Bir anda, siyah sivri dikenler vahşi bir hızla Cha Eui-jae’ye doğru fırladı. Kendisine doğru gelen sivri dikenleri görmezden gelen Cha Eui-jae, sakin bir ifadeyle adamın boynunu büktü.
Çıt çıt! Kavrayışının altında boyun kemiklerinin kırıldığını çok rahat hissetti. Adamın boynu tuhaf bir yöne doğru büküldü ve vücudu gevşerken donuk gözlerindeki son ışık sönüp gitti.
"Şu utanmaz piç kurusu sonuna kadar göt ağrısı olmaya devam etti."
Cha Eui-jae kendi durumunu kontrol ederken sinirli bir ses tonuyla mırıldandı. Giysileri birkaç yerden yırtılmıştı ama vücudunda tek bir çizik bile yoktu. Vücuduna nüfuz etmeye çalışan sivri dikenleri bazıları dışa doğru bükülmüştü.
Ellerindeki kanı silkeleyen Cha Eui-jae ayağa kalktı ve düşünceli bir şekilde başını eğdi.
’Şunların sadece akşamları ortaya çıkması gerekmiyor muydu?’
Bu tür göze çarpan varlıklar güpegündüz etrafta dolaşıyor olsaydı, varlıkları kesinlikle herkesçe bilinirdi. Dükkana düzenli gelen avcılar da şüphesiz onlardan bahsederlerdi.
’Ama hiç öyle bir şey duymadım.’
Aniden, gaz maskeli adamın görüntüsü zihninde canlandı. Cha Eui-jae kendi kendine mırıldanırken acı bir kahkaha attı.
"Milleti ulu orta yerde dövdüğünü söylememi istediğini sanmıştım..."
Ya, o varlıkların açığa vurulmaması gerektiği anlamına geliyorsa? Gizlilik için bilgi denetimi o kadar yaygındı ki şaşırtıcı bile değildi...
Cha Eui-jae kaşlarını çattı. Eğer durum buysa neden gaz maskeli adam onun gitmesine izin vermişti? Onu öldürmek, yaşatıp sessiz kalmasını sağlamaktan daha kolay olurdu.
Tam o sırada, akşamdan kalma çorba restoranından küçük hareketler ve hıçkırık seslerini duydu. Park Ha-eun, dışarıdaki sessizliği fark ederek kapıya yaklaşıyor gibiydi. Cha Eui-jae hemen adamın cesedini çöplerin arasına sakladı. Sonra kapıya koştu ve elinin tersiyle kapıyı tıkladı.
"Ha-eun, ben amcan. Kapıyı açabilir misin?"
Cama yakın durarak yüzünü göstermeye özen gösterdi ve elini salladı. Kısa bir süre sonra kilit sesi duyuldu ve kapı açıldı. Park Ha-eun yerde oturmuş bir vaziyette okul çantasına sıkıca sarılmış titriyordu. Cha Eui-jae’yi görünce o kadar rahatlamıştı ki, bacakları tutmaz olmuştu.
Cha Eui-jae onun seviyesine çömeldi ve gözlerinin içine baktı.
"Sorun yok, her şey yolunda. Daha fazla garip insan yok. O çok uzaklara gitti."
"Gitti mi?"
Gözleri yaşla dolu bir hâlde Cha Eui-jae’ye baktı. Onun gözyaşlarıyla dolu yüzünü gören Cha Eui-jae, yanağının içini ısırdı.
’...Onu kesin öldürmüş müydüm?’
Park Ha-eun okul çantasını bıraktı ve Cha Eui-jae’ye uzandı. Küçük eli, bir zamanlar tutmuş olduğu o bandajlı el ile benzer bir hissiyat verdi.
Bandajlara sarılı yatan çocuk konuşamıyordu. Kendini ifade edebilmesinin tek yolu parmaklarını hafifçe hareket ettirmekti. Bunu yaptığındaysa Cha Eui-jae ya başını okşuyor ya da elini sıkıca tutuyor olurdu.
’Kahretsin...’
Midesi çalkalandı. Cha Eui-jae gözlerini indirdi, Park Ha-eun’a sarıldı ve sol eliyle nazikçe sırtını sıvazladı.
"Sorun yok."
"Mm..."
"Artık her şey geçti. Çok mu korktun?"
Park Ha-eun hıçkıra hıçkıra ağlayarak karşılık verdi. Cha Eui-jae, saçındaki boyanın küçük kızın tenine değeceğinden endişelenerek başını hafifçe geriye eğdi ve nazikçe konuştu.
