Ginza’da ücra bir pansiyonda bu yazıyı yazmadan birkaç saat önce Tokyo’da bulunduğum esnada Dazai Osamu ve Sakaguchi Ango ile Lupin adındaki bir bardaydım -Dazai Osamu bira, Sakaguchi Ango viski, ben ise tüm gece köşeme çekilip bu yazıyı yazmakla uğraşacağımdan dolayı kahve içiyordum desem daha doğru olur. Kadınları baştan çıkartmak için eserlerini kullanan ünlü bir roman yazarından konu açıldı. Sakaguchi Ango bu yazarın aptal olduğunu iddia ederken Dazai Osamu istesek de yazılarımızla kadınları baştan çıkaramayacağımızı söyledi. Kadınların bizim yazdıklarımız gibi romanlardan iğrendiklerini, onları ayartmayı denersek sefil bir şekilde başarısız olacağımızı belirtti… ya da Dazai’nin deyimiyle “Paçayı kurtaramazmışız.”-Sakunosuke Oda, “İhtimallerin Edebiyatı”*** Birisi beni çağırıyormuş edasıyla bara doğru ilerledim. Saat gece on birdi, barın kapısından geçmeden önce gaz lambalarının ışıklarından kaçan bir hayalet gibi sokakların arasında dolaştım. Tezgâhta oturup parmaklarının arasında likör bardağıyla oynayan Dazai’yi bulmak için merdivenlerden inerken tütün dumanı ciğerlerime doldu. Dazai her zamanki yerindeydi. Sipariş ettiği içkiyi içmeden sessizce bana baktı.
“Hey, Odasaku.” Bana sesinde neşeli bir tınıyla seslendi.
Elimi kaldırdım ve yanına oturmadan önce Dazai’yi selamladım. Barmen, istememe bile gerek kalmadan her zamanki içeceğimi tezgâha koydu.
“Burada ne yapıyorsun?” diye sordum Dazai’ye.
“Felsefi ve metafiziksel şeyleri düşünüyordum.”
“Ne gibi?”
Dazai cevap vermeden önce bir süreliğine düşündü. “Hayattaki çoğu şey için konuşursak başarılı olmak başarısız olmaktan daha zordur, değil mi?”
“Doğru.” diye yanıtladım.
“Bu yüzden intihar etmek yerine intihara teşebbüs etmeliyim! İntihar etmek zor ama intihara girişiminde başarısız olmak nispeten daha kolay olmalı! Haksız mıyım?”
Bir süreliğine bakışlarımı bardağıma indirdim. “Haklısın.”
“Biliyordum! Sonunda buldum! Eh, kaybedecek vaktim yok. Teoriyi hemen test edelim. Barmen, menünüzde hiç deterjan var mı?”
“Yok.” Tezgâhın arkasında bardak yıkayan yaşlı barmen cevap verdi.
“Sodalı deterjan var mı peki?”
“Hayır.”
“Hiç mi yok?”
“Sanırım şansın yaver gitmedi.” dedim.
Bara bir kez daha göz gezdirdim. Bodrum katta olduğundan doğal olarak hiç penceresi yoktu. İçerisinde tezgâh, tabureler, duvara dizilmiş boş şişeler, suskun müdavimler ve kırmızı bir yelek giymiş barmenin bulunduğu sessiz, göze çarpmayan bir porsuk yuvasını andırıyordu. Onca şey daracık yere sıkıştırıldığından insanlar zar zor koridora sığabiliyordu. İçerisindeki her şey, sanki varlıkları mekâna oyulmuş gibi eskiydi.
Likörümden bir yudum aldıktan sonra Dazai’ye döndüm, “Bu gece filozofluk modundasın demek, huh? Bugünkü işi beceremedin mi yoksa?”
