Kuzgun siyahı saçları, odaya dolan gün ışığıyla parlayan oğlan zihnindeki sesle ürperdi. "Bunu bir ders olarak düşün, Zack." Bakışlarını onu evine götüren hain ayaklarından çekip yataktaki kardeşine yöneltti. Bunu da Gölge yapmıştı. "Emirlerime karşı çıkmanın cezası olarak..." Hareketlendi, bedeni zihnindeki sesin sahibine itaat ederek onu yatakta yatan oğlana doğru yürümeye zorladı. Konuşmayı denedi, sesi çıkmadı. Gözleri yaşlarla doldu, kendine engel olmaya çalıştı. "Boşuna çabalıyorsun,küçüğüm. Sahibin olduğumu unutuyor gibisin..." Yaşlar buz mavisi gözlerinden süzülürken kardeşinin başucunda dikildi. "Öldür." Bedeni tekrar kendisine ihanet etti, hain elleri yataktaki oğlana uzandı. "Lütfen..." Zack, zihninden Gölge'ye yalvardı. "Direnmen faydasız, küçüğüm." Zack acı içinde Gölge'ye karşı koymaya çalıştı ama bu, efendisinin de söylediği gibi, faydasızdı. Elleri kardeşinin boğazına sarılmaya hazırlandı. "Lütfen...Efendim..." Parmakları Nick'in tenine değdi. Zack, kardeşinin sıcaklığıyla irkildi. Son kez şansını deneyip Gölge'ye tüm gücüyle karşı koymayı denedi ve... Başardı. En azından o öyle olduğunu sandı. Parmakları Gölge'nin emrinden çıkıp dokundukları tenin sıcaklığıyla yandı, irkilerek ellerini geri çekti. Bir an zihninde tekrar efendisinin sesini duymayı bekledi ama hiçbir şey duymadı. Hatta artık tuhaf bir şekilde Gölge'nin varlığını bile hissetmiyordu. Bedeni hafifçe titremeye başlarken derin bir nefes alıp dizleri üstüne çöktü. Elleriyle yüzünü örttü, az kalsın kardeşini öldürecekti. Nick'i öldürecekti. Bu düşünceyle ürperdi ve uzun geçen birkaç dakika boyunca öylece kendine gelmeyi bekledi. "Senin derdin ne!" Zack irkilerek bakışlarını yatakta nefes nefese doğrulan kardeşine yöneltti. "Beni korkuttun, sabahın bir vakti odamda ne işin var?" "B-Ben..." Zack, toparlandı. Yüzü, eski soğuk ifadesine büründü. Nick'in kaşları çatıldı. "Sen...Ağladın mı?" Zack ifadesini bozmadan ayağa kalktı. "Hayır, seni uyandırmak için gelmiştim ve sadece düşünüyordum." Nick homurtuyla karşı çıktı. "Yerde mi? Üstelik benim odamda?" "Düşüncenin seni nerede yakalayacağını bilemezsin,Nick. Ah, gerçi bu senin için sorun olmamalı." Bu bir taktikti. Zack, Nick'in zayıf noktalarını yakalayıp konuyu değiştiriyordu. "Haklısın, çünkü benim yerime düşünen bir ağabeyim var. Öyle ki kendisi hakkımda karar verebileceğini bile sanıyor!" Zack öfkelenen kardeşine bakarken içten içe rahat bir nefes aldı, bu taktik Nick'te her zaman işe yarardı. "Uzatma, Nick. Şimdi kalk ve hazırlan, okula geç kalacaksın." "Beni bırakmana ihtiyacım yok, kendim giderim. Şimdi, odamdan çıkabilirsin." "Bu kadar inatçı olmak zorunda mısın, işimi zorlaştırma. Beş dakikan var, bekliyorum." Nick yumruklarını sıkarak odadan çıkan ağabeyinin arkasından baktı, sonra söylenerek ayağa kalktı ve rüyanın anıları zihnine dolarken hazırlanmaya başladı. Ona bağlı olmaktan nefret ediyordu ama şimdi durup bunun hakkında düşünemezdi. Yutkundu, hem düşünmesi gereken daha önemli bir sorunu vardı: Bugün, Blanie ile yüzleşecekti.