Liman Mafyasının 3 kuralı vardı: Ne olursa olsun patronun emirlerine uy, organizasyona ihanet etme ve sana vurulanın iki katı geri vur. Kurallar en önemliden daha az önemliye doğru sıralanmıştı. İşte bu yüzden, bu sabah tam da kendime bir fincan kahve koyarken patronun beni görmek istediğini söyleyen bir çağrı aldığımda ağzımdaki ekmeği neredeyse düşürüyordum.
Telefonda konuşan mafya üyesinin sesi monotondu.
“Sakunosuke Oda, patron seni görmek istiyor.”
Anında aklıma o iki cümle geldi: Bir kenara atılmak üzere görevini yerine getirdi, işten çıkarılabilir. Parmak uçlarım buz kesip uyuştu. Telefonu kapattıktan sonra kalan ekmeği hızla boğazıma tıktım, ardından Kanada pastırmamı ve çırpılmış yumurtamı mideme atmadan önce üçe böldüm. Bardağıma taze demlenmiş kahvemi döktüm, krema ile şeker ekledim ve gömleğimin kollarını aceleyle giyerken tek seferde hepsini içtim. Şehri terk mi etsem diye düşünürken içtiğim kaynar kahve aklımı başıma getirdi ve bu saçma düşünce zihnimde kayboldu. Tıraş oldum, pantolonumu giydim, deri askılarımı omzuma geçirdim. Askının koltuk altlarımın altındaki kılıflara 9 mm’lik tabancalarımı yerleştirdim. Son olarak ceketimi giyip evden çıktım.
Arabaya bindikten sonra gözü kara bir biçimde ofise doğru hızla ilerledim. Yolda ne olduğunu pek hatırlamıyorum ama iki ya da üç kez, üç şeritli otobanda yanlış şeritte sürmüş olabilirim. Ofise sağ salim varır varmaz direkt lobiye girdim. Üst kata çıkan asansöre binmeden önce bekçilik görevlerini yapan iş arkadaşlarımı kısaca selamladım. Her yer tertemizdi, lüks Avrupa otellerini andıran lobiden zaman makinesine benzeyen asansöre kadar neredeyse hiçbir parmak izi ya da toz yoktu.
Ofis, Yokohama’nın tam ortasında değerli bir gayrimenkul bölgede yer alıyordu. Çevrede, aynı büyüklükte dört ofis daha vardı. Asansörün cam duvarlarından dışarıya baktığımda görüş hizamı aşan binalar yavaş yavaş kayboldu ve sonunda tüm şehir ayaklarımın altında kalmasına rağmen asansör çıkmaya devam ediyordu.
Sabah güneşinin aydınlattığı binalara bakarken patronun neden beni çağırabileceğini düşündüm.
İyice düşündükten sonra düşük rütbeli birisini sırf idam edebilmek için buralara kadar çağırmasının mantıklı olmadığını anladım. Beni ortadan kaldırmayı isteseydi işimi düşük maliyet ve az çabayla hallederdi. Beni su arıtma tesisine çağırır, tetikçiye kestirip attırırdı. Liman Mafyası patronu, eski patrona göre çok daha aklı başındaydı ve her şeyden önce, bu tarz işlerin “çevre dostu” olmasını tercih ediyordu.
O zaman neden beni yanına çağırmıştı?
Asansörün kapısı düşüncelerimi keserek açıldı. Koridor, en acele ayak seslerini bile bastırabilecek kadar kalın halıyla kaplıydı ve duvarlar, roket güdümlü el bombalarının yıkamayacağı kadar sağlamdı. Gizli aydınlatma lambaları, iç mekânı süt beyazı bir ışıkla aydınlatıyordu.
Siyah takımlı bekçiye adımı söyledim ve tek kelime etmeden ofisin kapısını gösterdi. Fransız tipi kapının önünde durarak bir kez daha hızlıca üstümü başımı kontrol ettim, tıraş edilmemiş bir yer kalmadığından emin olmak için parmaklarımı çenemde gezdirdim. Boğazımı temizledikten sonra kilisede Tanrıya seslenen bir mümin gibi konuştum.
“Patron, benim. Oda. İçeri giriyorum.”
“Hadi, Elise. N’olur şu elbiseyi birazcık giy! Bir saniyecik!”
…Odanın içinden duyduğum sesler rahatsız ediciydi. Hiçbir şey duymamışım gibi üç saniye daha bekledim. Sonra derin birkaç nefes aldım.
“Patron, benim, Oda. İçeri giriyorum.”
“Offf, giysilerini çıkarıp öyle yere atma! Elindeki elbise ne kadar pahalı biliyor musun?”
…Bir başka rahatsız edici yorum daha. Biraz düşündükten sonra yanlış anda kapıyı tesadüfen açan masum ast rolünü oynamaya karar verdim.
“Müsaadenizle.”
Bu sözlerle kapıyı açtım ve geniş ofiste koşuşturan iki kişiyi gördüm, birisi beyaz ceket giymiş orta yaşlı bir adamdı ve diğeri yaklaşık on yaşlarında küçük bir kız çocuğuydu. Çocuk yarı çıplaktı, adam ise Mafya patronuydu.
“Olmaz! Asla giymem!”
