Bilincim bana geri döndükçe tamamen yenilenmiş hissetmekten kendimi alamadım ve-
"Ahh, şükürler olsun!" dedim farkında olmadan.
Belki de uzun bir zamandır berbat bir kâbus görüyordum. Ama şimdi o bitti. Sonunda uzun süren kâbusumdan kurtulmuştum… belki de kurtulmamıştım.
Nasılsa bu yer de kâbusuma aitmiş gibi hissettim. Çünkü öyle değilse başka neden bu odada olabilirim ki?
Duvarlar, tavan, zemin, her şey betonla kaplıydı. Hiçbir kapı veya pencere göremedim.
Öyleyse neden böyle garip bir odada olabilirim?
"Neredeyim… ben..?"
En azından bu yerin benim odam olmadığına emindim. Unutkanlığım ne kadar artarsa artsın, düzgün bir sebep yokken böyle ürkütücü bir odada asla oturmayacağımı biliyorum.
"Sakın… tutuklanmış falan olmayayım..."
"Tutuklanmış"; kelimelerim soğuk, gri betondan sekti. Bir kişinin odama geldiğini duyabiliyorum sandım, ayaklarını sinirle güm güm vuruyordu. Aslında bu sadece, adına "yalnızlık" demiş olduğumuz canavardı.
Çıkışı bulamıyorum!
O anda hemen oturdum, demin bir yatakta uyumuş olduğumu fark ettim. Yatağın; şirin bir pembe tonunda, prenses tarzında ve küçük kızların isteyeceği antika bir his veren bir cibinliği vardı ama işin tuhaf yanı çıplak betondan bir odanın ortasında tek başına duruyordu.
Yatağın zarif süslemesi ile duvarlardaki minimum çabanın arasındaki zıtlık, odanın genel korkunçluğunu arttırmaktan başka bir şey yapmıyordu. Ek olarak, odada bütünüyle eksik olan parçalar vardı. Bu oda eksiksizce tamamlanmış olsaydı o zaman mobilyası ve kapısı olurdu ancak bu oda, o unsurlardan tamamen yoksundu. Çevremdekileri hızlıca analiz etmeyi bitirince geçen bahsettiğim canavar harekete geçmeye başladı. Korku ve endişeyle, canavarın simsiyah bir zifte dönüştüğünü ve sanki hareket özgürlüğümü çalmak istediğini hissettim.
"Ooooooooooooooooooooooooooooooooooooooh…" Titreyip sallanan dudaklarımdan bir inilti sürünerek çıktı. Odanın ana hatları ve şekli yavaşça bozulmaya başladı. Gözlerimde yaşlar belirmeye başladı. Ama bu duruma ağlamanın faydası yok. Ağlamanın yararı yok. Tüm gücümle yaşlarımı tuttum ama onları geri tutma isteğime rağmen gözlerimde toplanmış yaşlar dökülmeye başladı, günaydın madam.
"Eh?"
Ürktüm, duvarın yanında bir hizmetçinin durduğunu fark ettim.
"Günaydın, madam!"
Ondan bir ses çıktı, o aslında bir kızdı. Kıyafetlerinin arkasında kızın yüzünü görebiliyordum. Ama sadece maskesinin yüzünü. Maskesinden dolayı gerçek görünümünün ne olduğunu bilemiyordum.
Bu bahsedilen maske, beni kötü hislerle dolduran ürkünç bir ayı maskesiydi.
Sağ yarısı beyaz, şirin bir ayıydı.
Sol yarısı siyah, şeytani bir ayıydı.
Hizmetçi kıyafeti giyen kız bana döndü ve mutlu bir sesle konuştu.
"Günaydın madam! Sabah rutininiz için size çay hazırladım!"
"Eee, şey… Madam olduğumu düşünmüyorum..."
Kız beni duymuyor gibiydi çünkü öylece üstüme yürüyerek elinde tuttuğu gümüş tepsiyi bana doğru iteledi. Tepsinin üstünde çiçek desenli bir çay fincanı vardı. Fincandan buhar yükseldi ve havanın içinde kayboldu.
"T-Teşekkür ederim…"
Uyandıktan sonra boğazım çok kuruydu ve müthiş bir nem ihtiyacı içindeydi. Geçenki tedbirli halimi unutup fincanı aldım ve içindeki çayı içtim.
Çok soğuk! İğrenç! Demi çok az!
İnanılmaz şekilde her yönden kaybetmişti. Çay fazla soğuktu.
Tepkimi saklayamaz halde, fincanı tepsiye geri koydum.
"Şimdi ayrılacağım." dedi Hizmetçi Ayı aniden dönüp bir yere doğru yürürken.
