Cale, önündeki yemeklere göz gezdirdi. Sonra, bilmediği meyvelerden oluşan bir salataya doğru çatalını uzattı. Karnını; çorba, ekmek ve etle doldurduktan sonra yeni bir şeyler denemek istedi. Meyve portakala benziyordu ama rengi üzüme daha yakındı. Cale meyveden bir ısırık aldı. “Mmm.” Meyveyi yediği anda ağzına leziz ve tatlı suyu doldu. Ekşi meyvelerden nefret ederdi, bu yüzden ağzındaki tatlı aroma yüzünden neredeyse salyaları akıyordu. O anda, kendisine bakan babası Deruth ile göz göze geldi. “Cale.” Deruth, duraksamadan önce sessizce Cale’in adını söylemişti. Sonra kaşlarını çattı ve ağzını oynatmaya başladı. Garip ortamı dağıtmak isteyen Cale hemen söze daldı. “Çok lezzetli.” “Evet, tadı çöp gi… ha? Lezzetli mi dedin sen?” “Evet. Her şeyin tadı harika.” Cale bu sefer farklı bir meyve aldı ve o leziz tadını alınca gülümsedi. İşe yaramaz, Cale Henituse, zaten etik kurallarını ve sofra adabını umursamazdı. Muhtemelen babasıyla, yani evin reisi ile konuşurken bunu yapmaması gerekirdi, ama yapmıştı bir kere. Ne de olsa işe yaramazın tekiydi. ‘Serseri olmak gibisi yok.’ Kimse onun ne yaptığını önemsemiyordu. Ana karakterden dayak yemekten kaçındığı sürece, iyi bir hayat sürecekti. Tam da Cale’in umduğu gibi kimse onun hadsizliğini eleştirmedi. Aslında, Deruth başıyla onaylarken, yüzünde bir gülücük bile belirmişti. “Evet, gerçekten lezzetli. Yemekten bu kadar keyif aldığını görmek güzel.” Deruth gerçekten de Cale’i önemseyen tek insan gibi görünüyordu. Cale’in terbiyesizliğine bile takılmamıştı. Gerçi oğluna önem veren bir babanın muhtemelen bu davranışlarını düzeltmesi gerekirdi... ama bu Cale, gerçek Cale Henituse olmadığı için umursamadı bile. “Evet. Lütfen sen de bol bol ye, baba.” Basen yine bir “Ho” dedi ve Cale bu sefer onu duysa da bakışlarını tekrar yemeklere çevirdi. On beş yaşındaki Basen… Cale’den üç yaş küçük kardeşini zaptetmek zordu. İşe yaramaz Cale’in aksine Basen zeki, içten ve sorumluluk sahibiydi. Ailedekiler, Basen’in gelecekteki evin reisi olmasını istiyorlardı. Kim Rok Soo, Cale’e dönüştükten sonra bile bunda hemfikirdi. ‘Bu bölgenin başına geçip karmaşık bir hayat yaşamaktansa Kont’un büyük kardeşi olur, günümü gün ederek yaşarım daha iyi.’ Cale, Basen ile tartışmaya çalışmadı. Basen’in şaşkınlıktan nefesinin kesildiğini duyabiliyordu ve Basen’in ona tepeden baktığının farkındaydı, ama ne yapabilirdi ki? Basen hanenin başına geçince Cale’i öldürecek biri değildi, ama zarar görmemek ve sessizce küçük bir kasabaya yerleşebilmek için Basen’in üzerine çok gitmemeliydi. ‘Eğer bu mümkün değilse, önceden biraz para kazanırım ve savaşın ulaşamayacağı bir yere giderim.’ Cale; Basen’in nefesinin kesilmesini duymamış gibi davrandı ve yemeye devam etti. Yemek bittiğinde ilk kalkan babası Deruth’tu. Yüzü güldüğü için kahvaltıdan memnun kalmış görünüyordu. ‘Gerçekten çok lezzetliydi.’ Eğer kahvaltı her gün böyleyse, Cale muhtemelen uykusunun birazından vazgeçip her zaman kahvaltı etmeye gelirdi. Deruth, gözlerini ilk oğlu Cale’e dikmeden önce o kalktıktan sonra ayağa kalkan aile üyelerine baktı. “Cale, bir şeye ihtiyacın var mı?” Deruth’un ani sorusu karşısında Cale’in kafası karışmıştı, fakat dürüstçe cevaplamaya karar verdi. “Biraz para istiyorum.” “Tabii, fazladan para verebilirim.” Deruth duraksamadan cevapladı. Gerçekten de varlıklı bir aileydi. Toprakları mermer madeni ve şaraplık üzüm ile dolu olduğu için para içinde yüzüyorlardı. “Harika. Verebildiğin kadar ver lütfen.” Cale, iki küçük kardeşinin kendisine baktığını hissedebiliyordu, ama utanmasına hiç gerek yoktu. İçip olay çıkarmaktansa para istemek daha iyi değil miydi? Üstelik, planlarını uygulamak için paraya ihtiyacı vardı. O tesadüfi karşılaşmada kendini güvende tutmaya yetecek kadar güç bulması gerekiyordu. Para da, o uğursuz karşılaşma için işine yarayacaktı. “Tabii ki. Verebildiğim kadar çok veririm.” Cale, babasının verdiği cevaptan memnun kalarak gülümsedi. Fakat, odasına dönüp yardımcı kahya Hans’tan çeki aldığında nutku tutulmuştu. Hazine departmanı ve sihir departmanı ortaklığıyla imzalanan çeki gören Cale’in kalbi dört nala koşmaya başladı. ‘Gerçek mi bu?’ Görünüşe ailenin biraz değil, oldukça yüklü miktarda parası vardı. Roman; Cale’in yüksek miktarda ödenek aldığını yazıyordu, ama tam sayıdan bahsetmiyordu. Fakat, çekin üstündekini görünce ne kadar büyük olduğunu anlamıştı. ‘On milyon galon.’ Yaklaşık on milyon Kore wonu ediyordu. Eğer durum böyleyse, Cale planlarını değiştirebilirdi ve hemen seçeneklerini tartmaya başladı. “İzninizle, genç efendi.” Yardımcı kahya çeki verdikten sonra veda etti, ama Cale cevap vermedi. Yardımcı kahya Hans durumu normal karşılayıp kapıya doğru yöneldi, ama odadan çıkmadan önce duraksadı. Çünkü Cale oturduğu yerden kalkıp Ron’a, “Ron, çalışma odasına gidelim.” dedi. Hans, Cale’in sözleri karşısında gerilmişti ve Ron da ondan farklı hissetmiyordu. “... Çalışma odası mı dediniz?” Cale bunu tuhaf buldu. Sinsi yaşlı adam biraz titriyordu. Çalışma odasına gidememesi için bir sebep mi vardı? “Evet.” Planını hazırlamak için çalışma odasına gitmesi gerekiyordu. Odasında bir masa, hatta kağıt bile yoktu. Fakat çok sayıda pahalı içki şişesi vardı. “Affedersiniz genç efendi.” “Ne oldu?” Cale, gergin görünen yardımcı kahyaya baktı. “Şey, çalışma odasının sabah temizliğini henüz yapma fırsatımız olmadı.” “Öyle mi? Bir gün temizlenmese bir şey olmaz.” “Hayır efendim. Böyle bir şeyin olmasına izin veremeyiz.” Yardımcı kahya, bir sebepten bu konuda oldukça ısrarcıydı. Hafifçe gülümsedi ve parmağını kaldırdı. “Bana sadece bir saat verin! Sizi temin ederim, çalışma odası tertemiz olacak. On yıldır kullanılmayan bir çalışma odası gibi değil, daha dün kullanılmış gibi olacak!” “Tamam, neyse.” Bir saat beklemeyi önemsemedi. “Harika. Gidip bunu efendiye bildireyim.” “Gerek yok, ama yapman gerekiyorsa git yap.” “Emredersiniz genç efendi. İzninizle.” “Tamam, çıkabilirsin.” Hans, iyi eğitimli bir yardımcı kahya gibi, hiç ses çıkarmadan kapıyı kapattı ve ortadan kayboldu. Biraz acelesi var gibi görünüyordu. Cale, baş kahya olmak için yarışan üç tane yardımcı kahya olduğunu biliyordu ve belki de Hans, aralarında en istekli olandı. “Ron.” “Genç efendi?” “Neden öyle dalıp gittin?” “Özür dilerim genç efendi.” “Özre gerek yok.” Ron’un yüzünde yine tuhaf bir ifade vardı, ama Cale, onunla konuşurken değerli çekini cebine koymuştu. Olan biten o kadar çok şey vardı ki, o günün tarihini bile sormaya vakti olmamıştı. “Bugün günlerden ne?” Bir başkası olsa, bu sorunun çok tuhaf olduğunu düşünürdü, ama hizmetkar Ron nazik bir sesle cevap verdi. “Felix takviminin 781. yılının, 3. ayının, 29. günü.” “Hmm, işte bu bir sorun.” “Affedersiniz?” “Yok bir şey.” Cale, cebindeki on milyon gallonu bir kez daha sıkı sıkı tuttu. Güvenebileceği tek şey paraydı. Dün, Felix takviminin 781. yılının, 3. ayının, 28. günüydü. Ana karakter Choi Han’ın, Karanlık Orman’dan kaçıp gittiği ve hayatında ilk defa bir insan şefkati hissettiği yer olan Harris Köyü’ndeki köylülerin, bilinmeyen bir grup suikastçı tarafından öldürüldüğü gündü. Romanı beşinci cilde kadar okumuş olan Cale bile bu gizli örgütün gerçek kimliğini bilmiyordu. Bu durumu okuyan bazı okurlar şöyle diyebilir: ‘Çok güçlü olduğunu sanıyordum. Herkes katledilirken Choi Han neredeydi?’ Böyle düşünmek çok normal. Fakat romanın adının “Kahramanın Gücü” ya da “Kahramanların Savaşı” değil de “Bir Kahramanın Doğuşu” olmasının bir sebebi var. Doğuş. Bu, kahramanlık yolunda iken geçmişinin yükünü taşıyan ve her türlü engelin üstesinden gelmeyi başaran bir kişinin hikayesi. Düşmanlar ve arkadaşlar edindikçe, sevgi ve arkadaşlık da bu yolda onunla birlikte gelecekti. Hikayede eksik olamayacak bir şey varsa o da “uyanış”tır. Choi Han, Karanlık Orman’da onlarca yıl yaşamış olabilir, yıkıcı yeteneklere sahip olabilir, ama tüm bunlar bir kenara, hala masumdu ve bir insanı öldüremeyecek kadar iyiydi. Canavarları öldürmekte sorun yaşamıyordu, ama başka bir insanı asla incitmezdi. Roman, böyle birini kahramana dönüştürmek adına, Choi Han için ortam hazırlamıştı. Choi Han, ona oğlu gibi davranan kadını iyileştirmek için Karanlık Orman’a değerli ve şifalı ot arayışına çıkmıştı. Bunları bulmak için ormanın derinliklerine girmişti ve en nihayetinde aradığını bulup köye tekrar döndüğünde onu bekleyen şey; katledilmiş köylüler, yakılmış evler ve oradan ayrılmak üzere olan suikastçılardı. Choi Han bu manzara karşısında zıvanadan çıkmış ve ilk defa insan öldürmüştü. Öldürdüğü insanlar elbette gizli örgütün üyeleriydi ve bu gizli örgüt, roman boyunca arada bir Choi Han ile savaşacaktı. Choi Han ancak gizli örgütün bütün elemanlarını öldürünce sakinleşebilmiş ve ölü insanlardan herhangi bir bilgi toplayamayacağı için çaresizliğe kapılmıştı. Sonrasında ölüleri gömerek kendine bir söz vermişti: ‘Hepsini öldüreceğim. Buna sebep olan herkesi öldüreceğim.’ Choi Han, ölümün getirdiği acıyı o zaman anlamıştı fakat ilk defa birini öldürmek de aklını bulandırmıştı. Elbette tekrardan bir şeyler hissetmeye başlayacak ve kendi grubunun üyeleri ile tanıştıkça daha çok insan gibi hissedecek ve en sonunda gerçek bir kahraman olacaktı. “... Ron.” “Emredin genç efendi.” “Bir bardak soğuk su lütfen.” “... Emredersiniz.” Ron odadan çıkınca, Cale iki eliyle birden yüzünü kapattı. Sorun, kendini kaybetmiş olan Choi Han’ın, Harris Köyü’nü terk ettikten sonra gittiği Batı adlı şehrin, Henituse bölgesinin merkezinde olmasıydı. Choi Han’a rastlayıp onun sinirlerini bozan Cale, ondan çok kötü bir dayak yiyordu. Bu esnada da, grubunun ilk üyesi güvenilir şef Beacrox ile tanışıyordu. ‘... Önceden oraya gidip ona yardım edecektim.’ Dayak yememek için yaratabileceği en iyi senaryo artık mümkün değildi. ‘Köydeki insanları kurtarmayı daha çok önemsiyordum fakat, şu noktada yapabileceğim bir şey yok.’ Şu an dayak yememek için yapabileceği en iyi şey, hızla Batı şehrine gelen Choi Han’dan dayak yememekti. ‘Ana karakterden kaçınmak iyi bir fikir değil.’ Choi Han’a rastlaması gerekliydi ki Beacrox ve Ron da ona rastlayabilsin. Bu üçünün karşılaşıp kendi maceraları için yola çıkmalarının tek yolu buydu. Geriye yapılacak tek bir şey kalıyordu. ‘Birbirleri ile karşılamalarını sağla ve önlerinden çekil.’ Tabii mümkünse, olabildiğince iyi bir ilk izlenim ver. “Genç efendi.” “Ah, teşekkürler Ron.” Cale, Ron’un getirdiği bardaktan bir yudum aldı ve kaşlarını çattı. “Su değil bu.” “Hayır, limonata efendim.” Gerçekten de sinsi bir adamdı. Kim Rok Soo gibi, orijinal Cale de ekşi şeylerden nefret ediyordu ve Ron bunu bilmesine rağmen, hazırlaması sudan daha zahmetli olan limonatayı getirmeyi seçmişti. Cale sinirlenmek istiyordu, ama yaşlı adamın esasında bir suikastçı olduğunu unutmamak gerekirdi. Ses etmeden limonatasını içti. “Teşekkürler, harika olmuş.” “Önemli değil, genç efendi. Birazdan çalışma odasına geçebiliriz.” “Harika.” Ron’un sevecen ve kibar gülüşü, Cale’in içini titretiyordu. Destek almak için bir kez daha on milyon gallonu sıkı sıkı tuttu. Para, gerçekten de güvenebileceği tek şeydi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.