“Lütfen Elise, yalvarırım. Bir kerecik dene, olur mu? Elbiseyi senin için seçerken çok özendim. Kırmızı fırfırlarına baksana! Çiçek yapraklarına benziyor! Eminim ki sana çok yakışır!”
“Güzel giysilerden nefret etmiyorum. Çaresizliğinden nefret ediyorum, Rintarou.”
“Sanki yeni bir şeymiş gibi davranıyorsun. Heh, şimdi seni yakaladım!”
“Patron.”
Aynı anda sesime doğru döndüler. İkisinin de yüzlerindeki gülümseme donakalmıştı.
“Emrettiğiniz gibi geldim. Neye ihtiyacınız vardı?”
Patron yüzündeki garip gülümsemesini koruyarak bana dik dik bakmaya devam etti. Gözleri yalvarıyor, yardım diliyordu. Umarım bu yardımı benden beklemiyordur.
“Patron, beni mi görmek istemiştiniz?”
“Uh…”
Bakışlarını masasından tavandaki avizelere, yağlı boya tablosuna, gümüş şamdana ve tüm odaya gezdirdikten sonra yanındaki küçük kıza dönüp konuştu, “Neden bunu yanıma çağırmıştım?”
“Ben nerden bileyim.”
Elise adındaki kız yol kenarındaki kusmukmuş gibi patrona kaşlarını çattıktan sonra odaya bağlı bulunan başka bir kapıdan çıkıp gitti. Ben ise patronun bir sonraki kelimelerinin ağzından çıkmasını bekliyordum. Ofise göz gezdirdikten sonra odanın merkezine yerleştirilmiş masasının arkasına geçerek camları mat griye boyayan bir düğmeye bastı. Odanın içi hızla kararırken patron siyah deri sandalyesine yaslandı ve aniden, yok yerden arkasında usulca iki gardiyan belirdi. Maun masadaki lamba patronun yüzüne gölge düşürüyordu. Gözlerini kısmıştı, kaşları çatık, dirsekleri masada ve iki elini yüzünün önünde birleştirmişti. Kısık, tok bir tonla konuştu.
“Şimdi…”
“Evet efendim.”
“Oda, seni tek bir sebep yüzünden buraya çağırdım.”
Patron karanlık odada delici bakışlarını bana çevirdi.
“Emredersiniz.”
“Oda…” Bir süre durakladıktan sonra sözlerine devam etti. “Kimsenin sana daha sık konuşman gerektiğini söylediği oldu mu?”
Nasıl bilmişti?
“Evet, pek çok kez.”
Ne olup bittiğini anlamak için patronun ardındaki gardiyanlardan birisinin yüzüne baktım. Fakat hareketsiz, ifadesiz yüzünü koruyan gardiyan bakışlarını hafifçe kaçırdı.
“Neyse, buraya yeni geldin. Hiçbir şey görmedin. Anladın mı?”
“Evet efendim.” Onaylayarak başımı salladım. Zaten doğru sayılırdı. “Daha yeni geldim. Genç bir kızı soyup odanın içinde kovalamaktan vazgeçip benimle konuşmaya vakit ayırdığınız için minnettarım. Niçin çağırmıştınız?”
Patron aklına yatmış gibi başını sallamadan önce birkaç dakika düşünüp kaşlarını çattı.
“Dazai bir keresinde ‘Odasaku’nun art niyetleri yoktur, içi neyse dışı da odur. Biraz zaman alıyor ama alıştıktan sonra insanın ruhuna ilaç gibi geliyor’ demişti. Şimdi ne demek istediğini anlıyorum.”
İlk defa böyle bir şeyi duyuyordum. Gerçi bunları söyleyen Dazai’miş, yine bir şeyler uydurmuştur. Yirmilerindeki bir adam kimsenin ruhuna ilaç olamaz.
Gerginliği azaltmak için biraz öksürdükten sonra patron devam etti, “Seni neden çağırdığımı merak ediyor olmalısın.”
Masasından gümüş bir sigara tabakası çıkarıp içinden sigara almadan önce bir süre tabakaya baktı. Fakat sigarayı yakmadı, elinde oynatarak fısıldadı, “Benim için birini bulmanı istiyorum.”
“Birisini mi..?”
Dediklerini sindirmeye çalışıyordum. Geberip gitmemi söylemediği için şanslıydım ama rahatlamak için hala erkendi.
“Aklıma takılan birkaç noktayı sormama müsaade ederseniz, emirlerinizi bana yüz yüze verdiğinize göre bulmamı istediğiniz kişinin önemli birisi olduğunu tahmin ediyorum. Benim gibi sıradan bir ayakçının bu işi halledebileceğinden emin misiniz?”
“Yerinde bir soru.” Patron belli belirsiz sırıttı. “Normalde senin rütbendeki adamların ya ön saflarda et kalkanı olması ya da polis istasyonlarına canlı bomba taşıması beklenir. Ama yaptığın işleri duydum ve bu görevi özellikle sana vermek istedim.” Patron sigarayı tabakaya geri koyup alnına düşen uzun perçemlerini geriye savurdu. “İstihbarat memurumuz Sakaguchi Ango kayboldu.”
Birisi şu an aklımı okusaydı içimde kopan fırtınalara tanık olurdu. Onlarca soru bulutlardan yağıyor, gökyüzünü bütünüyle karartıyordu. Fakat her şeye rağmen verdiğim tek görünür tepki parmaklarımın seğirmesiydi.