[/font] [font="Segoe UI Historic", "Segoe UI", Helvetica, Arial, sans-serif]"Sen ne yaptığını sanıyorsun, Gölge?" Beyaz saçlı oğlan sakinlik maskesinin ardındaki öfkesiyle tahtta oturan ikizine yaklaştı. "Seni durdurmasam her şeyi mahvedecektin..." "O aptal çocuğun ölmesi hiçbir şeyi değiştirmezdi, ikizim!" Gölge, hışımla ayağa kalktı. "Ölü Ruh'a dersini vermeliyiz, yoksa bir hizmetkârdan fazlası olduğunu düşünecek!" "Böyle olmaz, Gölge. Anlamıyor musun? Her şey plana bağlı!" Gölge, tıslamayı andıran bir sesle kardeşine yaklaştı. "Bana emir vermeyi kes! Gerçekten kim olduğunu sanıyorsun? İkizim olman gerçeği gözümde seni diğerlerinden farklı kılmıyor, sen de diğerleri gibisin. Acınasısın ama ben...Ben senden güçlüyüm, ben hepinizden güçlüyüm!" "Gölge-" "Sensin... Her şeyi mahveden sensin! Ne istersem yaparım, bana karışmayı düşünmen bile aptallık...Ben senin efendinim." "Gölge-" "Ben hepinizin efendisiyim!" İkizi, Gölge'ye uzanıp oğlanın omzunu kavradı. "Bu doğru, sen en güçlüsün. Sen efendimsin, efendimizsin. Şimdi, sakinleş ikizim." Kızıl-siyah saçları dağılmış oğlan nefes nefese derin bir soluk alıp tiksinti ifadesiyle gözlerini kısarak kardeşine baktı. "Ancak bugün yaptığın şey, mantık dışıydı. Seninle sıradanları istediğin zaman öldüremeyeceğin konusunu konuşmuştuk. O yüzden..." Beyaz saçlı oğlan büyüyle cebinden siyah sıvıyla dolu bir şişe çıkarıp ikizine gösterdi. "Bugünlük ödülünü alamayacaksın." Yine aynı büyüyle şişeyi aldığı yere geri soktu. Gölge'nin bakışları vahşileşti. Ölümcül kızıl gözleri nefretle parladı, çenesi kasıldı. Bütün sinirleri gerilmiş, tüm dikkati ikizinde yoğunlaşmış gibiydi. Beyaz saçlı oğlan, sakin ifadesini koruyarak kendisine saldırmaya hazırlanan ikizine daha da yaklaştı. "Gölge..." Gölge'nin bedeni olduğu yere çivilendi, kıpırdayamadı. Beyaz saçlı oğlan hafif bir tebessümle tamamladığı sakin ifadesini bozmadan ikizine sarıldı. Kollarını yavaşça oğlanın bedenine doladı ve oğlanın kızıl-siyah saçlarını nazikçe okşarken hafifçe kulağına doğru fısıldadı. "Uyu." Gölge'nin gözbebekleri yukarı çekilerek yerini göz akına bırakırken beyaz saçlı oğlan, bedeni istemsizce çözülerek uykuya dalan kardeşini kucakladı. "İşte böyle, ikizim... Biraz dinlen." *** "Huzurlu görünüyor..." Felix hafifçe gülümseyerek başını salladı ve yavaşça uzanıp Abel'ın yüzüne düşen birkaç tutam altın sarısı saçı ittirdi. "Ona değer veriyorsun, değil mi?" Felix bu soru karşısında şaşırarak bakışlarını yanında dikilen Jest'e kaydırdı. "Evet..." Jest'in bakışları durgunlaştı, dudakları hafifçe aralanıp kapandı. Gözleri söyleyemediği sözlerle usulca parladı. "Sana da değer veriyorum, Jest." Jest irkilerek Felix'e baktı. Bu kadar hızlı bir cevap beklemiyordu. "Ama...Bir seçim yapman gerekirse onu seçeceksin..." Felix iç çekerek oğlana baktı. "Hayır, Jest-" "Öyle. Bunu yapmalısın da zaten. O benden daha değerli... O, sevgiyi daha çok hak ediyor-" "Hey..." Jest, saçlarına dolanan parmaklarla irkildi. Felix içtenlikle gülümseyerek oğlanın dağınık saçlarını okşadı. "Böyle bir şey olmayacak, Jest. Çünkü bir seçim yapmak zorunda değilim. Öyle olsam bile ikinizi seçerdim. Bunu biliyor olmalısın." "Ben..." "İkiniz de benim için değerlisiniz, ikiniz de küçük kardeşlerim gibisiniz ve inan bana bunu hiçbir şey değiştiremez..." Jest utanarak bakışlarını kaçırdı, gözleri dolmuştu. "Seni bulacağım...Amy..." İkisi de Abel'ın sesiyle irkilerek oğlana baktı. Birkaç saniye sonra Abel hızla gözlerini açıp yatakta doğrularak oturdu. Terden yüzüne yapışan parlak altın sarısı saçları odaya dolan gün ışığıyla dalgalanırken gözlerini kırpıştırarak ışığa alışmalarını bekledi. "Demek senin de rüyalarını süsleyebilecek bir kız var, ha?" Abel irkilerek yatağının bir köşesinde dikilen oğlana baktı. Tam kaşlarını çatıp ona odasında ne aradığını soracaktı ki yatağının kenarına oturan Felix'i fark etti. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve hafifçe titreyerek bakışlarını tekrar Jest'e yöneltti. "O-Onu sen de görüyor musun?" "Kimi?" Abel elleriyle gözlerini ovuşturdu. "F-Felix'i görmüyor musun? Hayâl mi görüyorum...Hâlâ rüyada mıyım, yoksa-" Felix gülerek bir Jest'e bir de Abel'a baktı. "Onunla dalga geçme, Jest." "Felix... S-Sen gerçek misin?" "Hayalete benzeyen bir yanım mı var?" "Felix!" Abel hızla oğlana doğru atılıp ona sıkıca sarıldı. "Şükürler olsun! Normale dönmüşsün, ah! İnanamıyorum! Normale dönmüşsün..." Gözyaşları istemsizce akarken hıçkırdı. "Beni bırakmayacağını biliyordum! Biliyordum..." "Hey, sakinleş Abel." Oğlanı nazikçe kendinden uzaklaştırıp yüzüne baktı. "Özür dilerim, Abel." "Hayır...Hayır, asıl ben özür dilerim Felix. Aptalın tekiyim...Bencil pisliğin tekiyim..." Burnunu çekip nefes almadan konuşmaya devam etti. "Çok geç kaldım... Her şeyi benim için yaptığını anlamakta çok geç kaldım, ağabey!" Turkuaz gözleri acıyla parladı. "Seni suçladım, öylesine aptaldım ki benim için yaptığın onca şeyi fark edemedim... Üzgünüm... Gerçekten çok üzgünüm, beni affedebilecek misin?" Abel yalvaran gözlerle Felix'e bakıyordu. Felix şaşkınlıkla, dolan gümüş gözlerini kırpıştırdı ve alnını oğlanın alnına dayayarak hafifçe tebessüm etti. "Sana hiç darılmadım ki..." Ağlamamak için direndi. "Çok denedim, Abel. Annenin ölmediğini sana söylemeyi çok denedim ama her seferinde türlü engellerle karşılaştım... Yine de vazgeçmedim ama korkuyordum, beni hiçbir zaman affedemeyeceğin düşüncesiyle delicesine korkuyordum Abel...Bu düşünce beni bitirdi ama sen benim kardeşimdin,bunu yapmak zorundaydım...Hâlâ da öylesin Abel." Geri çekilerek hafifçe yanında dikilen Jest'in kolunu kavradı. Dalgın bir ifadeyle onları izleyen oğlan irkildi.Daha sonra utançla kızararak bakışlarını kaçırdı. "Öylesiniz. İkiniz de kardeşimsiniz." Abel hafifçe güldü, mutluydu. Gerçekten mutluydu. Uzun süren birkaç dakika birbirlerine bakıp sadece güldüler. Sonra, sessizliği bozan Jest oldu. "Söylesene, Abel...Şu kız da kimdi, Amy?" Abel bu beklenmedik soru karşısında öksürdü. "O..." Bakışları yumuşadı. "Benim koruyucum." "Ne?" Jest ve Felix aynı anda şaşkınlıkla Abel'a baktı. Abel derin bir iç çekti. Bunu onlara nasıl açıklayabilirdi ki? "Bu bahsettiğimiz Amy, o Amy mi-" Abel Felix'i, tuhaflaşmadan bir süre önce, onu araştırması için görevlendirdiğini hatırlayarak utandı ve hızla başını salladı. "Kimden bahsettiğiniz hakkında bir fikrim yok ama Abel'ın rüyalarına girmeyi başaracak kadar özel olmalı..." Abel kulakları hafifçe kızarırken tiz bir sesle karşı çıktı. "O sadece bir..." Amy'nin güzel yüzü gözünde canladı. "Dost." Jest muzipçe gülümsedi. "Öyle diyorsan öyledir, ağabeyciğim." "Hey, kes şunu Jest. Onu utandırıyorsun... Hem siz ikiniz geç kalmıyor musunuz? Abel, sen okuluna gitmelisin ve Jest senin de yönetmen gereken bir şirket var." "Eh, sanırım öyle. O zaman acele edelim yoksa Abel'ın tatlı rüyasından ayılmasını bekleyecek miyiz-" Jest, Abel'ın kısılan gözleriyle sustu ve teslim olurcasına ellerini havaya kaldırdı. "Tamam, tamam sadece bir dost." *** Koyu mavi saçları hafif dalgalarla ensesine dökülen genç adam silindir şapkasını başından çıkarıp ters çevirdi ve elini şapkanın içine sokup parlak, gümüş rengi toz zerreciklerini avcuna aldı. Daha sonra toz zerreciklerini üfleyerek bedeninin parlak gümüş zerrelerle kaplanmasını seyretti. Birkaç saniye içinde bedeni şeffaflaştı, görünmez oldu. Bir elini alnına koydu ve alnındaki mührü yokladı. İki minik üçgenin birleşmesiyle oluşan küçük kum saati benzeri mühür hafifçe parlarken şapkasını takıp kendi kendine mırıldandı. "Etkisi büyük olsa da çatlak fazla büyük olmasa gerek..." Duraksadı. "Bu, bir sıradan yüzünden olmuş olmalı.... Ah, şu sıradanlar gerçekten hiç akıllanmayacaklar..." Bir evin salonundaydı, sessizce odadan çıkıp ilerlemeye başladı. Onları nerede bulacağını biliyordu. Koridorun sonundaki odaya girdi, yavaş adımlarla odanın bir köşesindeki yatağa ulaştı ve uyuyan çifte baktı. Elini mührünün üzerinden çekti ve sessizce uyuyan kadına yaklaştı. Yavaşça elini uzatıp kadının gümüşi çizgilerle süslenmiş kahve saçlarına hafifçe dokundu. "Violet...