“Evet, çok feci yüzüme gözüme bulaştırdım.” Dazai surat astı. “Bak şimdi, gizli bir operasyonumuz vardı. Eli ayağı yerinde duramayan küçük bir grubun teslimat esnasında mallarımızı çalmaya çalışacağı haberini aldık. Bu canciğer adamlar, ağzımızdaki ekmeği kapmaya yeltendiklerinden korkusuz savaşçılardan oluşan görkemli bir çeteyle karşılaşacağımızdan emindim. Pusu kurup düşmanı beklemeye başladım, kalbim heyecanla küt küt atıyordu. Her şey yolunda giderse savaş meydanında kahramanca ölebileceğimi düşünüyordum. Ama ortaya çıkan bir düzine kadar silahlı adam beceriksizin tekiydi. Bahsetmeye değer tek şeyleri, roketatarlı makineli tüfekle donatılmış brandalı kamyonetleriydi. Hayal kırıklığına uğradığımdan depoya tuzak kurdum ama etraflarını çevreleyip saldırdığımızda ağlayarak kaçtılar. Ve böylece, maalesef bir kez daha ölümden kaçmış oldum. Vaktimi sıkıcı şeylere harcadım resmen…”
Bu kadarını anlamıştım. Bu adamın işinde gerçekten hata yaptığını hayal edemiyordum.
“Hangi gruptandılar?”
“Kaçmayı başaramadan fıngırdak adamlardan birisini yakaladık, biz burada konuşurken işkence görüyor. Sökülmesi muhtemelen uzun sürmez.”
Adamların cesareti varmış. Acımasız Liman Mafyasının misillemesinden korkmayan bu saldırganları şahsen ben korkusuz savaşçılar olarak görüyordum. Ve Dazai’nin hayal kırıklığına karşın, silahlarla ve roketatarla gelmişlerdi. Gerçeklik algısı olmayan aptallar sayılmazlardı. Ne yazık ki karşı oldukları kişi Dazai’ydi. Liman Mafyasında bir söz vardı: “Dazai’nin düşmanlarının en büyük talihsizliği Dazai’nin düşmanı olmalarıdır.” İsteseydi silahlı çatışmanın ortasında piknik bile yapabilirdi. Dazai, -Yeraltı organizasyonu Liman Mafyasının yöneticisi -Dazai Osamu mafya olmak için doğmuştu.
Yabancı birisine göre, Mafya yöneticisi unvanını kolaylıkla çocukla karıştırılabilecek bir adamda görmek gülünç olabilirdi. Fakat Dazai’nin karanlık, kana bulanmış başarılarının listesini görselerdi gülemezlerdi. Liman Mafyası son iki senede kazandığı
kârların neredeyse yarısını Dazai sayesinde kazanmıştı. Benim gibi basit bir yardakçı paranın ne kadar büyük olduğunu ya da uğruna kaç canın verildiğini tahmin dahi edemezdi.
Elbette, tüm zaferlerin bir bedeli vardır.
“Bakıyorum da yeni yaraların var.” İçeceğimden hızlı bir yudum alırken Dazai’nin yeni sarılmış bandajlarını işaret ettim.
“Evet.” Dazai kendisine bakarken sırıttı.
Bedeni, başarıları için ödediği bedellerle, yaralarla kaplıydı. Berbat bir haldeydi yani. Vücudunun her zaman iyileşmekte olan bir parçası vardı. Bir kez daha Dazai’nin, başarılarını şiddet ve ölümün ortasında elde ettiğinin farkına vardım.
“Bacağına n’oldu?” Yarasını dehşet verici, korkunç bir yüzleşmeden aldığına emin bir şekilde sordum.
“Yok Yerden Nasıl Sakatlanılmaz adlı bir kitabı okurken yürüyordum ve drenaj çukuruna düştüm.”
Şaşırtıcı bir şekilde, saçma sapan bir nedendi.
“Ya kolun?”
“Dağ yamacındaki yolda hız yaparken uçurumdan aşağı sürmüşüm.”
“Kafandaki bandajlar neden peki?”
“Başımı tofu bloğunun köşesine vurarak kendimi öldürmeye çalışıyordum.”
“Tofuyla mı yaralandın?”
Acil kalsiyuma ihtiyacı olmuş olmalı.