“Gördüğüm kadarıyla sakinliğini koruyabiliyorsun. Üzüldüğünü görseydim iş için uygun olmadığını düşünürdüm ama… testi geçtin. Anlatmaya devam edeyim, Ango dün gece ortadan kayboldu. Evine hiç varmamış. Kendi rızasıyla mı kaçtı yoksa kaçırıldı mı hala belirsiz.”
Yani Ango, biz dün gece barda buluştuktan sonra kayıplara karıştı. En azından Ango’da sıra dışı bir şey yoktu, ayrılmadan önce eve gideceğini dahi söylemişti. Yalan söyleseydi eminim ya ben ya da Dazai, birimiz fark ederdik.
“Bildiğin üzere Ango, Mafyanın istihbarat memuru.”
Patron kasvetle derin bir iç çekti. İfadesine bakılırsa astının güvenliği için tüm yüreğiyle endişeleniyormuş gibi gözüküyordu.
“Kafası Mafyanın en gizli bilgileriyle dolu: gizli banka hesaplarımızın yönetimi, bize ödeme yapan kurum ve devlet yetkililerinin listesi, kaçak mal ticareti yapan müşterilerin iletişim bilgileri. Bu istihbaratlar başka bir örgüte satılmaya kalkışılırsa satan kişi büyük bir servet kazanır ve biz ne olduğunu anlayamadan yerle bir edilip ateşe veriliriz. Böyle bir şey yaşanmasa bile Ango benim gözümde yetenekli ve önemli bir astım. Başına bir iş geldiyse ona yardım etmek isterim. Nasıl hissettiğimi anlıyorsun, değil mi?”
Pek sayılmaz. Basit bir piyon, koskoca yeraltı organizasyonunu yöneten adamın düşüncelerini asla anlayamazdı.
“Evet.”
Düşüncelerime rağmen yemek tabağındaki süs mezeler gibi, tek kelimeyle cevap verdim.
Patron masasındaki tüy kalemi alıp parmakları arasında döndürmeye başladı.
“Bunun gibi başa bela konuları çözmekte uzman olduğunu duydum. Mafya yalnızca silah kullanmakta, yumruk atmakta ve tehdit etmekte becerikli insanlarla dolu. Senin gibi birisi organizasyon için büyük önem taşıyor. Senden harika şeyler bekliyorum.”
Patronun hakkımdaki izleniminde yanıldığı netleşmişti. Kayıp insanları bulmakta uzman falan değildim; sıradan, acemi bir getir götürücüydüm. Ancak çoğunlukla “silah kullanamadığım, yumruk atamadığım ve tehdit edemediğim” için bu tarz işlerle karşılaştığım doğruydu.
Keyfi yerinde olan patron masasının çekmecesinden gümüş yapraklarla işlenmiş Echizen kâğıdı çıkardı. Kalemi, kâğıdın üzerinde dans edermişçesine ilerledi.
Sakunosuke Oda,
Nihil Admirari(1) – Yukarıda bahsi geçen şahsa her türlü zorluk karşısında tereddüt etmeden yardım edin.
Ougai.
“Bizden birisinin desteğine ihtiyacın olursa bu sana yardımcı olacaktır. Al.”
Patronun uzattığı kâğıt parçasını aldım. Kısaca bu kâğıt, tabiri yerindeyse yetki devriydi. Mafyada “Gümüş Vahiy” olarak bilinirdi ve kâğıdı elinde bulunduran kişi patronla aynı düzeyde yetkilere sahip olurdu. Beş yöneticinin altında çalışan herhangi birisine bu kâğıt gösterilip emirler verilirse reddedemezlerdi. Reddetmeleri Mafya’ya ihanet etmekle eşdeğerdi -ki ihanetin cezası da ölümdü. Elimde böylesine efsanevi bir belgeyi tutmak gerçekdışı hissettiriyordu.
“O kağıtla yöneticilere bile emirler verebilirsin.” Patron sırıttı. “Aklıma gelmişken, yöneticilerden birisi, Dazai, ile yakın arkadaşsın değil mi? Hiyerarşinin koyduğu sınırları yok sayan bir dostluk… Dazai vasıflı birisidir. Bir şeye ihtiyacın olursa ona sormaktan çekinme.”
“Öyle bir şeye gerek kalmayacak.” diye cevap verdim dürüstçe.
“Emin misin? Boşuna mafya tarihindeki en genç yönetici olmadı. Ekip üyeleri kendisine aykırıymış gibi davranıyor olabilir ama şahsen Dazai’nin üstün yetenekli olduğunu düşünüyorum. Eminim ki dört, beş yıl içerisinde beni öldürüp yerimi kapacaktır.”
Patronun gülüşü şeytanı andırıyordu.
Tepkimi gözlerimi kırpmakla sınırlasam da içimde oldukça tedirgindim. Patronun ifadesini inceledim fakat çocuksu sırıtışından ne düşündüğünü anlamak imkansızdı. Dalga mı geçiyordu?
“Senden iyi haberler bekliyorum.”
Patron kalemi yerine koydu ve kapıya yönelmeden önce son bir kez eğildim. Konuşmamızdan dolayı nedense dilim damağım kurumuştu.
