“Gitmek zorunda mısın?” Abel parmak uçlarıyla uzanıp Felix’ in temiz takımının kolunu hafifçe tuttu. Felix yumruklarını sıktı. Arkasına dönmek ve ona üzüntüyle bakan mavi gözlere şefkatle karşılık vermek, ona sarılıp her şeyin yoluna gireceğini söylemek istiyordu ama yapamadı, her şey için özür dileyemedi. Sadece olabildiğince soğuk bir sesle cevap verdi. Hem belki Felix onu kendinden uzak tutarsa Abel ayrıldıklarında çok üzülmezdi. “Yapacak işlerim var.” Yalan söylemiyordu. Gerçekten de yapması gereken tonla iş onu bekliyordu. Artık her şey Felix’ in zihninde netlik kazanmıştı ve Bay Rose’ un acımasızlığı karşısında irkilmesine neden olmuştu. Felix ile babasının konuşmasının üzerinden bir ay geçmişti. Babası ona Bayan Rose hakkındaki gerçekleri anlatmak zorunda kalmıştı ve Felix duydukları karşısında ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Üstelik şimdi bir de Bay Rose’ un gizli aşkı ve gayrimeşru oğlunun malikâneye taşınması söz konusuydu. Felix’i asıl endişelendiren ise Abel’ın bütün bunları nasıl kaldıracağıydı. Babası Abel’ın liseye kadar yurt dışında eğitim almasını istiyordu. Felix’ ten ayrı düşecekti ama Bay Rose bundan önce onların birbirinden uzak kalması için zaten elinden geleni yapmamış mıydı? Abel ne zaman Felix’ in yanına gelse Felix’ in bir işi çıkıyor ve ondan uzaklaşıyordu. Ayrıca Felix’ in babası da çoktan arkadaşlıkları konusunda uyarılmıştı. Abel’ı kendisinden uzaklaştırsa da pek bir şey değişmezdi sanırım… Yine de Felix ne yapacağını bilemez halde kalakalmıştı. Tek ve en yakın dostu, kan bağı olmasa da kardeşi olan Abel’dan ayrılmak onun içini parçalıyordu. En zoru da duygusuz biri gibi davranmaktı. Hatta bir keresinde Abel’ı ağlarken görmüş ve onun yanına gidip küçük kardeşini teselli edememişti. Bunun yerine ne mi yapmıştı? Gözlerinin içine baka baka yanından geçip gitmişti. Öylece… Şimdi düşündükçe bile Felix içinde yükselen, kendisine olan nefretini dizginleyemiyordu. Ve şimdi yine aynı şeyi yapıyordu. Yapmak zorundaydı biliyordu ama bu öylesine acı veriyordu ki… Abel’ın Felix’ in kolunu tutan parmakları hafif bir burun çekiş eşliğinde gevşedi ve birkaç dakika sonra Abel’ın elleri yanına düştü. “Ben…Ben yanlış bir şey mi yaptım?” Felix ona bakmadı. Abel’ın hıçkırıkları kulaklarına ulaştı. “Neden herkes beni terk ediyor?” Abel dizlerinin üzerine çöktü ve elleriyle yüzünü örttü. “Annem, sen…” Lanet olsun. Felix yumruklarını öylesine sıkmıştı ki parmak boğumları beyaza çaldı. “Ben… Ne yaptım?” Felix tam arkasını dönüp Abel’ı kollarıyla saracakken malikânenin camında tanıdık bir yüz gördü. Bay Rose. Baştan aşağı bedenini saran ürpertiye engel olamadı. Bay Rose onları izliyordu ve… Sırıtıyordu. Beyaz dişlerini göstererek o vahşi ifadesini gözler önüne seriyordu. İçkisini yudumladı ve zevkle dilini dudaklarında gezdirdi. Gözlerini bir an bile ayırmadan uzaktan Felix’i izledi. Çocuğun içini görebilirmişçesine dikkatle onu süzdü. Felix yaşlar gözlerine hücum ederken damlaların yanaklarını yakmasını engellemek için kafasını geriye