"Bekle! Nereye gidiyorsun?" Hemen seslendim.
"Hm? Ne dedin?" Hizmetçi Ayı bana soru sorarken önümdeki duvarı tıklattı. Bir ninja tapınağı gibi, bir kere tıklattıktan sonra duvar kendi etrafında döndü.
"…Eh, gizli kapı mı..?"
"Ehe! Bu tesisi inşa ederken Madam'ın eğlence anlayışına uymasını istedik!
"Eğlencelilikte sorun yok ama ben gidiyorum!" Sesimi yükselttim, çaresiz hissediyordum.
"Hm?" Ayı maskesi yana eğildi. "Sırf sen… gitmek istiyorsun diye, bu gitmen gerektiğin anlamına gelmez."
"Ha?" Bu sefer benim yüzüm yana eğildi. "Gitmek istesem de gidemiyorum… bu ne ya, burada hapsediliyorum..."
"Hapsedilmiş!" Şaşkın bir ses duvarlarda yankılandı. "H-Hapsetmek… bu… bu biraz aceleci bir sonuca varmak oldu…" Hizmetçi Ayı'nın omuzları kahkaha ile sallandı. "Gülüyor gibi görünmem, güldüğüm anlamına gelmez."
"Ah, öyle düşünmedim..."
"Tam tersi, kıyaslanamaz bir hüzün ile doluyum." Omuzları daha çok titredi. "Hüzünlendim çünkü sen çok ilginç bir insansın. Korkarım ki esprilerini anlayamıyorum. Şu an bu durumda Monoayı'nın her şeyi bana bırakmasını sağlama hayalimi gerçekleştireceğimi düşünmüyorum. Ne üzücü..." Hizmetçi Ayı eğildi, kederli görünüyordu.
"A…Anladığımı sanmıyorum… ama şu anki durumla ilgili olarak, buradan nasıl çıkacağım? Bana gösterebilir misin?"
Ben kızı harekete geçirince gizli kapıya doğru gitti. Ben de yatağımın yanındaki çantamı bulmak için odanın etrafına baktım.
"...Ah, pardon. Bir saniye bekle!"
Hızlıca yataktan kalktım ve çantamı aldım, tanıdık bir ağırlık olduğunu hissettim. Bunun benim olduğuna şüphe yoktu.
"Şimdi, buradan çıkma zamanı!" dedim, arkamdaki beton odadan ayrılırken hizmetçi ayıyı yana itiyordum.
Odanın dışında beni bekleyen şey garip bir manzaraydı cidden. Koridora benzeyen geniş bir alandı ama aynı önceki oda gibi buranın da tavanı, duvarları ve zemini sadece betonla kaplıydı. Ancak odanın kendisi geniş olsa da tavan çok alçaktı ve kafeslenmişim gibi hissettirdi. Bir floresan lamba tavana asılıydı, betonu aydınlatıyordu ve bu odanın kasvetini arttırmaktan başka bir şey yapmıyordu. Odanın içinde okul sıralarına ait yaklaşık 50 ayak saydım, hepsi oda boyunca eşit mesafede yerleştirilmişti. Her sırada birer insan oturuyordu. Çeşitli kadın ve erkekler vardı, hepsi aynı okul formasını giyiyordu. Dahası, hepsi yüzüne… deminki gibi, ayı maskesi takmıştı.
Sağ yarısı beyaz, şirin bir ayı.
Sol yarısı siyah, şeytani bir ayı.
"Hey… bu ayı gerçekten ünlü görünüyor, değil mi..?"
Yanımda aynı maskeyi takan hizmetçi cevap verdi.
"O ayı değil, Monoayı."
Monoayı?
İsminin ne olduğunu hiç umursamadım - tek görebildiğim, birçok erkek ve kadının hepsinin okul sıralarında oturması ve aynı forma ile korkutucu maskeyi giymesiydi. Önümdeki bu tuhaf manzara dışında odaklanabileceğim hiçbir şey yoktu.
Yine de fark ettim ki hala sıralarda oturan Monoayı kafalarının önünde ekranlar vardı. Monoayı kafalarının hepsi ekrana bakıyordu, neredeyse ekranı yemeye hazırlanıyor gibilerdi. Durduğum yerden sadece ekranların arkasını görebiliyordum, ne tür bir video oynattıkları hakkında fikrim yoktu, hepsi aynı şekilde tüm dikkatini oraya veriyor gibiydi. Hepsi duygusuzdu, manken kadar cansız şekilde sabırla ekranlara bakıyorlardı. Diğer taraftan ben, kendimi boş bir mezarlıkta bulmuşum gibi hissettim.
bu bölümün devamı yakında...
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.