Ansızın gelişen olayların kargaşası altında, aklımın belli belirsiz bir köşesinde bir şeylerin ters gittiğine dair bir his saklanıyordu. Ancak bu hissimin kaynağı her neyse, sırtımda göremediğim eski bir doğum izi gibi bulanık ve belirsizdi.
“Oda,” Çıkmak için elimi kapı koluna koyduğum esnada patron arkamdan seslendi. “Omzunun altında duran silahın… modeli güzelmiş.”
Silahıma baktım. Ceketimin altındaki kılıfta eski bir siyah tabanca bulunuyordu.
“Kullanmaya alıştığım için yanımda taşıdığım eski bir antika sadece. Ama iltifatınız için onur duydum.”
“Meraktan soruyorum fakat ortalıkta silahınla kimseyi öldürmediğin söylentileri dolaşıyor.”
Başımı salladım. Yalan söylemek başıma yalnızca bela sarardı. “Doğru.”
“Neden peki?”
Cevap vermeden önce birkaç dakika nefesimi toplamam gerekiyordu.
“Bu soruyu örgütün lideri olarak mı soruyorsunuz?” diye sordum.
“Hayır, tamamen kişisel merakımdan dolayı.”
“Öyleyse cevap vermemeyi tercih ederim.”
Birkaç saniyeliğine patronun gözleri hayretle açıldı. Sonra kollarını kavuşturarak öğrencisinden bıkmış bir öğretmen edasıyla gülümsedi.
“Anlıyorum. Çıkabilirsin. Umarım iyi haberler getirirsin.”
***
O esnada, Dazai limandaydı. Deniz kenarında bir süre yürüdükten sonra dikili ormanlarla çevrili bir depo bölgesine vardı. Tescil numaraları silinmiş küçük gemiler, uluslararası markalardan çalınmış çeşitli araçlar ve patlayıcı üretiminde kullanılan büyük kromatograflar sıralanmıştı. Çevredeki insanların uzak kalması bir kenara şehir polisi bile sağlam bir neden yoksa bu bölgeye girmekten çekiniyordu. Bölge, Liman Mafyası gibi yeraltı örgütlerinin kontrolü altındaydı –diğer bir deyişle ölüm kapanıydı. Daha bu sabah sahile üç ceset vurmuştu.
“Polisin bunlardan haberi olmasın. Temizlikçiyi de çağırın, cesetleri çıkarmamız lazım.”
Siyah takımlı adamlar, Liman Mafyası üyeleri, cesetlerin keşfedildiği sitede sessizce çalışıyordu. Şehir serserileri, dişlerini sıkıp verilen emirleri yerine getirdiler. Zorlanmalarının iki nedeni vardı: İlki, cesetler iş arkadaşlarının, mafya çalışanlarının cesetleriydi. İkincisi ise durumun ciddiyetinden dolayı yöneticilerden birisinin her an olay yerine varması beklenmesiydi.
“Ölenlerin ailesi var mıymış bir bakın. Varsa...” Emirleri veren mafya üyesi cümlesini bitirmedi ve bir süreliğine durakladı, “…aileye durumu ben açıklarım.”
Beyaz saçlı, sigara içen ve emirlerden sorumlu olan adam Liman Mafyasının kıdemli bir üyesiydi. Centilmen bir havası vardı, özenle nişelenmiş siyah bir kaban ve takım elbise giyen adam, Ryuurou Hirotsu Mafyanın en eski üyelerinden birisiydi.
Hirotsu altın cep saatini çıkarıp zamanı kontrol etti.
“Yöneticilerimizden biri her an gelebilir. O zamana kadar kurbanlar hakkında öğrenebildiğinizi öğrenin.”
“Herkese günaydın!”
Hirotsu emirlerini verdikten hemen sonra dikili ormandan bir ses yükseldi. Herkes gerilerek ardına döndü. Gelen genç adam, sadece görünüşüne bakılarak kolaylıkla bir çocuk sanılabilirdi. Sağa sola yalpalayarak gruba doğru ilerliyordu, saçı dağınıktı ve başı, boynu, kolları bandajlarla kaplıydı. Adam Liman Mafyasının beş yöneticisinden birisi, Dazai Osamu’ydu.
Hirotsu cebindeki kül tablasına koymadan önce hızla sigarasını söndürdü. Siyah takım elbiseli adamların hepsi ellerini göğüslerine koyarak saygıyla eğildiler.
“Bana bir saniye verin, tamam mı? Zor bir seviyeyi geçmek üzereyim- Ah! Siktir! Beni geçti! Şimdi görürsün gününü! …Ah, kaçtı!”
Dazai elindeki video oyunuyla uğraşırken yaklaştı. Ekrana o kadar odaklanmıştı ki yürüdüğü zemin biraz daha engebeli olsaydı çoktan yüzüstü yere yapışmıştı.
“Ugh, ne kadar denersem deneyeyim şu seviyeyi bir türlü geçemiyorum! Hep virajda takılıyorum. Çevresinden dolaştığım her sefer –Ah! Yine beni geçti!”
“Dazai-san…” Hirotsu kimse bir şey söyleyemediğinden diğerleri adına konuştu. “Bunca yolu geldiğiniz için minnettarız. Silah deposunun bekçileri vuruldu ve şimdi-“
“Birisinin Liman Mafyasının cephaneliğini hedef alacak kadar delirmesinin üzerinden uzun zaman geçmişti! Nasıl yapmışlar?” diye sordu Dazai, hala oyuna odaklanmıştı.
