Önünde yemek varken hiçbir şey düşünemiyordu. Ağzından çıkanları bile önleyemiyordu. “Oh. Çok lezzetli.” Kahya yardımcısı Hans; Cale’i duyunca titredi. Cale masada yalnız oturuyordu ve Hans hemen yanındaydı. Kont Henituse’nin ailesi kahvaltı dışındaki diğer öğünleri istediği zaman yemekte özgürdüler. Dürüst olmak gerekirse, bunun sebebi hepsinin farklı sorumluluklarının olmasıydı. Soylu olmak basit iş değildi. Özellikle, eğer yönetimdeyseniz ya da siyasetçiyseniz, sıkı bir programa itaat etmek zorundaydınız. Eğer üstlerinizden bir emir gelirse, elinizdeki her işi bırakıp onu yerine getirmekten başka çareniz yoktu. Cale’in kardeşleri öğünlerini çalışma saatlerine göre yerken, Kont Deruth’un bölgenin lordu olması diğer öğünleri beraber geçirmelerini zorlaştırıyordu. Kontes ise diğer önemli hanelerin kontesleri ile iletişim kurmaktan ve diğer bazı görevlerden sorumluydu. ‘Şimdi, şöyle bir düşünelim.’ Cale, aniden bir şey hatırladıktan sonra elindeki çatalı yere bıraktı. Hans, bunun her zamanki Cale olduğunu düşünerek gerilmeye başladı. Endişeliydi, çünkü o çatalın ne zaman ona doğru uçacağını bilmiyordu. Cale düşüncelerine daldığından, Hans’ın gerilip gerilmediğini önemsemedi. ‘Sanatçı veya zanaatkar olarak saklanan birçok uzman var.’ Roan Krallığı; inşaat, sanat ve özellikle heykel alanında oldukça ilerideydi, çünkü burada oldukça fazla mermer vardı. Dolayısıyla, Roan Krallığı en iyi beşinci mermer madeni bölgesi olmuştu ve bu çok para demekti. Ayrıca, bir sıradağ Kont Henituse’nin bölgesinin çoğunu kaplıyordu. Kuzeybatıda olmasına rağmen, dağlar oldukça verimliydi ve orada yaşayanlar dağların arasında şaraplık üzüm yetiştirebiliyordu. Çıkan şarabın miktarı çok olmasa da, kıtanın en iyi şarabıydı. Fakat, Cale’in kafası bunlarla değil, “güçlü kişiler” ile meşguldü. Tüm gün bunu düşünmekten öğle yemeğini bile kaçırmıştı. ‘Bu aptal yerde neden bu kadar çok işinin ehli adam var? ‘ İnzivaya çekilmiş olan birçok uzman vardı. Bu yüzden Cale, bir sonuca vardı. Onlardan uzak dur, yeter. Normal görünen bir aşçı, bir zehir uzmanı olabilir ve tamirhanede çalışan biri, insanları kabloyla vahşice boğarak öldüren biri olabilirdi. İşte Cale böyle bir yerde yaşıyordu. Derin derin iç geçirdi. Ölmekten kaçınmak ve huzurlu bir şekilde yaşayabilmek için yaptığı planını daha yeni tamamlamıştı. “Genç efendi.” Cale, yeniden iç geçirmeye hazırlanırken, bakışlarını ihtiyatlı sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kahya yardımcısı Hans’tı konuşan. “Ne var?” “Başka bir şeyler hazırlattırmamı ister misiniz?” “Nasıl?” Hans; Cale’in kaşlarını çattığını ve gözlerini fal taşı gibi açtığını görünce duraksadı. Cale’in biraz sonra masayı devireceğini düşünüyordu. Hans; Kont’un onu neden Cale ile ilgilenmesi için görevlendirdiğini bilmiyordu, ama ümitsizliği bıraktı ve Cale’in cevabını bekledi. Ve Cale cevap verdi. “Böyle lezzetli bir şeyi neden baştan yapasın?” “… Affedersiniz?” Cale çatalını tekrar aldı ve eti dilimledi. Akşam yemeği, kahvaltıdan daha gösterişliydi. Lezzetli değildi, çünkü Kim Rok Soo iken böyle bir şeyi hiç tatmamıştı ama bu, gerçek Cale için bile abartılı bir tattı. Kim Rok Soo; Cale’in nasıl büyüdüğünü bilmiyordu, ama Cale’in gösterişli