Şimdi beni iyi dinle..." Alnındaki mühür usulca parladı. "Amy'e doğum günü geldiğinde gerçek kimliğini açıklayacaksın." Kadının zihnini koruyan büyü duvarını hissederek duraksadı. "Ona kim olduğunu söylemek zorundasın, Violet. Amy gerçeği bilmeli." Büyü duvarı titreşip kadının zihnine yerleştirmeye çalıştığı düşünceleri reddetti. Genç adam elini çekip hafifçe geriledi. "Lanet olsun... Ufaklık, sence bir sıradan nasıl bu kadar güçlü bir büyü yapabilir?" Bir an için yanında ortağını görmeyi bekleyerek etrafına bakındı. Daha sonra ortağının başka bir görevi olduğunu hatırlayarak iç çekti ve yatağın etrafını dolanarak yan tarafta uyuyan adama yaklaştı. Bir an önce yalnız çalışmaya alışması gerekiyordu. Hem ufaklıkla olan ortaklığı da uzun sürmeyecekti, kimi kandırıyordu. Kimse eski dostunun yerini tutmuyordu, ufaklık bile... Daha fazla oyalanmadan işini bitirmesi gerektiğini hatırlayarak zihnindeki düşünceleri sildi ve elini nazikçe adamın saçlarının üstüne koyarak zihnine daldı. "Andre, Amy'e doğum gününde unutulmaz bir hediye vermeye ne dersin?" Adam zihnine dolan düşüncelerle hafifçe kıpırdandı. Büyü işe yarıyordu... "Amy'e gerçeği söyleme vakti geldi, Andre. Doğum gününde ona kutuyu vereceksiniz, Amy'e gerçek kimliğini açıklayacaksınız. Violet'i ikna etmelisin. Amy gerçeği öğrenmeyi hak ediyor..." Elini çekti ve mührünün sönmesine izin verdi. Şimdi kutuyu gizledikleri yerden çıkarıp görebilecekleri bir yere koymalıydı. Bu, adamın zihnine işlediği büyünün etkinleşmesi için gerekliydi. Yatağın yanından uzaklaşıp odanın köşesindeki küçük dolaba ulaştı. Kilidi büyüyle kırdı ve dolabın çekmecelerinden birini açıp içinden beyaz bir kutu çıkardı. Kutuyu dolabın üstüne bırakıp derin bir nefes verdi. Artık gitmeliydi, yapabileceği her şeyi yapmıştı. Gerisini zaman gösterecekti. *** Violet kapı kirişine hafifçe yaslanmış, uyuyan kızını izliyordu. Andre kadının yanına gelip nazikçe omzuna dokundu. "Hayatım..." Kadın yaşlı gözlerle kocasına bakıp derin bir iç çekti ve elleriyle yüzünü örttü, bedeni bir titremeyle sarsıldı. "Korkuyorum, Andre..." "Bunu bilmek onun hakkı, Violet." Andre yüzüne düşen birkaç tutam gümüş telin ardından bakışlarını karısının titreyen bedenine kilitledi. Nazikçe gülümseyip, elleriyle yüzünü örten kadının sırtını sıvazladı. "Onu ikimiz de tanıyoruz,canım." Derin bir nefes aldı. "Bunu öğrenince bize kızmayacaktır. Kimliğini onun için gizli tuttuğumuzu anlayacaktır." Violet, kafasını kaldırıp kızarmış yüzüyle kocasına baktı. "Peki; kutuyu ona verince, Amy bunu öğrenince her şey eskisi gibi olabilecek mi Andre? " Gözyaşları, göz kenarlarını çevreleyen ince kırışıklara doldu. "Bizi eskisi gibi sevebilecek mi? Bizi sevebilecek mi..." "Evet..." Andre karısının ellerini sıkıca kavradı. " Biz onu nasıl seviyorsak eminim o da her şeye rağmen bizi sevecektir. Biz onun ailesiyiz Vivi, onun değerli ailesi... O bizim kızımız. Bizim güzel,güçlü Amy'miz." Violet dudaklarını birbirine bastırıp başını onaylarcasına salladı. "O, bizim biricik kızımız." Andre uzanıp