‘Sabah erken saatte kapıdan kovalanır.’ Choi Han, sevdiği köylülerin bedenlerini gömdükten sonra, zamanında onlardan duyduğu yere doğru yola koyuldu. Batı Şehri’ne gidiyordu. Choi Han, bu dünyaya daha liseye yeni başladığı zaman gönderilmişti, fakat onlarca yıldır burada yaşıyordu. Tabii burada, Karanlık Orman’da geçirdiği zamanlar onu daha olgun ve biraz da sapkın biri haline getirmişti, dolayısıyla bu olayı beklenenden daha aklı selim karşılamıştı. ‘Yaşananları gidip kaledeki lorda anlatmam gerek.’ Harris Köyü uzaktı, ama Henituse Kontu’unun yönetimi altındaydı. Bu yüzden, Choi Han köylülere küçük bir cenaze töreni düzenleme umuduyla Batı Şehri’ne gidiyordu. Ayrıca, kendini kaybettiğinde katlettiği suikastçılara hiçbir soru sorma şansı olmadığı için onlar hakkında da bilgi toplamayı planlıyordu. Fakat, ölülere düzgün bir tören düzenlemek intikamdan önce gelirdi. ‘Aslında düşününce, oldukça şefkat dolu biriydi.’ Fakat, yıllar boyunca Karanlık Orman’da kendisine ilk defa sevgi gösteren insanları kaybettikten sonra kafayı yememesi imkansızdı. Romanda, Cale tam da bu anda ona rastlamış ve sinirini bozmuştu. Cale’in, romanda Choi Han’a ne dediğini hatırlıyordu.. [“Babam, gereksiz köylülerin ölüp ölmemesiyle neden ilgilensin? Elimdeki şişeye bak, bu bile senin şu köylülerinden daha değerli!”] Choi Han, buna karşılık bir soru sorarken kahkaha atmaya başlar. [“Bak sen?. Fikrini değiştirip değiştirmeyeceğini o kadar çok merak ediyorum ki.”] [‘Deneyelim mi hadi?’] Deneyelim mi dediği şey, Cale’i eşek sudan gelinceye kadar dövmekti. Fakat ilginç olan, o kadar dayağı yedikten sonra bile Cale’in fikrini değiştirmemesiydi. ‘Of, içim titredi.’ Cale, tüyleri diken diken olunca kolunu ovmaya başladı. Hemen Billos’un ona getirdiği çaydan bir yudum aldı. Sonrasında tekrar pencereden dışarıya baktı, ki yine bir titreme geldi. ‘Geldi işte baş belası.’ Kapılar sabah açıldığında, üzerindeki siyah lekelerden dolayı kıyafetleri yanmış gibi görünen genç bir adam içeri girdi. Bu, Choi Han’dı. Cale, Choi Han’ı gözetlerken yerinden kalkmadı. Hızı gerçekten takdire şayandı, çünkü araçla gidilse normalde bir hafta sürecek yolu deli gibi koşarak gelmişti ama sonuç olarak berbat görünüyordu. Tabii bu halinde köyde yaşadıklarının da etkisi vardı. Kapıdaki nöbetçi, bitap düşmüş Choi Han’ın içeri girdiğini görünce önünü kesti. Cale, ne konuştuklarını duyamıyordu, ama Choi Han’ın başını iki yana salladığını gördü. ‘Kesin kimliği var mı diye soruyordu.’ Batı Şehri’nin nöbetçileri genelde nazikti, ama söz konusu kurallar olduğunda taviz vermiyorlardı. Bağlılık yemini ettikleri Kont Deruth’un prensiplerine sıkı sıkıya bağlıydılar. “Onu dışarı attılar.” Beklendiği gibi, Choi Han kapıdan geri çevrildi. Hiç öfke belirtisi göstermemişti. Bir gün boyunca aralıksız koştuktan sonra yeni yeni kendine gelen beyni, ona masum bir adamı öldürmemesini söylüyor olmalıydı. ‘Şimdi hava kararana kadar bekleyecek ve duvarlardan atlayıp gizlice içeri girecek.’ Ardından kendini alkole vermiş Cale’le karşılaşacaktı. Bir gıcırtı. Cale yalnız olduğundan, sandalyesinden kalkarken çıkan gıcırtı çok gürültülüydü. Aşağı indi ve tezgahta duran Billos ile konuştu. “Birazdan döneceğim, oturduğum yeri kimseye verme.” “Emredersiniz, genç efendi. Dönmenizi dört gözle bekleyeceğim.” Çay dükkanından çıkarken Billos’un şişman yüzündeki gülümsemeyi görmezden geldi. “Hiçbir şey kırmadı!” Cale, dükkandan gelen sesi duysa da buna takılmadı. Yok edilemeyecek o kalkanı kazanmak için gerekli ortamı yaratması gerekiyordu. Yok edilemez kalkan. Fiziksel bir ekipmandan bahsetmiyordu. Daha çok büyücülerin enerji kalkanına benziyordu. Elle dokunamayacağınız türden bir şeydi. Fakat, enerji kalkanıyla tam bağdaşmayan bir yapısı vardı. Aslında süper güçleri andırıyordu. Komik olan ise bu gücü yaratan kişi, ki sonu ölüm olmuştu, bir tanrıya hizmet eden ve sonrasında sürgüne gönderilen biriydi. ‘Ne kadar garip şey varsa bu romanda.’ Her fantastik dünyanın bir tarihi olduğu gibi, bu dünyanın da eski bir tarihi vardı. Eski tarihte ne büyü ne de silahlar gelişmişti. Onun yerine, insanların içindeki yetenekler ya da doğaüstü olaylardan edindikleri yetenekler önemli rol oynuyordu. Toplumdaki en büyük güçler; süper güçler, ilahi güçler ve doğal güçlerdi. Çok ilkel bir zamandı. Bu güçlerden bazıları, belli bölgelerde saklı kalarak ve eşyaların içine gizlenmiş olarak günümüze kadar gelmişti. Eğer doğru şartlar sağlanırsa, bu güçleri edinmek mümkündü. Antik güçler. Kahramanlar bu güçleri bulurlardı, ama bu güçler, kahramanların ana güç olarak kullanabileceği kadar kudretli değildi. İşte Cale bu ‘kudretli olmayan’ güçleri bulmak istiyordu. ‘İlahi güç olmasın da, ne olursa olsun.’ İster tanrı, ister melekler, ister şeytanlar... Cale, hiçbirine bulaşmak istemiyordu. Bu sebepten Cale, insanların doğal olarak geliştirdiği ya da doğadan gelen güçleri arayacaktı. ‘Böylece fazla uğraşmama gerek kalmayacak.’ Bunlar onun aradığı türden güçlerdi. Kılıç kullanma ya da sihir gibi güçler pratik yapıp efor sarf etmesini gerektiren şeylerdi. Böyle bir şey yapmak istemiyordu. Diğer kitapların aksine, Bir Kahramanın Doğuşu kitabındaki antik topluluk o kadar güçlü değildi. Toplum geliştikçe; sihir ve varlık celbi gibi çağırma odaklı güçler, antik medeniyetten kalan doğal güçleri gölgede bırakmıştı. Süper güçler de aynıydı. Ustaca kullanılan süper güçler bile, günümüzde kullanılan ‘Aura’ ile geri püskürtülebilirdi. Kahramanlar bu yüzden söz konusu güçleri her zaman kullanmıyordu. ‘Ve benim amacım bu güçleri toplayıp ortalama bir seviyeye yükselmek.’ Tatmin edici bir hedefti. Çünkü bu hafif güçlere kudret katabilecek antik bir gücün olduğunu da biliyordu. Cale, planının ilk adımını atmak için Batı Şehri’nde bulunan gizli gücü aramaya başlayacaktı. Bu gücü kazanmak için gerekli olan şeyi biliyordu. “Genç efendi, hoş geldiniz.” Cale eğilmekten neredeyse kafası yere değecek olan fırıncıyı başıyla onayladı. Adamın nefesi kesildi. Fırıncının nefesini kesildiğini duyabiliyordu, ama duymamış gibi davrandı. Serseri namının, fırıncıyı nasıl ürküttüğünü görmekten hoşlanmamıştı. “Biraz ekmek alayım.” “Efendim?” Cale, bütün ekmekleri işaret etti ve sert bir şekilde cevap verdi. “Şuradan şuraya kadar hepsini istiyorum.” Tıkkrrt. Cale’in çıkardığı altın para tezgahın üstünde dönüyordu. “Hepsini paketle.” Cale konuşmaya devam ederken, fırıncı donakalmış gibiydi. “İki üç tane daha altın para bir haftalık ekmeğin ücretini ödemeye yeter değil mi?” Fırıncının altının üzerindeki bakışları Cale’e döndü. Ekmeğe bu kadar para verilmezdi. Cale, sabırla fırıncının