"Avcılara her şeyi anlatacağım. Yani bir daha böyle bir şey yaşamayacağız."
"Mm..."
Sırıtını bir süre daha sıvazladıktan sonra sakinleşmiş gibi görünüyordu. Park Ha-eun boğuk bir sesle mırıldandı.
"Jung Bin ve Honeybee’ye de söyle."
...bu biraz zor olabilir. Akşamdan kalma çorba restoranına hiç gelmemişlerdi, o yüzden onları bilgilendirmenin bir yolu yoktu. Ama onu açıkça reddedemez ve daha kötü hissetmesine neden olamazdı. Bu yüzden Cha Eui-jae biraz garip bir gülümsemeyle konuyu değiştirdi.
"Önce saçımdaki boyayı çıkarabilir miyim?"
"Mm...aslında biraz kokuyorsun."
"Boyanın koktuğunu da ekle yanlış anlaşılacak."
Nihayetinde Park Ha-eun gülmüştü. Cha Eui-jae kısa bir süre içini çekti ve çöpe gizlenmiş cesetle nasıl başa çıkacağını düşünmeye başladı. Ayrıca bir saat içinde akşamdan kalma çorba restoranına gelecek olan müşterileri de düşündü.
Sıradan bir insanın kaldıramayacağı bir ceset ve saklaması gereken bir kimliği vardı.
’O zaman bir avcıdan yardım istemeliyim.’
Şu andan itibaren, tamamen sıradan bir insan gibi davranmanın zamanıydı.
***
Siyah gaz maskeli bir adam, Seowon Loncası’nın temiz lobisine girdi. Güvenlik görevlileri, sanki gaz maskesi onun kimliğiymiş gibi onu durdurmadılar. Merdivenin önünde duran beyaz paltolu bir çocuk gaz maskeli adamı gördü ve küçük adımlarla ona doğru koştu.
"Gelmişsiniz, Lee Sa-young."
Lee Sa-young çocuğa kayıtsız gözlerle baktı.
"Nam Woo-jin nerede?"
"Kendisi ameliyathanede. Size yolu göstereyim."
Oğlan onu sağ koridora götürdü ve Lee Sa-young arkasından takip etti. Seowon Loncasının koridorları bir labirent gibi karmaşıktı ve bir karınca yuvası gibi iç içe geçmişti.
Bir süre yürüdükten sonra, üzerinde kırmızı neon ışıkla yazılmış ’Ameliyatta’ yazısı olan düz bir kapıya ulaştılar. Çocuk dikkatlice kapıyı açtı ve kenara çekildi.
"Efendim, Lee Sa-young geldi."
Aslında burası bir ameliyathaneden çok bir bilim adamının laboratuvarı gibiydi. Duvarlar kitap ve belgelerle kaplıydı, cerrahi aletler ve tıbbi cihazlar etrafa dağılmıştı. Ve odanın ortasında büyük bir ameliyat masası vardı.
Sandalyede oturan adam yavaşça gözlerini açtı. Arkaya bağlanmış beyaz saçları, heterokromik gözleri [1], yeşil cerrahi önlüğünün üzerindeki beyaz bir ceketi ve gümüş çerçeveli gözlükleri vardı. Her türlü saç ve göz rengine sahip avcılarla dolu bir çağda bile, görünüşü benzersizdi. Lee Sa-young selamlamak için hafifçe başını salladı.
"Nam Woo-jin."
Nam Woo-jin, Güney Kore sıralamasında altıncı ve ülkedeki tek A-sınıf şifacı, ayağa kalktı.
"Meşgul olduğundan üç saat daha bekleyeceğimi düşünüyordum. Ancak hızlı geldin."
"Meşgul olduğumu gayet iyi biliyorsun. Konuya geçelim."
"Pekala."
Ameliyat masasının önünde duran Nam Woo-jin, masanın üzerini örten beyaz örtüyü çıkardı. Ezilmiş bir yüze, bükülmüş bir vücuda ve çeşitli yerlerden çıkıntı yapan siyah sivri dikenleri olan adamın cesedi ortaya çıktı. ’Bağımlı’ dedikleri şey buydu. Lee Sa-young kayıtsızca mırıldandı.
"Durumu çok kötü."
"Jung Bin’in dediğin göre onu bulduklarında bu hâldeymiş. Yüzü güçlü bir darbeyle içe doğru çökertilmiş."
"Bu tek başına onu öldürmez."
"Haklısın. Doğrudan ölüme neden olan kırık boynu. Biri boynunu bükmüş."