karısına sarıldı. "Evet; bu hiç değişmeyecek, canım." "Bekliyor olacağım..." Amy mırıltıları eşliğinde sıçrayarak uyandı. Yüzü alev alevdi. "Bir kâbus, ha?" İrkilerek kapı eşiğinde dikilen anne ve babasına baktı. Sonra hafifçe kaşlarını çatıp bakışlarını kaçırdı. "Ah, pek öyle denemez... Hatta tuhaf bir şekilde güzel bir rüya sayılabilir." Violet ve arkasından Andre Amy'e yaklaştı. "Demek bir çikolata çeşmesi gördün..." Amy güldü. "O kadar harika bir rüya değildi-" "O zaman kesinlikle tek boynuzlu at-" "Baba!" Amy kıkırdadı." Ben artık büyüdüm." Violet uzanıp kızın alnına bir öpücük kondurdu. "Bizim için küçük bir kız çocuğundan farkın yok." "Ve umarım rüyanda beyaz atlı bir prens görmemişsindir, eğer öyleyse onunla çarpışmam gerekecek-" "Baba!" Andre güldü ve Amy'le Violet'i kendine doğru çekip sarıldı. "Sadece şaka yapıyordum, tatlım." "Biliyorum ama kendini hazırlasan iyi olur, baba..." "Ah, Vivi sen de duydun mu, bunun bir şaka olduğunu söyle, Amy..." Amy tekrar güldü. "Seni benden kimse alamaz, tatlım." "Seni seviyorum, baba." "Ben de seni seviyorum, canım. Az önceki bir şakaydı, değil mi?" "Eh, kim bilebilir?" "Vivi, bir şey söyle..." Violet kocasının ve kızının saçlarını okşarken Amy kıkırdayarak anne ve babasına baktı. "Merak etme,baba. Sizi bırakmak gibi bir niyetim yok." "Umarım bu da bir şaka değildir, tatlım." Amy göz kırptı. "Umarım." *** "B-Beni çağırmışsın, Lucas..." Lucas bakışlarını önündeki kağıt destesinden ayırarak içeri giren oğlana yöneltti. "Evet, Dwight." Dwight bakışlarını kaçırarak başını öne eğdi ve kollarıyla çevrelediği robotuna sıkıca sarıldı. Parçalanmış plastik gövdeyle ancak sabah uyanır uyanmaz ilgilenebilmişti ve çatlamış gövdeyi düzeltmek epey bir vaktini almıştı doğrusu. Öyle ki ancak gözyaşları içinde odasına gelen hizmetçi kadının kendisini çağırmasıyla okula gitme saatinin geldiğini-ve son bir kez görevini yerine getiren kadının kovulduğunu öğrenince dün gece yanılmadığını-anlamıştı. Lucas iç çekerek oğlana bakmaya devam etti. "Dün gece tam olarak ne oldu, Dwight? Seninle olan küçük tartışmamızdan sonra..." Dwight bir anda içinde yükselen öfkeyi bastıramadı, küçük mü demişti? Küçük. Günlerce hatta haftalarca üzerinde uğraştığı sevgili robotunu parçalamıştı, bu gerçekten küçük bir tartışma mıydı... "Benden nefret ettiğini biliyorum, tamam mı? Ölmemi istediğini..." Lucas son cümleyle irkildi, dudakları aralandı ve tam konuşacaktı ki Dwight onu susturdu. "İnkâr etme, sadece... Neyi yanlış yaptım?" Dolan gözlerini kırpıştırdı. "Nerede hata yaptım...Başarılı mı değildim, yoksa yeterince uslu mu? Sırf beni fark et diye yaptığım onca şeye gözlerini kapadın, senin için yaptığım onca şeyi görmezden geldin...Sahi, ben senin için neyim?Sadece ihtiyaçlarını karşılayıp evinde baktığın bir yetim mi? Söylesene... Baba..." Lucas bu kelimeyle bir kez daha irkildi. "Beni sevmiyorsan neden evlat edindin, bunu bana neden yaptın? Ben sana ne yaptım ki? Bu nefreti hak edecek ne yaptım..." Dwight artık ağlıyordu, burnunu çekti ve bir kez daha Lucas'ın konuşmasına izin vermeden devam etti. "Dün gece, parçaladığın robotumu tamir etmek için alet kutusunu almaya depoya gittim, gerçi sen bunu biliyorsun... Evet yine kurallarını çiğnedim, vaktinde odamda değildim. Merak ediyorum da bu sefer hangi cezayı vereceksin? Tekrar aletlerimi mi elimden alacaksın, yoksa yine Vulpis'le görüşmeme izin mi vermeyeceksin... Ya da akşam yemeğine gelmeyeyim nasıl olur? " Nefes nefese sustu ve öfkeden kızaran yüzüyle keskin bir acı dalgasının süslediği