olmayan her şeyle bir derdi vardı. Bundan oldukça zevk alıyordu. Herkes bunu bilerek ona her şeyin en iyisini getirirdi. Cale, Hans’a soru sorarken iyi pişmiş ama hala sulu olan bir parka bifteği ağzına attı. Sofra adabı denen şeyden bihaberdi. “Hans, bu yemeği kim yaptı?” “Şey, ikinci aşçı Beacrox, efendim.” … Cale’in birdenbire iştahı kaçtı. Beacrox. Çok tertipli ve hizmetkar Ron’un oğlu. Fakat, babasının aksine suikastta değil kılıçlarda ustalaşmıştı. Beacrox’ın temizlik saplantısı vardı ve düşmanlarının başlarını gövdelerinden ayırırken kullandığı pürüzsüz kılıcını her gün bilerdi. ‘… Ayrıca, işkencede de üstüne yok.’ Romanda bu adam, Choi Han’ın kılıç yeteneklerine hayran kalıp onu takip etmeyi tercih eder. Babası Ron; Choi Han’la bir anlaşma yapar ve oğlunun iyiliği için onu da yanına alarak Choi Han’a katılmaya karar verir. Öyle görünmemesine rağmen, Ron oğluna çok değer verir. Cale, orta pişmiş ve içi hafif pembe olan ete baktı ve birkaç kere yutkundu. ‘Kanımın, bu etten akan su gibi dökülmesine izin veremem.’ Etinden bir parça daha kesip ağzına götürmeden önce hala yanında duran Hans’a baktı. “Çok lezzetli. Ron’un oğlu yaptı, değil mi? Bu kadar yetenekli bir aşçı olduğunu bilmiyordum.” “… Mesajınızı aşçı Beacrox’a iletirim. Genç efendi Cale’in yaptığı yemeği övdüğünü duymaktan mutlu olacağına eminim.” “Öyle mi? Bu lezzetli yemekten çok keyif aldığımı ona söyle.” “… Emredersiniz, efendim.” Hans, kaskatı bir ifadeyle Cale’e bakıyordu, ama Cale kararını vermişti. Beacrox ile uğraşmayacaktı ve iyi bir etki bırakmaya çalışacaktı. Cale, bir kez daha rahat rahat yemeğini bitirdi. Beacrox ve Choi Han’ı karşılaştırıp bölgeyi terk ettiğinde her şey yoluna girecekti. Cale bunun için gayet iyi olduğunu düşündüğü bir plan yapmıştı. Kahvaltıdaki gibi yine tabağını tamamen temizledi. Ayağa kalkıp Hans’a baktığında yüzünde tatminkar bir gülümseme vardı. “Hans, ne oldu da benim yardımcım olarak atandın?” Hans, yemekten önce Cale’in babası Deruth’un, onu Cale’in özel ihtiyaçlarıyla bizzat ilgilenmesi için gönderdiğinden bahsetmişti. Cale; Kont Henituse ailesinde olanları bilmemesine rağmen, Hans oldukça becerikliydi ve baş kahya olmaya çalışan kahyalar arasında muhtemelen en başarılı kişiydi. Hans, yavaşça başını eğdi ve cevapladı. “Kont, siz çalışma odasında çalışırken öğün atladığınızı duyunca endişelenmiş; bu yüzden beni de sizin yemeğinizi yediğinizden emin olmam için görevlendirdi, genç efendi. Yani, sadece yemek ile ilgili görevleri yerine getirmekle yükümlüyüm.” İşin özü, Hans yemekten sorumluydu. “Öyle mi? Buna gerek yoktu. Kendi başıma da düzenli yemek yiyebilirim. Ama sanırım, Hans gelip bana akşam yemeği vakti olduğunu söylemeseydi, farkına varmazdım.” Cale, romanın birinci cildindeki bütün karşılaşmaları Korece yazmakla meşguldü. Yemek odasından ayrıldıklarında Cale, Hans’a gülümsedi. “Hans, sana güveniyorum.” “Tabii ki, efendim. Elimden gelenin en iyisini yapacağım. Siz de…” Hans cevap verirken dili sürçtü, ama Cale önemsemedi. Cale, kapıyı açar açmaz Ron’un orada dikildiğini görünce kaşlarını çattı. “Sana bir şeyler yemeni söylememiş miydim Ron?” Cale, yaşlı adamın suratını görmek istemediği için gitmesini söyledi, ama adam yerinden