“Adamlarımız her biri 9 mm’lik on ila yirmi mermiyle vurulduktan sonra anında öldüler. Sonra depoya sızanlar çeşitli ateşli silahları çalmış: kırk makineli tüfek, sekiz av tüfeği, elli beş tabanca, iki dürbünlü tüfek ve sekiz el bombası. Ayrıca toplam on sekiz kiloluk Detonatör tipi yüksek patlayıcıyı almışlar. Elektronik kilit şifreyle açılmış. Şifreyi nasıl öğrendikleri-“
“Bir bakayım madem. Al, benim için şunu halletsene.”
“Huh?”
Dazai oyun kumandasını uzatırken Hirotsu’nun ifadesi sertleşti. “İşin püf noktası zamanlamada. Yarışın ortasında düz yola çıktığında güçlendiricileri kullan. Ee, cesetler nerede?”
“Oh, uh, tetropotların orada dizililer. H-hangi tuşlara basmam lazım?”
Dazai telaşla konsolu ters tutan Hirotsu’yu görmezden gelerek beton bloklara doğru zıpladı. Önünde üç ceset yatıyordu, her biri siyah takım elbiseli ve güneş gözlüklüydü. Düne kadar çetin adamlardı. Okyanusta birkaç saat kaldıklarından derileri şişmişti ama boğulsalardı çok daha kötü halde olurlardı, üçü de okyanusa atılmadan önce kan kaybından ölmüştü.
“Hmm.”
Dazai ilgisiz bir tavırla cesetleri inceledi.
“Silahlarını kılıflarından çıkarmamışlar. Eh, dikkatsizlermiş. Ayrıca… çoğu kurşun çıkış yarası bırakmış… yani makineli tabancayla yakın mesafeden vurulmuşlar. Fark edilmeden bu kadar yaklaşabildiklerine göre becerikli olmalılar. Beklentilerimi yükseltiyorlar. Deponun güvenlik kameralarından haber var mı?”
Dazai elindeki oyun kumandasına hüzünle bakan Hirotsu’ya döndü, ekran hurdaya dönmüş bir aracı gösteriyordu.
“Kendimden utanıyorum…” diye mırıldandı Hirotsu
Dazai oyunu uzattığını tamamen unutmuş gibi merakla Hirotsu’ya baktı.
“Hirotsu-san…” Dazai gözlerini kıstı.
“B-bana bir şansa daha verirseniz-“ Hirtotsu oyun kumandasını bir kez daha kavrarken rica etti.
“Astlarından uyuşturucu yüzünden sorun çıkaran kim varsa bizimle iletişimi kesilmeli.” dedi Dazai aniden.
“Uyuşturucu mu?” Hirotsu’nun yüzü kireç kesildi. “Hayır, kimsenin uyuşturucularla uğraştığı yok. Buna astlarım da dahil, adamlarım örnek davranış-“
“Belindeki silah,”
Dazai Hirotsu’nun belini işaret etti. Hirotsu kemerinde gizlenmiş silahı hızla eliyle örttü ancak kasıtlı bir hareketten ziyade istemsiz bir refleksle hareket etmişti.
“Hirotsu-san, normalde yanınızda silah taşımıyorsunuz diye biliyorum? Ayrıca silahlarınıza özenle bakan birisisiniz. Fakat kemerinize dikkatsizce sıkıştırdığınız silahın ne sizin ne de gelen mallardan birisi olduğuna inanıyorum. Durumuna bakılırsa adamlarınızdan birisinin olmalı, değil mi?”
Dazai konuşmaya devam ederken Hirotsu sessizliğini sürdürdü.
“Sorumluluğunuzda yaklaşık yirmi adam var. Silahı onlardan birisinden mi ödünç aldınız? Sanmam. Sabahın bu saatinde silah kullanmanız için hiçbir sebep yok. Yine de silahı yanınızda aldınız. Neden? Çünkü silahın kabzası kan ve beyaz bir tozla hafifçe lekelenmiş. Ama üzerinizde ne kan ne de toz var, Hirotsu-san. Astlarınızdan birisi uyuşturucudan dolayı başınıza bela açmış olmalı. Göz altlarınızdaki morluklara dayanarak olayın dün gece yaşandığını tahmin ediyorum. Bu yüzden astınızı bağlayıp silahını elinden aldınız çünkü almasaydınız kim bilir ne olacaktı.”
“Şey-“ Hirotsu boğuk bir sesle konuşmaya çalıştı fakat Dazai sözünü keserek anlatmaya devam etti.
“Astınız mafyanın kurallarını ihlal ediyor, Hirotsu-san. Uyuşturucu satışı, para getirdiği gibi belayı da yanında taşır. Doğaüstü Güçler İçin Özel Yetenekler Birimi, polisin narkotik suçlarla mücadele başkanlığı, askeri polisin suç organizasyonlarıyla mücadele biriminin ajanları… Hükümetin teşkilatları saldırıya geçmek için açık vermemizi dört gözle bekliyor. Sadece astınızın silahını almakla bu tehdidi savuşturamazsınız.”