yatırdı ve gökyüzüne baktı. Hala Abel’ın içini parçalayan hıçkırıkları kulaklarında dolaşıyordu. “Felix… Ağabey?” Felix cevap vermedi. Sadece Abel’ı arkasında bırakarak ilerledi, ilerledi ve bir kez daha kendisinden nefret etti. *** Abel gözlerinin yanındaki kızarıkları ve karışmış saçlarıyla malikânenin geniş, ihtişamlı salonuna girdi. Biraz sonra Tina aceleyle yanına geldi ve küçük çocuğu hazırlanması için odasına götürdü. Hazırlık. Bayan Thorn malikâneye yerleşiyordu. Hem de oğluyla. Üvey kardeşi. “Başka oğlun da var!” Annesinin sözleri zihninde dolaştı. Artık umursamıyordu. Kendini buna inandırıyordu ama umursadığını biliyordu. Annesi ölmüşken nasıl… Babası bunu ona nasıl yapardı? Abel odasında oturmuş, Tina takımını giymesine yardım ederken Felix’i düşünmemeye çalışıyordu. Eh, bu konuda başarılı olduğu söylenemezdi. Neden ona böyle davrandığı konusunda hiçbir fikri yoktu. Aslında… Bir keresinde, babasına ağlarken yakalandığında babası onu sakinleştirmiş ve neden ağladığını sormuştu. O da Felix’ in artık kendisini sevmediğini söylemişti ve babası bunun üzerine ona hafifçe tebessüm edip insanların bazen acımasız olabildiklerini, Felix’ in de Abel’a sadece şöhreti yüzünden yaklaştığını söylemişti. Abel o gün buna inanmamıştı ama şimdi gözüne pek de imkânsız gibi görünmüyordu. Babasına inanıyordu… İnsanlar onu gerçek benliği için sevmeyecekler miydi? Hem de hiçbir zaman. Güzel bir yüzü ve çok parası olduğu için mi onunla konuşuyorlardı… Ama bu… Bu acı veriyordu. Felix öyle birisi miydi? Kendini onaylamayarak başını iki yana salladı. “D-durun küçük bey, saçlarınızı bozacaksınız!” Tina endişeyle Abel’ın saçlarını düzeltti. Ceketinin düğmelerini ilikledi, omuzlarındaki -olmayan-tozu silkti ve küçük çocuğun yüzünü avuçları arasına alıp şefkatle gülümsedi. “Çok yakışıklı oldunuz, küçük bey.” Kadın neredeyse bir anne şefkatinde gülümsüyordu. Neredeyse. Abel aklına annesi gelince gözlerinin dolmasını engelleyemedi. Tina bunu görünce yüzü endişeyle kasıldı. “K-küçük bey? Yanlış bir şey mi söyledim… Küçük Bey ağlamayın, misafirleriniz gelmek üzere.” Abel gözlerindeki yaşlardan kurtulmak için hızlıca gözlerini kırpıştırdı. Tina ona elini uzattı ve o içten gülümsemesini tekrar gözler önüne sererek aynı içten ifadeyle konuştu. “Gelin, küçük bey. Misafirlerinizi karşılayalım.” Abel Tina’ın uzattığı eli tuttu ve -hiç istemese de-misafirleri karşılamak için tekrar malikânenin geniş salonuna indi. Charles kapıyı açtığında içeri genç, güzel bir kadın ve onun elini sıkı sıkı tutan hemen hemen Abel’ın yaşlarında bir çocuk girdi. “Hoş geldiniz, hanımefendi. Ceketinizi alayım.” Charles kapıda durmuş kadına ve çocuğa eşlik ederken diğer hizmetliler de bavulları taşıyordu. Biraz sonra Bay Rose salonu iki yandan çepeçevre saran uzun ve geniş merdivenlerde belirdi. Beyaz bir takım giymiş, gür sarı saçları özenle taranmış ve pahalı parfümünün kokusu odaya dolmuştu. Yüzünde sakin, yumuşak bir ifade ile merdivenleri ağır ağır indi. Salonu saran merdivenlerin ortasındaki altın desenlerle