göre gece yarısına daha yarım saat vardı. Elbette erken uyuyabilirdi ama bunu istemiyordu. Gözlerini tavana dikti ve bekledi. Biraz sonra cama çarpan bir sesle irkildi ve yatakta oturur bir pozisyon alarak-kanlı yazının silindiği- cama baktı. Oda sadece Amy’ nin yatağının yanında duran gece lambasının ışığıyla aydınlanıyordu ve bu da odaya tuhaf bir loşluk katıyordu. “1…2…3…” Amy istemsizce kalp atışlarının hızlandığını hissetti ve damarlarını döven nabzını düzene sokmak için içinden saymaya başladı. “7…8…9…” 10. Gökyüzünü yaran bir şimşekle Amy’ nin camında bir siluet belirdi. Amy tiz bir çığlık atmaya hazırlanırken bedenini hareket ettiremediğini fark etti ve o sırada pencere gıcırdayarak açıldı. Dışarıda sağanak bir yağmur yağıyordu ve siluetle beraber camı döven damlalar bir hışımla içeri girdi. Siluet. Saydam bir siyahlık gibiydi. Bir gölge gibi. Yavaşça Amy’ nin yanına doğru süzüldü ve siluet belirginleşti. Baştan aşağı siyaha bürünmüş birisi. Siyah bir kapüşonla yüzünü örtmüştü ama yüzünün önüne düşen beyaz saçları belli oluyordu. Siluet eğildi ve adeta taş kesilen Amy’ nin kulağına fısıldadı. Sesi yumuşaktı ama bu bir canavarın ninni söylemesi gibi bir şeydi. Ürpertici bir yumuşaklık. Siluet tek bir kelime söyledi. “Kaç.” Sonra her şey karardı ve Amy gözlerini açtı. Titriyordu ve bu… Bu bir rüya mıydı? Ama uyumamıştı. Örtüsünü sanki onu o garip siluetten koruyabilecekmiş gibi kafasına kadar çekti ve örtünün altında titrek nefesler aldı. Tik. Tak. Tik .Tak. Yelkovan ve akrep üst üste bindiğinde Amy’ nin bedeni ağırlaşarak onu rüyanın kollarına bıraktı. *** Kapı çalındı ve sessizlik tüm ağırlığıyla odaya çökerken Tina Abel’ın odasının-babasının çalışma odası artık onundu- kapısından seslendi. “Efendim?” Abel iç çekti ve şakaklarını ovuşturup içeri gelmesini söyledi. Annesini ziyaretinden birkaç saat sonra eve gelmişti. Babasının hastalığından bu yana şirketin işleriyle de ilgilenmek zorunda kalıyordu aslında babasının adamları Abel okulu bitirene kadar işleri yürütebilirdi. Ancak her şeyden öte şimdi bu odada elinde hisse senetleriyle hesaplamalar yaparken bulunmasının tek nedeni kafasını dağıtmaktı. Tina kapıyı aralayarak içeri girdi. “Efendim, Bay Thorn’un yarın malikâneye döneceği haberini aldık.” Abel dişlerini sıktı. Üvey kardeşi. “Bu ani dönüşünün nedenini açıkladı mı?” Jest Thorn. Bay Rose’ un başka bir kadından olma çocuğu. Abel’dan bir yaş küçüktü ve şu aralar babasının ortak olduğu bir başka şirkette CEO’ydu. Babasının yüklü miktarda bir mal varlığı vardı ve Abel ana şirketlerinin başına geçecek olan kişi olsa bile mirasının Jest ile bölüşülmesine katlanamıyordu. Onu kardeşi olarak bile görmüyordu. O hiçbir şeyiydi. Sadece kan bağları var diye ona karşı bir duygu beslemek zorunda değildi…Eh, nefret de bir duyguydu gerçi. “Hayır efendim. Bu konuda bilgilendirilmedik.” Abel iç çekti ve Tina’nın çıkmasına izin verdikten sonra kollarını masada birleştirip yüzünü kollarının arasına gömdü. Biraz olsun rahatlamak istiyordu. Biraz olsun birinin onu anlamasını istiyordu. Keşke şimdi konuşabileceği birisi olsaydı. Felix olsaydı… Annesini ziyaret ettiğini anlatırdı, Amy ile olan çatışmalarını, Blanie ile olan anlaşmasını… Doğru mu yapıyordu? İçinde yanlış olan bir şeyler vardı. Ona ait olmayan bir şeyler… Kısa bir an Amy’ nin yüzü zihninde şekillendi. Kestane saçları bir şelale gibi omuzlarından dökülürken bal rengi gözleri parlıyordu ve ona bakıp… Gülümsüyordu. Abel’ın kalbi tekler gibi oldu. Ona çarptığı zamanki gülümseyişi hâlâ aklındaydı. Yüzünü kaldırdı ve zihnindeki görüntüleri kovmak istercesine başını iki yana salladı. Babası hep ne derdi: “Duygular zayıflıktır.” Evet, babasından nefret ediyordu ama haklıydı. Duygular zayıflıktan başka bir şey değildi. Babasının geniş masasının üst çekmecelerinden birine uzanıp bir ay kadar önce buraya bıraktığı dosyayı çıkardı. Felix’ in hazırladığı dosyayı. “Bay Rose’ un doktorunun ani ölümünün arkasında…” Ve odaklanmaya çalıştı. *** Nick ağabeyinin evde olmadığını görünce rahatladı. Yüzünün halini görünce eminim ki onunla içten içe dalga geçerdi. Kızarmış yüzünü. Nick ve Amy okuldan geç çıkmışlardı ve Nick terastaki sarılışlarından beri utangaç bir ifadeye bürünmüştü. Öyle ki Blanie’yi ve terasta yaşadığı o kısa donma anını unutmuştu. Ve aklına sonradan bir soru geldi: Ağabeyi neredeydi? Tamam, evde olmaması işine gelirdi ama hiç bu kadar geç kaldığını hatırlamıyordu. Ara sıra ortadan kaybolduğu olurdu ama… Biraz sonra Nick kapının açıldığını duydu ve irkilerek odada beliren ağabeyine baktı. “Geç kaldın.” Ağabeyi buz mavisi gözlerini ona dikti ve o duygusuz bakışlarından biriyle Nick’i süzdü. Sonra esnedi ve parlak siyah saçlarını karıştırdı. “Sen de öyle.” Nick omuz silkerek arkasını döndü ve koridorun sonundaki odasına doğru ilerledi. Fazla bile konuşmuşlardı. Elbette işi çok yoğun olmalıydı. Çünkü Zack genç yaşına rağmen üstün zekâsı sayesinde ünlü bir profesördü. Çoklu evren teoremi üzerinde çalışan bir kozmoloji profesörü. Genç kızların gözdesi, bilim adamlarının gurur kaynağı, kardeşinin çok sevgili ağabeyi falan. Elbette Nick sonuncusunu büyük bir alayla zihninden geçirdi. Kapısını çarparak kapattığında bunu istemsiz olarak yaptığını fark etti ve homurdanarak kendini yatağa bıraktı. Ağabeyiyle geçirdiği bu kısacık an bile sinirlerinin gerginleşmesine sebep olmuştu. Ondan nefret etmiyordu. Hayır, nefret kelimesi yetersiz kalırdı. Çünkü o anne ve babası öldüğünde Nick’i teyzelerinin yanına bırakmış ve henüz küçük yaşına rağmen yurt dışında teklif aldığı bir üniversiteye gitmişti. Nick’i bir başına bırakmıştı. Evet, belki teyzesiyle beraberdi ama teyzesi… Nick irkildi. Onu… Tuhaf bir şekilde unutmuştu. Birden bir merkez zihninde belirdi. Çok az hatırladığı bu merkeze ne için gittiğini bile hatırlamıyordu. Teyzesi göndermiş olmalıydı… Ama neden? Sanırım bunu hiç bir zaman bilemeyecekti. İç çekti ve düşünceleri yine ağabeyine kaydı. Nick’e oldukça benziyordu. Elbette yüz şekli Nick’e göre daha olgundu ve ara sıra taktığı gözlükleri ile bir profesörü andırıyordu. Ama bunun dışında o yaşlı profesörlerle yakından uzaktan alakası yoktu. Eh kızlar da onun zeki ve yakışıklı olmasına bayılıyorlardı zaten ama Nick ağabeyini daha önce bir kızla konuşurken görmemişti. Asıl tuhaf olan şey iş arkadaşları dışında biriyle bile konuşurken görmemiş olmasıydı. O çok… Gizemliydi ve Nick bunu yeni fark etmenin getirdiği huzursuzlukla yatakta kıpırdandı. Bazen ağabeyi ona bir şey söylemeden ortandan kaybolurdu ama her zaman geri gelirdi ve Nick bunun şu ana kadar bir sorun çıkarmadığından önemli bir şey olmadığını düşünürdü. Peki… Ne yapıyordu? Kozmoloji profesörü… Bunun ne anlama geldiğini tam olarak öğrenemeyeceği gibi sanırım onun ortadan kaybolduğunda ne yaptığını da öğrenemeyecekti. Ensesindeki bir tutam saçı çekiştirerek derin bir iç çekti ve bileğindeki saate baktı. Gece yarısına son bir dakika. Yatağına iyice gömüldü ve derin bir nefes alarak uykunun onu esir almasına izin verdi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.