ayrılmadı. Sinek gibi Cale’in etrafında dolanıyordu. Cale çalışma odasındayken Ron kapının dışında bekliyordu, ama bu bile Cale’in sinirlerini bozuyordu. “Genç efendi, sizinle ilgilenmek benim görevim.” Cale, Ron’un gülümsediğini görünce dilini ısırdı, sonra bir öfke krizine girdi. “Yeter! İstemiyorum, şimdi git bir şeyler ye. Sana git yemek ye dediğim halde neden defolmuyorsun? Beni takip etmekten vazgeç. Eğer buna devam edersen nasıl sinirleneceğimi biliyorsun, değil mi?” Cale, çalışma odasına dönerken Ron’a öfkeyle söylediği şeyleri bakışlarıyla da destekledi. Geriye dönüp baktığında, Ron sert bir ifadeyle ona bakıyordu, Hans ise şaşkınlık içindeydi. ‘O kadar sert çıkmasam daha mı iyiydi?’ Cale, suikastçı yaşlı adamın sert bakışlarından korktu ve hızla çalışma odasına gitmek üzere arkasını döndü. Çalışma masası tamamen boştu. Üzerinde çok sıkı çalışıp Korece yazdığı kağıtlar çoktan yakılmıştı. Cale bunu kendisi yapmıştı. Korece bilen kimse yoktu, ama yine de dikkatli olması gerekirdi. Bütün hizmetkarlara izni olmadan çalışma odasına girmemelerini söylemişti. ‘Zaten her şeyi hatırlıyorum.’ Kim Rok Soo, keyif aldığı şeyleri hatırlamakta hep iyiydi. Çizgi romanlar, kitaplar, filmler, her ne olursa olsun bir şeyden zevk aldığı sürece ona dair her şeyi hatırlardı. Fakat, eğer zevk almadığı şeyleri hafızasından silip atardı. Sandalyesine kuruldu ve gelecekte ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı. ‘İlk olarak, yarın Choi Han’ı görmeliyim ve…’ Dudaklarının kenarları yavaşça kalkmaya başladı. ‘Yanıma bir kalkan almalıyım.’ Ölmeden, uzunca yaşamak için. Kavga etmeye niyeti hiç yoktu. Bunu başarabilmek için yapması gereken ilk şey kendini savunmaktı. İkincisi ise, olası bir durumda iyileşmesini sağlayacak bir yöntem bulmaktı. Üçüncüsü, herkesten hızlı olmalıydı. Dördüncüsü ise, ona zarar vermeyecek, ama diğerlerini öldürebilecek bir güçtü. Tabii ki, en önemli şey savaştan veya kan dökülen olaylardan uzak durmaktı. Cale, gözlerini tatminkar bir şekilde kapatırken, bu sözde planını düşündü. Uykusunda bile bunu düşünüyordu. ‘En azından romandaki gibi dayak yemeyeceğim.’ Yok edilemez kalkan. Cale uykuya dalarken aklında bu ne olduğu belli olmayan gücü düşünüyordu. Yüzünde hiç silinmeyecekmiş gibi görünen bir gülümseme vardı. Şanslı tesadüflerin, bir diğer adıyla göklerin lütfu denen ‘karşılaşmalar’’ın sahibi yoktu. ‘İlk gelen’ alırdı. …… Önemli gün. Sinirlerini yatıştırıp başarılı olması için neye ihtiyacı vardı? Cale, en iyi başlangıcın güzel bir kahvaltı olacağını düşündü. Bu dünyaya geldiğinden beri yaptığı tek şey yemek yemekti, ama yarından itibaren bir süre boyunca meşgul olacağı için yemeğinin keyfini çıkaracaktı. “Öhöm, öhöm. Dün gece çalışma odasında uyuyakaldığını duydum.” “Evet, nasıl olduysa…” Babasının sorusunu çok olağan bir şekilde cevapladı ve başını sofradan kaldırmadı. Konuşurken babasının yüzüne bile bakmamış olması kaba bir davranıştı, ama işe yaramaz bir serserinin kabalık etmesine kimse şaşırmazdı. Cale yemeğini bitirip ayağa kalktı. Sandalyeyi çekerken çıkan gıcırdama sesini duyunca herkes ona baktı. “Size afiyet olsun. Ben kalkıyorum.” Görgü kuralları gereği yemekten önce ailenin reisi kalkardı, ama yine de babası