parlak yeşil gözlerini Lucas'a dikti. Lucas şaşkınlıkla oğlana bakakalmıştı. "Dün gece tam olarak ne duydun?" Dwight derin bir nefes aldı. Arkadaşlarını korumak istiyorsa ona gerçeği söyleyemezdi. "Neyden bahsettiğini bilmiyorum, hiçbir şey duymadım. Cezam ne?" Lucas iç çekti ve ellerini saçlarına geçirip başını öne eğerek birkaç dakika öylece bekledi. "Gidebilirsin." "N-Ne?" Dwight şaşkınlıkla adama bakmaya devam etti. "Hadi ama benimle dalga geçme, cezam ne-" "Yok. Cezan yok, Dwight. Şimdi lütfen, git." "Anlayamıyorum... Bana neden şimdi acıyormuş gibi davranıyorsun?" Lucas bakışlarını oğlana dikti ve Dwight belki de ilk defa adamın bakışlarında farklı bir şey gördü: Acı. Sanki canı yanıyormuş gibiydi, kaşları hafifçe çatılmış, karamela rengi gözleri dolmuş ve yüzü tuhaf bir acı ifadesiyle çarpılmıştı. Lucas tekrarladı ve Dwight adamın sesindeki o tiz çığlığı, adamın yüreğini parçalayan pişmanlığın çığlığını, az da olsa duyabildi. "Lütfen, git Dwight." Dwight kısa bir süre adama baktı, ardından tek kelime etmeden odadan çıktı ve bir duvara yaslandı. İçini kemiren tüm sorular dudaklarından dökülmüştü ve şimdi kalbi öylesine hızlı çarpıyordu ki... Derin bir nefes aldı ve robotuna daha sıkı sarıldı. Lucas'ın tepkisi aklını oldukça karıştırmıştı, adamın acıyla parlayan karamela rengi gözleri zihninde belirdi. Gerçekten bu acı mıydı? Lucas, kendisini gerçekten biraz olsun seviyor muydu? Aniden yükselen yumuşak bir melodiyle irkildi. Lucas'ın telefonu çalıyordu. Lucas telefonu cevaplarken dikkat kesildi. "Vulpis...Evet, kararlaştırdığımız gibi. Okula uğradıktan sonra ofisindeyim." Adamın iç çekişi duyuldu." Gerçekten kaç defa söyleyeceğim onun okulu olduğunu biliyorsun. Ah, saatten haberin var mı, daha fazla oyalama beni. Şimdi çıkmam gerekiyor, görüşürüz." Lucas telefonu kapatırken Dwight ürpererek hızla kendini dışarı attı ve onu okula götürmek için girişin önünde bekleyen arabasına baktı. Elbette Lucas'la olan bağı anlaşılmasın diye farklı arabalarla okula gidiyorlardı- tabii Lucas okul bitiminde tüm gelişmeleri duymak için onu kendi arabasıyla eve götürürdü. Arabaya doğru ilerledi ve lüks araca binip düşüncelerinin zihnini işgal etmesine izin verdi. Vulpis tüm bu olayların tam olarak neresindeydi ve o da Lucas'ın ölüm planlarının içinde miydi? Öyle olmamasını dilerdi çünkü Vulpis Dwight'a göre bu dünyada kendisini anlayan tek kişiydi... Ayrıca onu çok seviyordu, Vulpis Lucas'ın aksine her zaman kendisine destek olurdu.Bildiği her şeyi ondan öğrenmişti. O da Dwight'ı çok severdi... Gözlerini kırpıştırdı ve Vulpis'in- kalbinde bir yanına göre Lucas için de geçerliydi bu- ölüm planının bir parçası olmamasını dileyerek gözlerinin önünde akıp giden yolu seyretmeye başladı. *** Daphne hızla çarpan kalbinin gürültüsüyle uyandı. Başını yavaşça kaldırıp kollarını yasladığı yumuşak zemini anlamaya çalıştı, yüzüne çarpan gün ışığıyla gözlerini kıstı. "Bir kâbus daha mı?" Gözleri ışığa alışan genç kız irkilerek doğruldu ve karşısında yatan oğlana baktı. "Artie..." Gözleri yaşlarla ıslanırken oğlanın yatağını aşıp ona sıkıca sarıldı. "Şükürler olsun! Uyanmışsın... Uyanmışsın..." Oğlan içtenlikle gülümseyip ablasının yüzünü öpücüklere boğmasına izin vererek ona sarıldı. "Merak etme, ben iyiyim..." Genç kızı yavaşça kendisinden uzaklaştırıp koyu mavi gözlerini onun açık kahve gözlerine dikti. "Ama sen nasılsın? Çok yorgun görünüyorsun, sorun ne abla?" Daphne omuz silkerek bir eliyle Arthur'un ellerini kavradı, diğer eliyle uzanıp oğlanın kıvırcık koyu saçlarını okşadı. "Uyandın Artie, sorun yok. Benim için bundan başka önemli bir şey yok." Arthur sırıttı. "Dikişlerimi görmek ister misin?" Daphne gülerek oğlana baktı. "Gerçekten, seninle şurada duygusal bir an yaşıyoruz-" Oğlan yüzünü buruşturdu. "Yoksa sen de bir aşk zombisi misin?" Daphne gözlerini devirdi. "Aşk zombisi mi?