“Ama…”
“Hirotsu-san, nedeninin ben de bilmiyorum ama yüksek rütbeli yönetici koltuğuna atandım ve yönetici olduğunuzda istediğiniz veya istemediğiniz astlar sorumluluğunuz altına veriliyor. Ama beceriksiz dalkavuklarla güzel sonuçlar elde edemem. Bu yüzden çürük olanlarla iletişimimizi erkenden kesiyorum. Siz de aynısını yapmalısınız.”
“…ne kadar özür dilesem az.” diye mırıldandı Hirotsu, sesi titriyordu.
Mafyada “çürüklerle iletimi kesmek” onları öldürmek anlamına geliyordu. Yöneticinin emirlerine karşı gelmek ihanet sayılıyordu ve ihanetin bedeli de aynıydı.
Hirotsu özür diledikten sonra başka bir şey söylemedi. Dazai delici bakışlarını Hirotsu’ya dikti, sessizlik kulakları sağır eden uğultuya dönüştü. Zaman donmuş gibiydi.
“…Haha! Dalga geçiyorum!” Dazai aniden neşeli bir tonla bağırdı. Kafası karışan Hirotsu Dazai’ye baktı. “Adamlarına sırtını dönmediğin için sana sadık olan bu kadar kişi var. İşi sana bırakıyorum, söz patrona bir şey söylemem.”
Hirotsu’nun omzunu sıvazlayıp gülümsedi. Hirtosu başını sallarken istemsizce boğazını tuttu. Gergin olmalıydı.
Mafya tarihindeki en genç yöneticisi, organizasyonda yaşayan bir efsaneydi. İster grup içinde bir skandal ister dışarıdan bir düşman olsun, hiçbir şey gözünden kaçmazdı. Daha da önemlisi kimse Dazai’nin neyi sevip sevmediğini ya da neyi destekleyip neye karşı olduğunu kestiremezdi. Çoğu kişiden daha uzun süredir Mafyada bulunan Hirotsu bile Dazai’nin ne düşündüğünü anlayamazdı. Dazai az önce Hirotsu’yu kurşuna dizseydi kimse şaşırmazdı.
“Tamam, konumuza dönelim hadi. Saldırganların video kaydı var mı?” Dazai parmaklarını şıklatırken sordu.
Hirotsu’nun işaretiyle siyah takım elbiseli bir adam güvenlik kaydından çekilmiş toplam beş resmi çıkardı. Dazai fotoğrafları adamın elinden alıp incelemeye başladı. Kayıtlar adamların depoya girip Liman Mafyası’nın cephaneliğini soyduğunu gösteriyordu. Hırsızlar başlarına eskimiş kumaşlar geçirmişti ve üzerlerine paltolar yerine kirli pelerinler giymişlerdi. Sadece dış görünüşüne bakılarak sıradan arka sokak kapkaççılarına benziyorlardı fakat…
“Bunlar asker.” Dazai’nin dudağı fotoğraflara bakarken hafifçe yukarı kıvrıldı. “Tecrübeli olanlardan hem de.”
Fotoğrafı eğip büküp yıpranmış giysilere sarılı adamların karanlık figürlerini birkaç kez inceledi.
“İlk bakışta sıradan serserilere benziyorlar ama kör noktalarını kapatmak için elmas düzeninde hareket ediyorlar. Hirotsu-san, kullandıkları silahın modelini biliyor musunuz?” Dazai saldırganların birinin belindeki silahı gösterdi.
“Eski, çok eski bir model. Benden daha yaşlı olabilir. Silahın gövdesi gri ve dar namlulu, grau geist olarak bilinen eski Avrupa modeli silahlardan olduğunu söyleyebilirim.”
“Bu silahı dün görmüştüm.” Dazai gözlerini kıstı. “Silah deposunu soyan adamlar hemen öncesinde bize saldırmış yani… öncesinde dikkatimizi dağıtmışlar. Heh. İşler ilginçleşmeye başladı. Bu adamlar umduğumdan daha eğlenceliymişler.”
Fotoğraflar hala elindeyken Dazai etrafında döndü, yürümeden önce sırtını diğerlerine çevirdi. Başparmağını dudaklarına yerleştirip ileri geri giderek kendi kendine mırıldandı.
“Demek ki bir sonraki iş anlaşmamızın ortasında bize saldıracakları istihbaratını kasıtlı olarak sızdırdılar. Böylece adamlarımızı tek bir konumda toplayacaktık ve cephanede yalnızca birkaç bekçi bırakacaktık. Sonra silahları, üstelik fazlasıyla, çaldılar ama neden? Yeniden satmak için mi? Hayır, amaçları para olsaydı silahları hedef almalarına gerek kalmazdı. Anlıyorum. O zaman…” Dazai derin düşünceler arasında kaybolmuştu. Diğerleri yalnızca sessizce bekleyebiliyordu.
“…”
Hirotsu’nun astları kendilerinden çok daha genç olan yöneticinin düşüncelerini toplamasını beklerlerken hiç kımıldamadan duruyordu.
“Hirotsu-san…” bir süre sessiz kaldıktan sonra konuştu. “Susadım.”
“İçecek bir şeyler alması için adamlarımı göndereceğim.” Hirotsu parmaklarını şıklatarak astlarından birisine gitmesi için işaret verdi. Siyah takımlı mafya telaşla koşuşturmaya başladı.
“Bol sütlü kahve istiyorum. Soğuk olsun!” Dazai koşan adamın ardından neşeyle seslendi. “Oh, ama buzsuz olsun tamam mı? Kafeinsiz alabilirsen mükemmel olur. Ve şekeri iki kat fazla olsun lütfen!”
Mafya üyesinin soğuk terler dökerek uzaklaşmasını seyrederken Dazai sesini kısarak mırıldandı. “Hirotsu-san, düşman sıradan bir cephaneye saldırmadı. Liman Mafyasının acil durum silahlarının depolandığı üç büyük cephaneliğinden birine saldırdılar. Silah deposu ağır bir şekilde korunuyordu ve izinsiz giriş yapılması ihtimalinde alarmın çalması gerekiyordu. Ama bu adamlar hepsini ellerini kollarını sallaya sallaya atlatmış ve yalnızca yönetici yardımcılarının ve yüksek rütbelilerin bildiği gerçek şifreyi kullanarak depoya sızmış. Düşman böylesine çok gizli bir istihbaratı eline nasıl geçirebildi?”
Hirotsu’nun yüzündeki kaslar gerildi. Üç ihtimal vardı: Ya Liman Mafyası üyelerinden birisi konuşması için işkenceye maruz kalmıştı ya kişiden bilgi alabilmeyi sağlayan bir yetenek kullanıcısı vardı ya da organizasyonda bir hain vardı. Üç ihtimal de en kötü senaryoydu.
“Tüm bu bölge savaş alanına dönüşecek.” Dazai Şehrin gökdelenlerine bakıp gülümsedi. “Şu ilerisi alevler içinde kalacak. Şimdiden gökyüzünün yanarak kızıla boyandığını hayal edebiliyorum.”
“Düşman örgütün kim olduğunu biliyor musun?” Hirotsu duygularını bastırarak sordu.
“Adamlarından birisi dün yakaladığımız esire işkence etti ama konuşturamadı. Adam doğru anı bekleyip azı dişleri arasına sakladığı zehirle kendisini öldürdü. Ağzından yalnızca düşman organizasyonunun adını alabildik.”
Birazdan söyleyeceği kelimelerin habercisiymiş gibi Dazai, Hirotsu’ya sert ve kasvetli bakışlar attı. Gözleri, sıradan bir insanın rüyalarını kabusa çevirecek katliamın ve şiddetin izini taşıyordu.
“…Mimic.”
***
Patrondan emirleri aldıktan sonra Ango’nun peşine düştüm. Ama hiçbir ipucum yoktu. Mafyanın muhbirini aramakla kayıp bir kedinin yerini bulmak arasında dağlar kadar fark vardı. (Daha önce kayıp bir kediyi aradığım için kendimden emin konuşuyorum) Kaçan kediyi çevredeki beslenme alanına pusu kurarak yakalayabilirim ama Ango’nun “beslenme alanının” neresi olduğunu tahmin dahi edebilmem mümkün değildi.
Çaresiz kalınca birkaç teori ürettim. Ango’nun kayboluşu ardında iki ihtimal vardı. Ya kendi rızasıyla kayıplara karışmıştı ya da kaçırılmıştı. İhtimallerden ilki gerçekse şansım tükenmişti. Ango ebeveynlerinden kaçan isyankar bir ergen değildi sonuçta. İstese izi sürülemeyen birkaç milyonluk banknot bulup göçebe misali dünyanın bir ucundan diğer ucuna gezer dururdu. Bu yüzden bu ihtimali bir kenara bıraktım. Diğer olasılık Ango’nun isteği dışında kaçırılmış olmasıydı. Patronun da tahmin ettiği gibi olması en muhtemel senaryoda düşman örgüt Ango’dan bilgi almaya çalışacaktı. Durum buysa Ango’nun Grimm Kardeşler masalındaki ekmek kırıntıları gibi ardında bir iz bıraktığını umuyordum.
Ango’nun kaldığı yeri ziyaret ederek başlamaya karar verdim. Şimdi düşününce Ango’nun kişisel hayatı hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum. Gerçi ilişkimiz hep böyleydi, Ango da Dazai de kendilerinden hiç bahsetmezdi. Üçümüz yağmurdan kaçmak için terk edilmiş bir tapınağın aynı çatısı altına sığınan üç haydut gibiydik. Yanımızdakinin kim olduğunu bilmeden konuşmaya kendimizi kaptırırdık.
Ama Ango sık sık iş için şehir dışına çıkardı ve sohbetlerimiz esnasında otelden otele sürüklendiğini normal bir şeymiş gibi söylediğini anımsıyorum. Onu öldürmek için sırada bekleyenleri düşünürsek Mafyayla bağı olan yerlerde kalıyor olmalı. Şehir sınırları içerisinde mahremiyetin titizlikle korunduğu birkaç otel vardı. Her biri yaklaşık iki düzine silahlı muhafızı sürekli görevde tutuyordu ve yalnızca seçkin kişiler bu yerlerde kalabiliyordu.
Bu otelleri telefonla aramaya başladım. Müdür kimin için çalıştığımı anladığında sert sesi aniden yumuşadı ve sorularımı nezaketle yanıtlamaya başladı. Yüz yüze konuşuyor olsaydık kucağıma tırmansaydı şaşırmazdım.