Boynunda el izi şeklinde morluklar vardı. Lee Sa-young’un gözleri el izi görünce parladı.
"Bu..."
"Evet, biri çıplak eliyle yakalamış ve boynunu kırmış."
Nam Woo-jin, havada bir şeyi büküyormuş gibi yaptı.
Uyuşturucuyu aldıktan sonra mutasyona uğramaya başlayanların vücutları son derece sertti. Kemiklerini kırmak ve onlara boyun eğdirmek için büyük bir güç gerektiriyordu. Cesedi gözlemleyen Lee Sa-young doğruldu.
"Kim ihbar etmiş?"
"Yang Hye-jin, Çatlak Yönetim Bürosundan A-sınıf bir avcı." [2]
Tanıdık bir isim. Lee Sa-young ameliyat masasına parmak uçlarıyla dokundu ve sordu.
"Bunu o mu yaptı?"
"Hayır, kimin yaptığını bilmiyoruz. Bulan başka biri. Akşamdan kalma bir çorba restoranında yarı zamanlı çalışan bir biri, çöpü çıkarırken bulmuş...ve gördüğü sahne üzerine dehşete kapıldığı söyleniyor."
Nam Woo-jin, siyah sivri dikenli cesede baktı.
"Sıradan bir insanın dehşete düşmesi çok doğal. O kadar sarsılmış ki ne yapacağını bilememiş ve dükkana akşamdan kalma çorbası içmeye gelen Yang Hye-jin’den bunu bildirmesini istemiş."
"...akşamdan kalma çorbası?"
"Evet, ünlü bir yer gibi...Oraya gitmedim, o yüzden detayları bilmiyorum."
Akşamdan kalma çorba restoranı söz konusu olduğunda, Bae Won-woo’nun takıntılı olduğu tek bir mekan vardı ve oraya düzenli olarak gidiyordu. Lee Sa-young kaşlarını çattı. Ameliyat masasına dokunan parmakları yavaşladı.
"Bu tam olarak nerede bulundu?"
"Aslında oldukça ilginç. Hey, göster ona."
"Evet efendim."
Çocuk, üzerinde harita bulunan bir tablet uzattı. Lee Sa-young ekranı yakınlaştırdı.
"Konumu tanıdık gelmiyor mu? Geçen sefer bir bağımlının bulunduğu sokaktaki geri dönüşüm merkezinin yakınında."
"..."
"Bölgede yeni bir tedarikçinin ortaya çıkıp çıkmadığını kontrol etmemiz gerekiyor. Bunu aklının bir köşesine yaz."
Gerçekten de, bu seferki yer Lee Sa-young’un ’Hyung’u ile tanıştığı sokağa çok yakındı. Cidden bir tesadüf müydü?
"Oh, ve alışılmadık başka bir şey daha var...şuna bak."
Nam Woo-jin, cesedin vücudundan çıkan bazı siyah sivri dikenleri işaret etti. Pek çok sivri diken arasında karın ve göğsünden dışarı çıkan birkaç tanesi, sanki sert bir şeye çarpmış gibi bükülmüş bir hâldeydi.
Lee Sa-young başını hafifçe eğdi ve bükülmüş sivri dikenlere odaklandı. Garip bir déjà vu duygusu onu vurdu.
"Hiç bu kadar bükülmüş sivri diken görmedim. Görünüşe göre aniden çok sert bir şeyle çarpışmışlar...Bunu daha önce gördün mü?"
Evet.
’Hyung’unun bir kepçeyle yamulttuğu sivri dikenler aynen böyle görünüyordu. O günkü olayları zihninde sayısız kez canlandıran Lee Sa-young, bunu hemen fark etti. Sıkıca kapalı olan dudaklarında bir gülümseme oluştu.
Veritabanında tek bir iz bile bulamadığında, neredeyse öfkeden deliye dönüyordu. Biraz zaman geçtikten sonra, onu bulup cezalandırmaya kararlı bir hale gelmişti. Ama şimdi nihayet bir ipucu bulduğuna göre, kendini gülmekten alamadı. Nam Woo-jin, çenesini eline dayayarak mırıldandı.
"Bir şeyler biliyormuşsun gibi görünüyorsun."
"Aynen öyle."
Lee Sa-young memnun bir şekilde gülümsedi.
"Sonunda kuyruğunu yakaladım."
___________________________
[1] Heterokromatik göz, bir kişinin her iki gözünde farklı renklerin bulunması durumunu ifade eder.
[2] Kadın bir avcı
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.