Öyle bir terim bile yok." "Aşık olan insanlara deniyor." "Sana böyle şeyleri kim öğretiyor, henüz on iki yaşındasın. Böyle şeylerle zihnini bulandırma." Arthur kollarını ablasına doğru uzattı. "Benim adım Daphne ben bir aşk zombisiyim... Nerdesin Scott-" "Ah, kes şunu." Daphne yanaklarının kızarmasını engellemeye çalıştı. "Hem Scott da kim?" Arthur muzipçe gülümsedi. "Bilmem, sana sormalı. Rüyanda onun adını sayıklıyordun." Daphne bakışlarını kaçırdı. "Bir kutu çikolata karşılığında bunu kimseye söylemem." "Seni küçük çikolata zombisi!" Arthur güldü ve bir yetişkin gibi konuşmaya çalışarak ablasına baktı. "Günümüz çocukları ne tuhaf kelimeler kullanıyor böyle!" Daphne oğlanı kendine doğru çekti. Parmaklarını göstererek gülümsedi. "Hayır, hayır, hayır! Gıdıklamak olmaz!" Daphne sırıtarak oğlanı gıdıklamaya başladı. "Şimdi söyle bakalım, kaç çikolata istiyorsun?" Arthur kıkırdıyarak nefes nefese ablasına baktı. "Tamam, tamam sen kazandın. Kimseye söylemeyeceğim." Daphne ellerini çekerek yatakta oturdu. "Anne ve babamızın uyandığından haberi var mı?" Arthur, derin bir nefes aldı. "Annem, bugün ilk uçakta buraya geleceğini söyledi. Biliyorsun, uluslararası tekvando şampiyonası için Kore'ye gitmişti." "Babam?" "Bu akşam gelecek, askeri simülasyonu yönetmesi gerekiyormuş." Daphne hafif bir iç çekerken yavaşça kapı çaldı. "Girin." Birkaç saniye sonra koyu kırmızı takımlarla iki adam içeri girdi. "İyi günler, Bayan Bloom." Daphe başıyla nazikçe adamları selamlayarak ayağa kalkarken adamlardan biri elindeki tabletle Arthur'un yatağına yaklaştı. "Nasılsın, Artie? Canın yanmıyor değil mi?" Arthur yavaşça elini göğsüne götürdü. "Hayır, peki kalbimdeki sorunun ne olduğunu bulabildiniz mi?" Adam olumsuz anlamda başını sallayıp parmaklarını tabletinin üzerinde kaydırarak bir şeyler not etti. "Maalesef, küçük adam. Birkaç test daha yapmamız gerekecek. Hâlâ vücudunun kalbini neden reddettiğini açıklayamıyoruz. Şimdi, göğsünü aç bakalım." Arthur iç çekerek bol mavi gömleğinin düğmelerini açtı ve göğsünü boydan boya kaplayan dikiş izini gözler önüne serdi. "Bu biraz canını acıtabilir, lütfen dayanmaya çalış." Adam bileğindeki minik tilki bilekliğine uzanıp tilkiyi bileklikten ayırdı ve oğlanın dikiş izine bastırdı. Arthur göğsüne yapışan metalik tilkinin sıcaklığıyla irkildi. Adam tablete yüklenen değerlere bakarak kaşlarını çattı. "Zehirleme oranı %9 olmuş. Bu geçen seferkinden bile hızlı bir artış gösteriyor demek..." Arthur göğsüne saplanan ağrıyla hafifçe inlerken Daphne endişeyle oğlanın yanına koşup çocuğun ellerini kavradı. "Tamam canım... Geçecek sakin ol." Adam tabletteki değeleri arkadaşına gösterip Daphne'nin anlamadığı birkaç terim söyleyip oğlanın göğsündeki tilkiyi söktü. "Şimdi biraz dinlen, Artie. Sizin de birkaç dakikanızı almamız gerekiyor Bayan Bloom." Daphne, Arthur'un gömleğinin düğmelerini düğmelemesine yardım ettikten sonra uzanıp oğlanın yanağına bir öpücük kondurdu ve adamlarla beraber odadan çıkmadan önce kendisine somurtarak bakan oğlana hemen geleceğini söyledi. "Durumu nasıl?" Elinde tablet olan adam boğazını temizleyerek tabletteki verilere baktı. "Zehirleme oranı tekrar %50'nin üzerine çıkarsa -ki bu çok olası- onun