titreyen gözlerine baktı. “Eğer istemiyorsan başka yere gideyim.” “Hayır, öyle değil, genç efendi! Hemen paketliyorum!” Fırıncı, bu kez bambaşka bir sebepten dolayı saygılıydı. Hızla harekete geçti ve birkaç dakikaya kalmadan Cale, omzunda bir çuval ekmekle fırından çıktı. Sadece ekmek olmasına rağmen oldukça ağırdı. Hafiften omzu ağrımaya başlayınca Cale’in yüzü ekşidi ve yola çıktığında arkasından bakan fırıncıyı görmezden geldi. Cale boş boş caddede yürüdüğü sırada göz göze geldiği herkesin hemen arkasını dönüp uzaklaştığını fark etti. Hatta insanların çoğu onunla göz göze gelmemek için resmen kaçıyordu. ‘Gerçekten de Kore’den çok farklı. Fantastik dünya işte.’ Buram buram fantastik kokan Pazar bölgesinde gezerken sürekli etrafına bakıyordu. “Hmm.” Ne zaman bir tüccarla göz göze gelse adamlar şaşırıp gözlerini kaçırmaya çalışıyordu. Cale, geçmişte gerçekten de bu serseri unvanına uygun yaşamış olmalıydı. Marketi de geçip şehrin batısına doğru ilerlerken vücudun eski sahibine demediğini bırakmadı. Varoş mahalleler şehrin batı kısmındaydı. Zenginin olduğu yerde fakir de vardı; dünyanın vazgeçilmez bir gerçeğiydi bu. Dolayısıyla çoğu insan aşağıdaki cümlenin cevaba çıkan kapıyı açan anahtar olduğunu düşünebilirdi. ‘İşte, bu fakirlerle yemeğini paylaşarak kazanabileceğin şanslı bir tesadüf.’ Ne yazık ki öyle düşünenler yanılıyordu. Cale varoşlara vardığında, insanların ona baktığını hissedebiliyordu. Burası en işsiz ve en tehlikeli insanların yaşadığı yerdi. Fakir insanlar bağlı oldukları kontun yüzünü bilmeseler de Cale’in yüzünü biliyorlardı. Bu insanların barda, markette ya da farklı yerlerde olay çıkaran kimseleri tanıması pek olası değildi. Peki onu nereden mi tanıyorlardı? Muhtemelen Cale burada da olay çıkarmıştı. Hakkındaki hikayeleri bilmelerine rağmen, çuvalın içinden gelen leziz ekmek kokusuna karşı koyamadılar. Cale yürümeye devam ederken, ona bakanları görmezden geldi. Çamurla karışık sulu zemin yüzünden pahalı deri ayakkabısının ucu kirlenmişti. Burnuna dolan pis koku yüzünden kaşlarını çattı. Bu kokuyu alınca hızlandı. Varoşlar bir tepenin yan tarafına kurulmuştu ve eski evlerle doluydu. Cale, tepenin en üstüne gidiyordu. Tepeye yaklaştıkça ona bakan göz sayısı azalmıştı. Muhtemelen Cale’in sert ve kötü bakışlarının da bunda bir rolü vardı. ‘Burası daha iyi.’ Pis kokudan kurtulduktan sonra tepenin en üstünde durdu ve Batı Şehri’ne bakmak için döndü. Bu tepe, kontun evi kadar büyük değildi tabii. Bölgenin lordunun, bu harabelerden daha aşağıda bir yerde yaşamasına kimse izin vermezdi. Cale, etrafı çitle çevrilmiş ağaca doğru yürürken kendine geldi. Cale’in gövdesi kalınlığında kalaslardan yapılmış çitin bir de kapısı vardı. İtince, kırılıverdi. Büyük ağaç yüzyıllardır buradaymış gibi görünüyordu. Varoşlardaki ağaçlar genelde yakacak odun olarak kesilirdi ya da kullanılmaz hale getirmek için kabukları soyulurdu, fakat bu ağaç öyle değildi. Sebebi ise çok basitti. Sebebi Cale’in kulaklarında çınlıyordu. Arkasındaki iki kişi onu varoşların başından buraya kadar takip etmişti. “O a… ağaca yaklaşamazsın!” Cale uyarıyı duymazdan geldi. Bir endişeli ses daha duydu. “Oraya gitme! İnsan yiyen ağaç o!” İnsan yiyen ağaç. Kendini ağacın dallarına asarak öldürenler bir gecede mumyaya dönüşüyorlardı. Ayrıca, ağacın