“Tofuyu sertleştirmek için yeni bir yöntem keşfettim. Suyu iyice emmesi için tuz ekliyorsun ve üzerine, mutfağında ne varsa artık, ağırlık yerleştiriyorsun. Üstüne çivi çakabilecek hale gelene kadar sertleşiyor. Bu sayede tofu yapmayı organizasyondaki herkesten daha iyi biliyorum.”
Titizlikle tofu yapan bir Mafya yöneticisi… Beş yönetici de bambaşka bir seviyedeydi.
“Tofu lezzetli miydi bari?” diye sordum.
“Maalesef evet.” Dazai hayal kırıklığı içerisinde yüzünü buruşturdu. “İnce dilimlere kestikten sonra soya sosu döktüm. Tadı inanılmazdı.”
“Lezzetliydi, huh…?” Etkilenmiştim. Dazai ne yaparsa yapsın, normal insanların elde edemeyeceği başarılara ulaşıyordu. “Bir dahaki sefer bana da tattır.”
“Odasaku-san… o lafı söylemeyecektin.”
Girişten gelen bir sesi duydum. Arkamı dönünce genç, akademisyen görünümlü bir adamın merdivenlerden indiğini gördüm.
“Dazai’ye karşı biraz fazla uysal davranıyorsun. Ağzından çıkan her üç laftan ikisine bağırıp kafasının arkasına çekiçle vurmalısın yoksa sapıtır. Bak etrafına. Herkes bir şey söylemek istermiş gibi susmuş. Barmen bile titriyor.”
Gelen adam Sakaguchi Ango’ydu. Takım elbise ceketi giymiş, yuvarlak çerçeveli bir gözlük takmış halde akademisyene benzese de aslında bizden birisiydi. Ango, Mafyanın özel muhbiriydi.
“Hey, Ango! Görüşmeyeli uzun zaman oldu! Yakışıklı gözüküyorsun!” Dazai gülümseyerek elini kaldırdı.
“Buna mı ‘yakışıklı’ diyorsun? Tokyo’daki günübirlik iş gezimden yeni geldim. Üstüm başım kırıştı, eski gazetelere benziyorum.”
Ango, Dazai’nin yanındaki bar taburesine otururken boynunu ileri geri esnetti. Sonra omzunda asılı duran küçük, kızıl deri çantayı çıkararak tezgâhın üstüne koydu.
“Barmen, her zamankinden lütfen.”
Barmen neredeyse anında altın rengi sıvıyı Ango’nun önündeki tezgâha koydu. Ango’nun merdivenlerden indiğini duyduğu an içeceği yapmaya başlamıştı. Cam bardaktan köpükler yükseliyor, asılı duran alçak ışıkların altında dingin bir şekilde parlıyordu.
“İş gezisi, huh? Ne şanslısın. Ben de Tokyo’ya gitmek istiyorum. Barmen, biraz daha konserve yengeç lütfen!” dedi Dazai boş konserveyi sallayarak. Önünde çoktan üç boş teneke kutu birikmişti.
“Tatile mi? Mafyadaki herkes senin gibi vakit harcamak için yaşamıyor, Dazai. Çalışıyordum.”
“Bana sorarsan Ango,” Parmaklarının arasındaki konserve yengeçten yeni bir parça alarak devam etti, “…bu dünyada her şey, biz ölene kadar vakit harcamak için var. Neyse, ne işiydi?”
Ango, cevap vermeden önce bakışlarını etrafta gezdirdi, “Balıkçılık.”
“Oh, ne güzel. Bir şeyler tutabildin mi bari?”
“Hayır. Zamanımı boşa harcadım. Avrupa’dan iyi kalite malların geleceğini duymuştum ama bit pazarındaki klasik hurdalardan farkı yoktu.”
Balıkçılık, örgütte kaçak malları satın almak için kullanılan bir koddu. Genelde yurt dışından gelen illegal malları ve silahları alırdık. Bazı nadir durumlarda, sanat eserleri ve mücevherler de kasaya girerdi.
“Gerçi gözüme çarpan antika bir saat vardı. Orta Çağ’ın sonlarına doğru bir zanaatkarın elinden çıkmış. Muhtemelen sahteydi ama birisi işçiliği için güzel para ödemeye yeltenmeliydi.”