Deruth, onu her halükarda. Bir Cale’e bir de boş tabağa baktıktan sonra gülümsedi. “Tabii ki. Kalkabilirsin.” “Teşekkür ederim.” Cale’in acilen çıkması gerekiyordu, çünkü o gün yapması gereken tonla iş vardı. Fakat, Deruth onu durdurdu. “Harçlığa ihtiyacın var mı?” “...Biraz alabilirsem fena olmaz.” Gerçekten de varlıklı bir aileydi. Babasının, harçlığını Hans ile beraber yollayacağını duyunca gülmemek için kendini zor tuttu ve teşekkür bile etmeden çekip gitti. Küçük kardeşi Basen ile göz teması kurmuş olsa da onu görmezden gelip kapıya doğru yöneldi. Ron’un onun takip ettiğini gördü ve onu postaladı. “Ron. Ben dışarı çıkıyorum. Beni arama.” Beni arama. Bu, Cale’in Ron’a, şehrin arka tarafındaki malikaneden çıkıp içmeye gideceğini anlatan bir şifreydi. Ne zaman bunu söylese Ron ona gülümser ve dikkatli gitmesini söylerdi. “Bugün çalışma odasına gitmeyecek misiniz?” Fakat nedense Ron bugün sık karşılaşmadığı bir soru sordu. Cale kaşlarını çattı. “Bunun çok merak etmen gereken bir konu olduğunu sanmıyorum, Ron.” “... Anladım efendim. Sizi bekliyor olacağım.” Ron’un onu bekleyeceğini duyunca, alnındaki kırışıklıklar iyice arttı. “Beni bekleme.” Cale, parmağını şıklatarak orada bekleyen hizmetkarlardan birine gelmesi için işaret etti ve onunla dışarı çıktı. Hala sinirli görünüyordu, bu yüzden hizmetkar onu takip ettiği sırada sessiz kaldı. Malikaneden çıktığında, bahçeyi ve uzaktaki bahçe kapısını görebiliyordu. O an derin bir iç çekip arkasına bir bakış attı. Kapanan kapının arasından Ron’un sert ifadesini görebiliyordu. ‘Ondan kurtulabildiğime sevindim.’ Ron tarafından takip edilmediği için memnundu. Fakat, o sert bakışlardan korkuyordu. Ne de olsa, yaşlı adam katilin tekiydi. Binadan çıktığı esnada, bir dahaki konuşmalarından itibaren ona iyi davranıp, onu sinirlendirmemenin daha iyi olacağına karar verdi. Tabii araca binmişti. Çok geçmeden istediği yere ulaştı. “Genç efendi. Burası doğru yer mi?” diye endişeli bir şekilde sormuştu sürücü. Sonra önündeki dükkana göz attı. Belli ki sürücü buna anlam veremiyordu. “Evet. Tam burası.” Diğer insanlar için gösterişli, ama kendi dolabındaki en sade kıyafetleri giyen Cale, araçtan çıktı. Etrafta kimse yoktu, zira kontun simgesini taşıyan aracı görünce herkes sırra kadem basmıştı. [Çayın Şiirle Birleşen Hoş Kokusu] Burası, çay içerken şiir okunabilen bir çay dükkanıydı. Üç katlı tertemiz bina oldukça pahalı görünüyordu. Dükkanın sahibi gerçekten de varlıklıydı. Aslında, büyük bir tüccar loncasının metresinin piç oğlu olduğundan, Cale’den bile daha zengindi. Sadece, burada yaşarken bu kimliği gizliyordu. ‘Yanlış hatırlamıyorsam, kitabın üçüncü cildinde dükkanın sahibi, Choi Han ile tanışmak için başkente gidiyor. Orada, metresin piç oğlu olmasına rağmen loncanın başına geçeceğinden bahsediyor.’ Choi Han’a bağırıp, tüccar loncasının sahibi olacağına yemin eden adam. Cale, sadece ilk beş cildi okuduğundan, adamın sonunda loncanın sahibi olup olmadığını bilmiyordu, ama ana karakterin yoldaşlarından biri olduğunu göre muhtemelen bunu başaracaktı. Cale, sucuk gibi terleyen sürücüye baktı ve ona emir verdi. “Artık gidebilirsin.” “Efendim?” “Aynı şeyi iki defa mı söyleteceksin bana?” “Hayır, ama sizi beklemem gerekmez mi, genç efendi?” Cale, çay dükkanının kapısını açtıktan sonra normal bir şekilde cevap verdi. “Gerekmez. Bir süre burada olacağım.” Cale, şoförün arkasından yutkunduğunu duydu, ama daha temiz ve memnun edici bir ses Cale’in kulaklarına çalındı. Sessiz ama temiz bir kapı zili sesi, Cale’in çay dükkanına girdiğini duyurmuştu. Cale girişte durdu ve etrafına bakındı. Hala erkendi ve içeride çok insan yoktu. Herkesin onu orada gördüğüne şaşırdığı belliydi. Romanda da, o bölgede herkesin Cale’i tanıdığı yazıyordu. Tüccarlar için tam bir baş belasıydı, çünkü dükkanlarındaki eşyaları fırlatıp kırmaya meyilli bir yapısı vardı. “Hoş geldiniz.” Fakat, dükkan sahibi Cale’i sıcak bir şekilde karşıladı. Tezgahtan onu selamlayan yavru domuza benzeyen adama baktı. ‘Dükkanın sahibi bu herhalde.’ Zengin piç, Billos. Yuvarlak suratı ve tüm vücudu, tam da romanda anlatıldığı gibi yavru bir domuza benziyordu. Cazibesi ise aşırı parlak gülüşüydü. ‘Aynı domuz kumbarasına benziyor.’ Cale, altın bir para çıkarıp tezgahın üstüne koydu ve sipariş verdi. “Tüm gün boyunca üçüncü katta kalmayı planlıyorum.” Billos, Cale’e gülümseyerek baktı. Cale kitaplığı işaret ederken gülümsemesini fark etmemiş gibi davrandı. “Acı olmayan bir çay var mı? Ayrıca burada sadece şiir kitapları mı var, yoksa roman da var mı?” Farklı bir masaya konulan bardağın çıkardığı ses yankılandı. Cale, buna çok takılmadı ve Billos’a baktı. Romanları, şiir kitaplarına tercih ederdi. “Tabii ki. Bir sürü romanımız da var, genç efendi Cale.” “Gerçekten mi? O zaman en ilginç kitabını… ve yanında bir fincan çay gönder.” “Emredersiniz.” Cale’in altın parası Billos’un şişman ellerindeydi. Billos para üstünü verecekken Cale arkasını döndü. “Daha çok şey içeceğim, o yüzden kalsın.” “... Ama yine de bu çok fazla, genç efendi.” Altın bir paranın değeri bir milyon galondu. O paraya sahip olmak demek, bir milyon Kore wonuna sahip olmak demekti. Cale hep denemek istediği bir şey yaptı. “Param çok. Bahşiş olarak düşün.” Ne kadar zengin olduğun hakkında konuşmak… Billos’un gerçekte ondan daha çok parası olduğu kimin umurundaydı? Ayrıca kendisine daha çok para getirecek ‘tesadüfler’ yaşayacağını biliyordu. Cale, çenesiyle birinci kattaki masalara doğru işaret ederken havalı görünmeye çalıştı. “Madem fazla, buradaki herkese benden bir fincan çay gönderebilirsin.” Altın Çan. Böyle bir şeyi hayatında bir kez de olsa yapmak istiyordu. Babasına harçlığa ihtiyacı olduğunu söyledikten sonra, üç milyon galon değerinde üç altın para almıştı. “Genç efendi, ama yine de...” “Yeter. Sadece, çayımı getir.” Serseri olmak gerçekten harikaydı. Cale’in üçüncü kata çıkarken saygılı olmak gibi bir derdi yoktu. Arkasından gelen fısıldamaları duyabiliyordu, fakat umurunda değildi çünkü hakkında yeterince söylenti vardı. İnsanlar onu şöyle tanıyordu… Kont’un İşe Yaramaz Oğlu. “Tam düşündüğüm gibi.” Sabah olduğundan üçüncü katta kimsecikler yoktu. Cale, üçüncü katın en dip köşesinde bir sandalye çekti ve sonrasında pencereden dışarı baktı. ‘Tam yerine oturdum.’ Batı şehrinin kuzey kapısını buradan çok net görebiliyordu. Cale, bugün Choi Han’ı bu noktadan izleyecekti. ….
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.