üstüne düşen her kan damlası anında ortadan kayboluyordu. Ağacın etrafında toz topraktan başka bir şey yoktu. Çim ya da çalılık bile yoktu etrafında. Bu, Cale’in aradığı ağaçtı. Uzun zaman önce, antik çağlarda, yemeği çok seven bir adam ibadethanede yaptığı açgözlülükten dolayı oradan kovulmuştu. Sonunda açlıktan ölmüştü. Bu ağacın ise o adamın cesedinin üstünde büyüdüğü ve kini ile gücünün bu ağaca geçtiği söylenirdi. Cale’in aradığı yok edilemez kalkan buradaydı. Ne kadar ilkel, gizemli ve tuhaftı! Antik güçlerin çoğu böyle gizemliydi. Cale, çuvaldan bir ekmek çıkardı ve ağaçtaki insan kafası boyutundaki deliği dikkatlice gözlemledi. İlk olarak arkasında konuşanları oradan göndermesi gerekiyordu, ama hiçbir şey söyleyemedi çünkü çitin arkasında yere çökmüştü ve ikili onu artık göremediği için daha yüksek sesle bağırıyorlardı. “Öleceksin! Yapma!” Cale, parmaklarıyla şakaklarına bastırdı. İç çekti. Tepenin üstündeki insan yiyen ağaca yaklaştıkça onu takip edenlerin sayısı da giderek azalmıştı, ama ikisi hala peşindeydi. ‘Nereye gidersen git illa böyle birkaç tane yaygaracı baş belası çıkar karşına.’ Cale, başını çevirirken kaşlarını çattı. Döndüğünde ise on yaşlarında bir kızın küçük erkek kardeşinin elini tutarken ona baktığını gördü. Gözleri endişe doluydu. Cale’in ona kaşlarını çatarak baktığını gören kız kekeledi ve gevelemeye başladı. “İnsan yiyen ağaç o! Ö… ö… öleceksin!” “Ölmem.” Cale, çuvaldan iki ekmek çıkarıp kıza doğru fırlattı. Yere düşmesi önemli değildi çünkü hepsi tek tek paketliydi. “Şunu al ve kaybol.” Erkek çocuk anında ekmeği yerden aldı, ama kız hala tereddütteydi. Cale, sonunda gerçek kimliğini kullanmak zorunda kaldı. Ayağa kalktı ve başını çitin üstüne çıkardı. “Siz serseri Cale’in kim olduğunu biliyor musunuz?” Küçük kızın suratı kireç gibi oldu. Erkek kardeş yerdeki diğer ekmeği de almadan önce Cale’e bakakaldı ve ablasının koluna yapıştı. “*Noona.” “Hı hı” Kardeşinin çekiştirmesine rağmen kız, bir Cale’e bir ağaca baktı. “Ölmeni istemiyorum.” Cale, etrafta kimsenin olmadığından emin olup ağacın altına oturmadan önce, bunu söylemeye devam eden kıza dilini şıklattı. Çitin dibine kadar gelmediği sürece kimse onun ne yaptığını göremezdi. “Hadi başlayalım.” Ekmekleri çuvaldan çıkarıp deliğin içine koyarak başladı. Eli, ağacın altında karanlıkta kayboldu ve elindeki de ekmek ortadan kaybolurken soğuk bir tıslama duydu. Elini içeri kaptıracağından korktuğu için hemen geri çekti. Ağacın altındaki delikteki karanlık hala aynıydı. “Eğer kin ile öldüysen bu kini ortadan kaldırmalısın.” İnsan yiyen ağaç gerçekten de insan yemiyordu. Her şeyi yiyen bir ağaçtı. Açlıktan ölen kişinin geride bıraktığı gücün yan etkisiydi bu. Böyle bir şeyin antik güçlerle bağlantılı olması… komikti fakat olayı daha makul bir hale getiriyordu. ‘Karanlık kaybolana kadar yemem gerekiyor dediğini hatırlıyorum.’ Ağacın altındaki delikteki karanlık, bir gölgeden oluşmuyordu. Kinden gelen bir karanlıktı. Bunu diğer insanlarla birlikte yapamazdı. Birinin, karanlık ortadan kaybolana dek onu bol yiyecekle beslemesi gerekiyordu. Karanlık kaybolduğu an ise aşağıda saklanan ışık ortaya çıkacaktı. O ışığı yediğinde ise ‘Yok Edilemez Kalkan’, Cale’in olacaktı. “İstediğin kadar ye.” Cale, çuvalın ağzını deliğe dayadı ve bütün ekmeği içine boşalttı. Normalde, böyle bir deliğin bu kadar ekmekle tıka basa dolması gerekirdi, ama Cale çuvalı çektiğinde, karanlık hala oradaydı. “Sanırım bunlardan on tane daha getirmem gerekiyor.” Delikteki karanlık öncesine göre biraz daha soluktu. On çuval. Sadece, Cale gibi üç milyon galonluk harçlığı olan biri bunu bu kadar normal söyleyebilirdi. Gürültüler çıktı. Ağaçtan tuhaf bir ağlama sesi yankılanıyor gibiydi. Sanki hala açtı ve daha çok yemek istediğini söylüyordu. Cale, karanlık uzanıp onu içine alıverecekmiş gibi hissetti. “… Biraz ürkütücü.” Hızlıca ayağa kalktı, burada çok kalmak istemiyordu. “Aptal bir açgözlülük nelere yol açtı.” Açgözlülük korkutucu bir şeydi. “Yarın yine geleceğim.” Sanki gerçekten insanmış gibi, guruldayan ağaca veda etti ve çitli alandan çıktı. Cale, varoşlara girer girmez kardeşlerin ekmeklerini yediğini gördü. İnsan yiyen ağaç olduğu için oraya gitmemesini söyleyen çocuklar, şimdi ekmeklerin tadını çıkarıyor gibi görünüyorlardı. Tadını sevmiş olmalılar ki, ikisi de mutluydu. “Vay vay…” Cale, kardeşlere bakarken homurdandıktan sonra bakışlarını görmezden geldi. Fakat, ona değil, elindeki boş çuvala bakıyorlardı. Muhtemelen merak ediyorlardı. Ama ne yapabilirlerdi ki? Yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Bu çocuklar muhtemelen insan yiyen ağacın yakınına bile gitmekten korkuyorlardı. Fakat, güvenli tarafta olmak her zaman daha iyiydi. Kafalarını o deliğe sokup, ağaç tarafından yenselerdi hiç hoş olmazdı. [Varoş çocuklarının korkusu yoktur. Çünkü bir pirinç tanesini, kendilerine doğru gelen bir bıçaktan bile daha çok önemserler. Ölüm hep etraflarındadır, bu yüzden ölümden korkmazlar. Ölümden çok, aç kalmaktan korkarlar.] Bir Kahramanın Doğuşu’ndan bir parça… Dolayısıyla Cale, iki kardeşle konuşmaya karar verdi. “Eğer yarın da ekmek yemek istiyorsanız kimseye bir şey söylemeyin.” İki kardeş hiçbir şey söylemedi. Hemen Cale’in emrini yerine getirdiler. Daha öncesinde tereddütlü gibi görünen küçük kız, elini kardeşinin gözlerinin üzerine kapattı ve Cale’i hiç görmemiş gibi davrandı. Akıllı kız, diye geçirdi içinden Cale ve yürümeye devam etti. Dakikalar önce Cale’in tepenin yukarısına doğru gittiğini gören insanlar, onun nasıl delice bir şey yaptığını merak ederek bakıyorlardı, ama Cale, bu tarz bakışları seviyordu. Varoşların dışındaki insanlar da Cale’e tuhaf tuhaf bakıyordu. Artık bunlara alışmıştı. “Genç efendi. Döndünüz demek.” Çay dükkanına döndüğünde Billos onu gülümseyerek karşıladı. “Evet. Bana yeni bir çay getir. Bu sefer ferahlatıcı bir şeyler olsun.” Cale, üçüncü kattaki yerine doğru yöneldi. Bu saatte dükkan çok kalabalık olmalıydı, ama üçüncü katta ondan başka kimse yoktu. Herkes Kont’un ailesinin işe yaramaz üyesinden kaçıyordu. Cale bu yüzden rahattı. “Buyurun çayınız, genç efendi. Yanında tatlı da getirdim.” “Ah, harika. Teşekkürler.” Cale çayını yudumlarken sadece şehrin giriş kapısını izlemeye devam etti. Billos, üçüncü kattan ayrılmadan önce Cale’in yüzünü tuhaf bir ifadeyle gözlemledi. Cale’in birilerine teşekkür ettiğini duymak tuhaftı. Hava kararıp güneş batana kadar çay ve tatlı sipariş edip pencereden dışarıyı izlemeye devam etti. Şimdi, duvarın dışından gelen tehlikeli adamla konuşma vaktiydi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.