Ango, çantasının içinden kâğıda sarılı bir kutuyu gösterdi. Üstünde iş seyahatinden getirdiği ufak bir şemsiye ile sigara gibi şeyler vardı.
“…Açık arttırma ne zaman bitti?” Dazai malları incelerken sordu.
“Akşam sekizde. Biter bitmez geri geldim.” Ango devam etmeden önce alaycı bir şekilde güldü. “Neyse, bana ödenen işi yaptığıma göre bugün de kovulmayacağım.”
“Biraz fazla mütevazi davranıyorsun, Sakaguchi Ango. Mafya hakkında her şeyi biliyorsun sonuçta.” dedi Dazai gülümseyerek.
Mafyanın özel muhbiri Ango, diğer örgütlerle bilgi alışverişi içerisindeydi. Hiçbir yöneticinin hiziplerine bağlı değildi. Bir anlaşma yapılacağı zaman direkt patrondan emir alırdı ve diğer organizasyonlarla ittifak kurardı; bazen de gizli anlaşmalar, mafyadan ayrılmalar, ihanet ve benzeri olaylar hakkında kritik ve son derece hassas bilgiler içeren konuları iletmek için arabuluculuk görevini üstlenirdi. Kısaca, gizli bir ulaktı. Mafyanın gidişatını belirleyecek önemli bilgilerin hepsi patrona ulaşmadan önce Ango’ya geliyordu. Doğal olarak, konuşması için işkence edilecek olursa Mafya hakkında anlatacağı bilgiler altından daha değerliydi. Böylesine önemli bir görev, aptalın tekine teslim edilemezdi. Dövme demir kadar sert birisine ihtiyaç vardı.
“Liman Mafyası tarihindeki en genç yöneticiyle kıyaslanıldığında benim başarılarımın bir okul çocuğunun başarılarından farkı kalmıyor. Bu arada, neden ikiniz bugün burada toplanmaya karar verdiniz?”
“Buluşmayı mı planlamıştık, Odasaku?”
“Hayır.” Dazai’nin yerine yanıt verdim. “Tesadüfen karşılaştık. Ben geldiğimde Dazai çoktan buradaydı.”
Böyle şeyler hep yaşanırdı.
“Oh, öyle mi? Bu gece bara gelirsem ikinizle karşılaşacağım içime doğmuştu ve işte buradayım.” Dazai kendi sözleriyle eğleniyormuş gibi sırıttı.
“Bizden bir şey mi isteyecektin?” diye sordu Ango.
“Hayır. Gelirsem her zamanki gecelerden birisi olur diye düşündüm sadece.”
Dazai tırnağıyla bardağına vurdu.
Ne demek istediğini anlıyordum. Bir şeyden kaçmaya çalışıyormuş gibi sık sık bu barda toplanırdık. Sonra “muhabbet” bahanesiyle gece yarılarına kadar sohbet ederdik. Birbirimizle bu kadar sık karşılaşmamızın bir sebebi vardı. Aynı örgütte olsak da Dazai yönetici, Ango muhbir ve ben hiçbir unvanı olmayan, hiyerarşinin en altındaki bir adamdım. Normal şartlar altında beraber içmek bir kenara, birbirimizin adını dahi bilmememiz gerekirdi. Ama burada, rütbelerimize ve yaşlarımıza aldırış etmeden takılıyorduk. Belki bunun sebebi, Mafya hiyerarşisindeki açık ara farklılıklarımızdan kaynaklıydı.
“Bu arada…” Dazai boşluğa bakarak birdenbire mırıldandı. “Odasaku, hepimiz toplanıp bir şeyler içmeye başlayalı uzun zaman olsa da hiç işten şikâyet ettiğini duymadım.”
“Katılıyorum. Dazai ile benim işimin aksine eşsiz bir görevin var.”
“Yaptığımın eşsiz bir tarafı yok.” Başımı salladım. “Anlatmaya değer bir şeyim yok sadece. Konuşursam sizi sıkarım.”
