##Serim, novelturkiye.com adresinde 10 Bölüm İleriden Yayınlanmaktadır. Hepinizi, Türkçe Novel Okuma Siteme Bekliyorum ##
“Neredeyim ben?” Mel kafasını kaldırdı ve parlayan gün ışığından dolayı gözlerini kısmak zorunda kaldı. “Ah, bu kabuk! Yine oraya geldim, en son dışarı çıkmayı başarmıştım!” Sık pulların kapladığı pençe şeklindeki ellerinde parlayan beyaz kabuktan ısırdı, ağzının kenarından sular akıyordu. “Ne kadar lezzetli! Toprak nasıl da sıcak, bedenime akan enerjide en az bu kabuk kadar lezzetli!” Mel hem yiyor hem de etrafı inceliyordu, gözü sağ tarafındaki karartıya düştüğünde heyecanla bağırdı. “Ejderha, bu gerçekten bir ejderha!” Ayağa kalkmak istedi ama mümkün olmadı. Elleri, içinden çıktığı kabuğu kıracak kadar güçlüyken, bacaklarının üzerinde duramıyordu. “Kahretsin, hareket edemiyorum. Bunlarda ne, neden gökyüzü kararmaya başladı?” Yakıcı güneş ışıkları an ve an azalıyordu, birkaç nefes sonra hava gecenin kör karanlığına döndü. “Alevler, bize saldırıyorlar! Kaçmalıyım, yoksa öleceğim!” Hareket etmek için davrandı; önce sağa, sonra sola devrilmenin dışında bir şey yapamadı. Yakıcı alevler neredeyse yüzünün önündeydi ama o an bir karartı belirdi. Az önce sağ tarafında yatan ejderha iki kanadını açmış, alevlere göğüs geriyordu. Mel, yaratığın ağzından çıkan bazı sesler işitti. “Yapman gerekeni yap! Beni düşünme!” Kafasını geriye çevirip seslendiğinde, Mel bilinçsizce bağırmaya başladı zira ejderhanın suratı durmadan değişiyordu. Ejderha, Kristin ve Mel’in dağ köyünde ölen annesinin yüzleri bir görünüp bir kaybolurken, bir güç bedenini sardı ve olduğu yerden uzaklaşmaya başladı. İşte, tam bu sırada Mel bağırmayı bırakıp tek bir kelime etti. “Anne!” Gözlerini açtığında, pençe halini almış elleri iki ölü bedenin başucundaki toprağa saplıydı. Etrafı inceledi ve Birinci Sınıf Konutunun bahçesinde olduğunu gördü. Her şey aynıydı; Kristin ile Nalt’ ın ölü bedenleri toprağın altındaydı ve özenle yetiştirdi bitkileri talan edilmişti. Bu manzarada yalnızca tek bir değişen vardı, o da kendisinden başkası değildi. “Boyun eğin!” Üzerindeki kıyafetleri yırtan Mel adeta uludu, bedeni gözlerinin renginde bir enerjiyle sarılıydı. Çağrının üzerinden on nefes geçtiğinde, talan edilmelerine rağmen canlılıklarını koruyan bitkiler küle döndüler. Toprağın üzerinden damar damar kırmızı enerji akarken, Mel’i çevreleyen aura kan rengine dönüyordu. Pençelerini topraktan çekti ve iki ölü bedeni örten toprak birikintisini hızlıca temizledi. Birini bir koltuğunun altına, diğerini diğer koltuğunun altına alarak gözden kayboldu. Bir kez daha göründüğünde, Çöp Burnu’na kurduğu mağaranın girişindeydi. Durmadı, sevgilisinin ve arkadaşının kirletilmiş bedenlerini Mağaranın Kalbinden akan suyun içine yavaşça bıraktı. Acele etmeden, dünyanın en narin maddesini temizliyor gibi ikisini de bütün pisliklerden arındırdı. Dedesinin bıraktığı eşyaların içinden seçtiği göz kamaştırıcı kumaşlarla sardığı bedenleri, tek tek Eski Dostum dediği yeşil yapraklı ağacın altına taşıdı. “Şimdi olmaz! Henüz toprağın altına gireceğiniz zaman gelmedi!” Ağaç sanki onu anlıyor gibi dallarını uzattı ve iki bedenin üzerini usulca örttü. “İntikamınızı almadan, ne size toprak ne de bana nefes almak yok. Neden olan kim varsa ölecek!” Mel’in bedenini saran kan kırmızı enerji etrafa saçılınca, mağaranın içindeki bitkilerin hepsi ona doğru boyun eğdiler. Genç adamın önceki halinden eser yoktu; enerjisi zorba, bakışları ölümcüldü. Nereye dönse o tarafta