için yeni bir metalik kalp üretmemiz gerekecek ancak beni asıl düşündüren oranın gittikçe yüksek değerlerden başlaması... Önceki ameliyatı sonrasında zehirleme oranı % 5'ti." "Peki ne olacak, sürekli kalbinin değişmesi bedeni için çok tehlikeli değil mi?" Genç kız gözyaşlarını engelleyerek devam etti. "Bir çözümü olmalı... O daha çok küçük..." "Mac Teknoloji Şirketleri olarak elimizden geleni yapıyoruz, yapmaya da devam edeceğiz Bayan Bloom. Önceliğimiz elbette Arthur'un bedenine verilen zararı en düşük seviyede tutmak ancak metalik kalplerdeki hangi maddenin onu zehirlediğini de bulmalıyız. Durum şimdilik bundan ibaret, kontrol altında tutulacak. Sizi sürekli bu konuda bilgilendireceğiz, merak etmeyin. Şimdi gitmemiz gerekiyor. Tekrardan iyi günler, Bayan Bloom." Daphne adamlara iyi günler dileyerek yeniden odaya girdi. "Şimdi nasıl hissediyorsun, Artie? Sorun yok değil mi?" Arthur hafifçe kaşlarını çatarak ablasına baktı, yüzünde buruk bir ifade vardı. "İyiyim, sorun yok." Daphne kardeşine yaklaşarak hafifçe yatağının kenarına oturdu. "Yanında kalabilirim, Artie. Yani yalnız hissedersen-" "Sorun değil, abla. Okuluna gitmelisin." Daphne uzunca birkaç saniye düşünüp iç çekti ve nazikçe uzanarak oğlanın kıvırcık buklelerini karıştırdı. "Tamam okula gideceğim ama Bay Went'e haber vereceğim, yanında kalacak." "Hadi ama, o yaşlı kâhya mı? Geçen bana masal anlatmasını istemiştim, üç cilt roman okudu." Daphne güldü ve yataktan kalkmadan önce uzanıp oğlanın alnına bir öpücük kondurdu. "İtiraz istemiyorum, Artie." Kapıya doğru ilerledi ve kapıyı açıp çıkmadan önce son kez arkasına baktı. "Biraz sonra bir kutu çikolatan odanda olur." Arthur gülümsedi. "Tamamen unutmuştum...Ama rüşvet, ha? Beni çok iyi tanıyorsun." Daphne bir kutu dolusu çikolatayı Bay Went'in eline tutuşturup adamın Arthur'un odasına doğru ilerlemesini seyretti. Daha sonra rüyasının hatıralarının zihnine dolmasını engellemeye çalışarak temiz hastane koridorlarında ilerlemeye başladı. Eh, pek de başarılı olduğu söylenemezdi, oğlanın güzel yüzü gözünde canlandı. Parlak siyah saçları ensesinde dalgalanıyordu, yeşil gözleri ışıl ışıldı. Daphne teninin alev aldığını hissetti, ona göre platonik olmanın en kötü yanı da buydu. Duygularının ağırlığı altında ezilmek. Scott'ı rüyalarının dışında okulun basket takımından tanıyordu. Okulun buz prensi olan Abel Rose'a tahtını devreden eski buz prens... Becca ile Scott'a olan duyguları hakkında konuşmayı denediği her seferde ise Becca'nın verdiği cevaplarla kızın okulun buz prensesi olduğunu hatırlıyordu. Daphne duygularını içine gömmek zorunda kalmıştı ve kendini öylesine kötü hissediyordu ki... Sevdiği çocuğun acılarını görmenin kattığı rahatsızlıktan bahsetmiyordu bile. Belki de Amy ile konuşmalıydı, Becca'ya göre aşka daha ılımlı gözüküyordu. Daphne iç çekerek işaret parmağını mavi-mor buklelerinden birine doladı. Arthur'un durumu da canını sıkmıyor değildi, bu kaçıncı ameliyatıydı... Artık sayamıyordu. Gözlerini kırpıştırarak biriken yaşları uzaklaştırdı. Ona bir şey olursa Daphne dayanamazdı, düşüncesi bile berbattı. Birden ilerdeki dönemeçten dönüp karşısındaki koridora çıkan birini gördü, bütün bedeni kaskatı kesilmeden önce kendini bir köşeye atıp gizlenmeyi başardı. "Scott..." Oğlanın zihnine kazınmış yüzünü tanımak pek de zor olmamıştı. Şimdi ise düşünceli bir ifadeyle hastanenin çıkışına doğru ilerliyordu. Daphne yutkunarak bakışlarını oğlandan çekti. Onun burda ne işi vardı?[/font]
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.