“Bak, yine esrarengiz davranıyorsun.” Dazai canı sıkkın bir şekilde başını yana eğdi. “Açıkçası Odasaku, üçümüz arasında konuşmaya değecek kadar ilginç tek iş seninkisi. Dökül hadi. Bu hafta ne yaptın?”
Biraz düşündükten sonra parmaklarımla yaptığım görevleri sayarak anlatmaya başladım.
“Mafyanın yetkisi alanındaki bir alışveriş merkezinde yapılan hırsızlığı araştırdım. Suçlular, mahalledeki ilkokulun öğrencileriydi. Sonra kayıp bir silahı aramak için grubun uşağının evine gittim ve ortalığı temizlerken pilav pişirme makinesi buldum. Sonra da şirket yöneticilerimizden birisinin karısı ve metresi arasında yaşanan kavgada arabuluculuk yaptım. Son olarak, Mafya ofisinin arka sokağında bulunan patlamış bombayı kaldırdım”
“Hey, Odasaku. Yalvarırım, n’olur işleri değişelim.” Gözleri parıldayan Dazai öne eğildi.
“Olmaz.”
“Ama patlamış bomba bulmuşsun! Duydun mu Ango? Neden Odasaku tüm eğlenceli işleri kendisine saklıyor? Adil değil! Yarın ilk iş patrona gidip ‘patlamış bombaları kaldırmadığım için’ yöneticilikten istifa edeceğimi duyuracağım.”
Diğer yöneticiler bunu duysaydı şaşkınlıktan yığılıp kalırlardı. Ango kayıtsız bir şekilde her zaman yaptığı gibi “Senden beklerim.” diyerek yanıt verdi.
Bir bakıma, yalnızca ismen Mafyadaydım. Bana gelen tüm işler kimsenin uğraşmak istemediği saçma sapan işlerdi. Basitçe rütbe ve başarı eksikliğim ile direkt bir yöneticinin emri altında çalışmadığımdan dolayı kazanç sağlayamayacağım önemsiz işleri bana yığmak kolaydı. Mafya’nın ayakçısı sayılırdım. Elbette eğlence olsun diye bu işi yapmıyordum. O yöneticinin karısıyla metresi arasındaki çığlık yarışının arasında kaldığımda ciddi ciddi dilimi ısırıp kopartmayı düşündüm -hem de iki kez. Ama bu pozisyonda çalışmamın nedeni başka bir iş yapamamamdı.
Çünkü…
“O zaman en azından bir dahaki sefere ben de seninle geleyim. İşine engel olmam, lütfen.”
“Dazai’nin gitmesini tavsiye etmiyorum.” Ango gözünün ucuyla Dazai’ye baktı. “Kayıp mallar için suçluyu aramak bir kenara, aşıklar dalaşını çözmesi için Dazai’yi götürmenin ateşe körükle gitmekten farkı olmaz.”
“Ne güzel işte, aşkın yanan ateşini canlandırmayı kim istemez?”
“Gördün mü bak, ne demiştim?”
Ango’nun değinmek istediği noktayı görmezden gelerek içeceğimden sessizce bir yudum aldım.
“Dazai, diğer insanların işine burnunu sokmadan önce git bir hobi falan edin.” diye devam etti Ango, “İntihar girişiminden daha sağlıklı bir hobi, tercihen.”
“Hobi mi? Hmm…” Dazai çocuk gibi surat astı. “Satranç ve Go çok kolay ama. Sıkıcılar da. Başka ne olabilir?”
“Spor?”
“Yorulmaktan nefret ederim.”
“Ders çalış?”
“Üşenirim.”
“O zaman yemek yap-? Neyse, boş ver.”
Ango kafasını indirip ağzını kapadı. Dazai’nin bize o “enerji verici güveç” i yaptığı zamanı hatırlamış olmalı. Adı gibi bize gereğinden fazla enerji kazandırsa da yedikten birkaç gün sonrasının anıları hafızamızda yoktu. Güvecin içinde ne olduğunu anlatması için Dazai’yi sıkıştırdığımızda kıkırdamıştı sadece.