işlemeli heykele kolunu yasladı ve bakışları genç kadına sabitlendi. “Yeni evini nasıl buldun, sevgilim?” Sevgilim. Abel’ın gözünde beyaz noktacıklar uçuştu ve babasına tiksintiyle baktı ama kısa bir an babasının yüzünde de aynı tiksinti ifadesini yakalayınca şaşırdı. Kadın sevinçle Bay Rose’ un yanına ulaştı ve kollarını adamın boynuna dolayıp onu öptü. Abel’ın midesi kasıldı. “Ah, Daniel bayıldım!” Bay Rose kadını kendinden nazikçe uzaklaştırdı ve ona şaşkınca bakan küçük çocuğa gülümsedi. Oğluna. Kadın gerileyerek oğlunun yanına gittiğinde küçük çocuk titreyerek annesinin bacağının arkasına saklandı. “Jest, gelip babana ve kardeşine merhaba demeyecek misin?” Abel kardeşini süzdü. Siyaha kaçan koyu kahve saçları dalgalar halinde alnına düşerken ela gözleri korkuyla parlıyordu. Babasının yakışıklı genlerini aldığı belli olan yüzü daha çok annesini andırıyordu. Abel o an karşısındaki çocukta kendine dair bir şey gördü. Onlar aynıydı. Evet, ikisi de korkmuş, tiksinmiş ve üzülmüştü. Abel annesini kaybetmiş olabilirdi ama karşısındaki çocuğun da kendisinden pek farklı olmadığını görüyordu. Jest de annesini kaybetmişti. Onu bir yabancıya karşı kaybetmişti. Babasına, ilk defa gördüğü öz babasına karşı kaybetmişti. “Jest.” Kadının sesi sert ve uyarı doluydu. Bakışları çıkık elmacık kemiklerini belirginleştiren odada oyalanıp oğluna ulaştı ve yumuşak ifadesi silinip yüzüne keskin bir ifade oturttu. Jest kadının bacağından kurtuldu ve Abel’ın karşısına dikildi. Abel’ın boyu ondan daha uzundu. Jest kızarmış yanaklarıyla ürkekçe baktı ve zarif bir hareketle elini uzattı. Kulaklarını örten uzun saçları dağılmış, alnına düşerek ela gözlerini gölgelemişti. “J-Jest.” Abel kollarını göğsünde kavuşturdu. Bu içinde fırtınalar kopartan öfkenin yansımasıydı. Onu kendine benzetmişti ve bu düşünceden nefret etti. Onu sevmişti… Bu düşünceden de nefret etti. Barışçıl bir yaklaşım sergilemeyecekti. Belki aptalca ve ona yakışmayacak kadar kaba bir davranış olabilirdi ama ona kimin daha üstün olduğunu kanıtlamak istiyordu. Babası için tek olmak istiyordu. Karşısındaki çocuğu, kardeşini, kıskanıyordu. Hem zaten annesini kaybetmişti, babasını da kaybedemezdi. “Abel.” Sesi soğuk, acımasız ve nefret doluydu. Birkaç saat öncesine kadar acıyla parçalanan kalbi taş kesmiş, acısı bir elekten geçirilip geriye saf nefreti bırakılmıştı. Sakindi. Hem de hiç olmadığı kadar sakin ama bu içindeki nefreti örten bir maske gibiydi. Gizlenebileceği bir sığınak gibi. Jest elini geri çekti ve geri dönerek annesinin bacağına tekrar yapıştı. Bay Rose boğazını temizledi. Yüzünde anlayışlı, her zamanki gibi sakin bir ifade belirdi. “Çok iyi anlaşacağınızdan eminim.” Abel babasından aldığı soğuk mavi gözlerini Jest’e dikti ve ona ait olmayan, babasına özgü sakinlikteki hafif bir ifadeyle gülümsedi. “Evet, çok iyi anlaşacağız, kardeşim.” İçinde biriken öfke son kelimeye serpildi ve bu kelime dudaklarından ölümcül bir zehir gibi döküldü. Gittikçe babasına benziyordu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.