kalan canlılar titriyor, bazı çiçekler taç yapraklarını döküyordu. Üst bedeni çıplak halde çıkışa ilerleyen Mel, mağaranın dışına adımını atınca on saniye gözleri kapalı vaziyette durdu. Yeniden açtığında, bakışları tek bir noktayı gösteriyordu. Gecenin karanlığında yırtıcı bir hayvan gibi ilerledi; hızlı, kamufle ve gözleri avında. Dik yamacı tırmanırken pençeleri kayaları kâğıt misali yırtıyor, tek nefeste metrelerce yol kat ediyordu. İstediği yere varması çok uzun sürmedi, dağın zirvesine oyulmuş mağaranın ışıkları uzaktan görünüyordu. Belki farkındaydı, belki farkında değildi ama bedenini saran kan kırmızı enerjide karanlığın içinde parlıyordu. Mağaranın kapısında nöbet bekleyen iki genç önce birbirlerine baktılar, ardından birkaç adım ileri atıp siyahın içindeki kor parçasına seslendiler. “Kimsin sen? Burası yasak bölge, hemen kendini tanıt!” Seslerin üzerine kan kırmızı parıltı hızını arttırdı. “Kimsin sen?” Soru bir kez daha tekrarlandığında, Mel iki korumanın bir adım uzağındaydı. “Ölüm!” Pençeler başlarını kavradığında bir şeyler söylemeye çalışıyorlardı ama Mel’in eli beyinlerini tutarken bu mümkün değildi. Dağın içindeki mağaraya ulaşan dar yola girerken iki muhafızı yanında sürüklüyordu ve duvarlarda kırmızı bir çizgi onları takip ediyordu. Işığın kaynağına yaklaştıkça sesler arttı, aksine tünelin duvarlarından çıkan sesler neredeyse duyulmayacak kadar azdı. Gün gibi aydınlatılmış mağaranın içine girdiğinde, Mel iki bedeni orta yere savurdu ve on dokuz kişinin bakışları ona döndü. Tabii ki önce boyundan yukarısı olmayan iki bedene baktılar ama bir nefes sonra üst gövdesi çıplak bir şekilde kapılarına dikilen gencin etrafını sarıyorlardı. “Vay, vay, vay! Kimler gelmiş, kimler?” Mağaranın uzak köşesinde, büyük kaya bloklarının üzerindeki yatağın kenarına oturan Kasper, Mel’i görünce ayağa kalkarak astlarının yanına doğru hareketlendi. “O ikisini öldürdün demek! Otuz gün sonra kalanları hallederim diyordum ama madem ayağıma kadar geldin, geri göndermek olmaz!” Bedeninden taşan buz fırtınası Mel’in üzerinden geçti ve mağaranın dışarıya açılan kapısı olan tünelin girişini dondurdu. Kaçacak yer yoktu, hayatta olan on sekiz astıyla beraber Kasper, davetsiz misafiri öldürmeyi amaçlıyordu. “Vaktimiz bol! İstersen, sevgilinin altımda nasıl inlediğini anlatabilirim ya da arkadaşının onu elimizden kurtarmak için yaptığı kahramanlık demesini mi dinlemek istersin? Yok, yok, ben biliyorum. En iyisi, dedemin sana verdiği evin bahçesinde ikisini birden defalarca becerdiğimiz anları anlatayım. Hoş, bir süre sonra hissizleştiler; ne çığlık atıyorlardı ne de karşı koyuyorlardı ama tabii ki bu durum benim çocukların iştahını kaçırmadı.” Kasper konuşurken diğerleri Mel’in etrafını sardılar. Bazıları, liderlerinin sözleriyle kendin geçerek ona yaklaşma cesaretini bile buldular. “Seninle de öyle oynamamı ister misin?” Cüsse olarak yakın bir tanesi elini Mel’in omuzuna atarak konuştu ama bir an sonra artık sağa kola sahip değildi. Bileğinden yakaladığı kolu koparan iri yarı genç çocuk, bir hamlede diğerini de aldığında Kasper’ in astı neler olduğunu yeni anlıyordu. “Kollarım, kollarım!” Sağ pençe gırtlağına, sol pençe gövdesine indi; sesi kesilen gencin bağırsakları mağaranın tozlu zeminine saçıldı. Son hamle sol yanınaydı; Mel pençesini geri çektiğinde, elinde atmaya çalışan bir kalp vardı. “Öleceksiniz ama ondan önce hiç doğmamış olmayı dileyeceksiniz!”
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.