“Oh, doğru ya. Yeni bir güveç tarifi hazırladım. Sonraki buluşmamızda denemek ister misiniz? Adını “olağanüstü dayanıklılık güveci” koydum. Yedikten sonra saatlerce koşabilirsiniz. Resmen hayal-“
“Hayatta olmaz.” Ango anında reddetti.
“Güveci yedikten sonra yorulmuyorsan uzun iş günlerinde faydalı olabilir.” diye ekledim.
“…Odasaku, sorun tam bu işte. Dazai’yi kışkırtıyorsun. Sen bir şey demediğin için Dazai cesaret alıp kuduruyor.”
Anlıyorum. Ango “kışkırtmak” derken bundan bahsediyordu demek. Yeni bir gün yeni bir bilgi…
“Barmen, çekiciniz var mı?”
“Maalesef.”
“Tüh.”
“Sanırım elden gelen bir şey yok.” dedi Dazai gülümseyerek.
“Off… işten yeni döndüm ve başım çoktan ağrıyor…” Ango başını tuttu. Zor bir gün geçirmiş olmalı.
“Çok çalışıyorsun, Ango.” dedim.
“Evet, çok çalışıyorsun.”
Ango bana ve Dazai’ye sert bir şekilde bakarak “Galiba öyle. Şu anda ücretsiz ek mesai yapıyormuş gibi hissediyorum. Gitmem lazım.”
“Ne? Hemen gidiyor musun?” Sesinde hayal kırıklığıyla sordu Dazai.
“Aslında…” Ango’nun gülüşü gözlerine ulaşmamıştı. “İkinizle burada içerken yaptığım işin yasa dışı olduğunu unutuyorum. Barmen, içecekler için teşekkür ederim.”
Ango eşyalarını tezgâhtan alarak kalktı.
“Şehir dışındaki işler için o çantayı mı götürüyorsun?” Küçük deri çantayı işaret ederek sordum. Sorumun özel bir nedeni yoktu, gitmesini engellemek için aklıma gelen tek şey buydu.
“Evet, içinde pek bir şey yok gerçi. Biraz sigara, kendimi korumam için silah ve küçük bir şemsiye…” Ango bana içindekileri göstermek için çantasını genişçe açtı. “Ve bir de iş için kullandığım şu kamera var.”
“Oh, hey. Hadi beraber fotoğraf çekilelim.” Dazai aniden neşeyle önerdi. “Bugünün anısı için olsun hadi?”
“Neyin anısı?” diye sordum.
“Burada olduğumuzu hatırlamak için ya da Ango’nun eve dönüşünü kutlamak için ya da ne bileyim, o patlamış bombayı attığın için. Her şey olur.”
“Yöneticimiz ne diyorsa,” Ango siyah fotoğraf makinesini çantasından çıkartmadan önce omuz silkti. Eski, rulo filmli kameralardandı, yaşından ve çok kullanılmasından kaynaklı siyah boyası ara ara dökülmüştü.
“Havalı gözüksün.” dedi Dazai.
Ango sırıtarak Dazai ile benim fotoğrafımı çekti. Sonra Dazai’nin ricasıyla, Ango’yla beraber tezgâhta oldukları bir fotoğraf çektim. Dazai bir bacağını tezgâha kaldırıp dayanarak poz verdi. “Bu açıdan çekilince daha yakışıklı gözüküyorum.”
“Neden aniden fotoğraf çekilmek istedin Dazai?”
“Hemen şimdi fotoğraf çekilmezsek bu anı birlikte geçirdiğimizi kanıtlayacak hiçbir şey olmayacağını hissettim, sanırım.” Parlak bir şekilde güldü.
Dazai’nin haklı olduğu ortaya çıktı. Üçümüz arasındaki -yalnızca kaybettiğimizde ardında bıraktığı boşlukla fark ettiğimiz- o görünmez şeyin fotoğrafını çekmek için son fırsatımızdı. Bir daha asla o barda beraber fotoğraf çekilemedik.
Çünkü aramızdan birisi çok geçmeden ölecekti.