Üçüncü oteli aradığımda sonunda Ango’nun kaldığı yeri buldum. Kum rengi duvarlı, on sekiz katlı ana caddeye biraz uzağında bir binaydı. Etrafındaki binalar ve bir park da otele benzer şekilde sıralanmıştı ve tüm bölgeye gündüz vakti olmasına rağmen yoğun bir durgunluk, ya da sessizlik de denilebilir, hakimdi. Sessizlik, Mafyanın bölgeleri için normaldi. Tam da Ango’nun keyif alacağı bir yere benziyordu.
Müdürden anahtarı aldıktan sonra Ango’nun odasına doğru ilerledim. Müdürün dediklerine göre yaklaşık yarım yıl önce burada yaşamaya başlamıştı ve ödemeyi peşin yapmıştı. Fakat işinin doğası gereği nadiren odasına gelirdi. Birkaç günde bir ortaya çıkar, ertesi sabah yine kaybolurmuş. Müdür, Ango’nun odaya kimseyi davet etmediğini söyledi.
Odası tek yataklı, derli toplu bir süitti. Detaylıca temizlenmişti, ortada tek bir toz dahi yoktu. Salonda mobilya yok sayılırdı, sadece birkaç eski romanı ve çeşitli yöresel belgeselleri taşıyan ufak bir kitaplık vardı. Tavandaki havalandırma deliği ustalıkla gizlenmişti ki gözle zor görünüyordu, içindeki pervane sessizce dönüyordu. Köşede tek bir siyah ahşap tabure duruyordu.
Yatak odasında kısa bir masa ve temiz çarşaflarla kaplı bir yatak vardı. Yastığın üzerinde yüz yıl önce incelikli bir matematik teorisi bırakan dahi bir matematikçinin biyografisi açıktı, başucunda ise bir okuma lambası asılıydı.
Oda resmen Ango’yu yansıtıyordu: tertemiz, bilgi dolu, hayatı hakkında tek bir ipucu vermeyecek kadar steril. Odanın merkezinde durup sessizce etrafıma bakındım. Aklımı kurcalayan bir şey vardı, küçük bir şeydi gerçi –normalde üzerinde çok durmayacağım bir şey.
“Sakaguchi Ango, Mafyanın istihbarat memuru.” dedim yüksek sesle. “Sır dolu, zeki bir adamsın. Kimse gerçekte kim olduğunu bilmiyor.”
Elbette ortalıkta cevap verecek kimse yoktu. İç içe ustaca yerleştirilmiş dört camdan oluşan çift kapı pencereye doğru ilerledim. Dışarısı Yokohama’nın manzarasını gösteriyordu. Aşağıda bir dizi yüksek binaya açılan bir park vardı. Gece yıldızların göletin üzerindeki yansımalarını seyretmek hoş olmalı.
Sırtımı cama döndüm ve odaya bir kez daha göz attım aniden aklımı kurcalayanın ne olduğunu fark ettim. Ben, öldüremeyen bir Mafya üyesiydim. Bu yüzden çoğunlukla ufak tefek, gereksiz işlere maruz kalıyordum. Ama görevlerimi yerine getirirken dilimi tuttukça sezgilerim gelişmeye başladı. Her an kopmaya meyilli, çok ince bir ipi andıran rahatsızlık duygusunu hissettiğim zamanlar vardı. Fakat bu ipi takip etmek beni bazen beklenmedik gerçeklere götürüyordu.
Odanın kenarındaki siyah ahşap tabure, odayla alakasızdı. Bu otele ait gibi gözükmüyordu ve kullanılabilmesi için ortada masa bile yoktu.
İncelemek için tabureye yaklaştım. Klasik, seri üretim mobilyalardandı. Altında belki önemli bir ipucu olabilir umuduyla ters çevirdim fakat göze çarpan sıra dışı bir şey bulamadım.
Bir kez daha eski yerime dönerek çömeldim ve gözlerimi tabureye diktim. Tam o esnada gördüm-taburenin kendisi eski püskü olmasa bile oturağı belli belirsiz yıpranmıştı. Yakından inceleyince yıpranmış bölümde deri bir ayakkabının bıraktığı beyaz izler olduğunu fark ettim. Odayı bir kez daha taradım.
–Tavandaki havalandırma deliği.
Tabureyi alıp havalandırmanın altına ittim. Üstüne çıktığımda tavana zar zor dokunabiliyordum. Havalandırmanın içini görmemi engelleyen beyaz bir ağ vardı. Biraz uğraştırsa da ağı çıkarmayı başarabildim. Havalandırma borusundaki tavan vantilatörü hala sessizce dönüyordu. Elime bir şey gelip çekene kadar pervaneyi yokladım. Metal borudan çektikçe gürültülü bir ses çıkaran şeyin küçük bir kasa olduğu ortaya çıktı. Tabureden indikten sonra kasayı ellerimle tutup tozunu silkeledim. İki elimle tutabileceğim kadar küçük ve beyaz renkliydi. Kasa kilitliydi fakat anahtarı ya da kilidi kırabileceğim bir alet bulabilirsem açabilirdim. Kutuyu iki elimle kavradım ve göğsümün önünde hızla salladım. Metal ama ağır sayılmayan bir şey içinde şıngırdıyordu.
Sonra kafamın içinde bir vizyon belirdi.
Ellerimdeki beyaz kasa, göz açıp kapayıncaya kadar duvar ve zeminle birlikte kızıla boyandı. Bir şey fışkırarak önümdeki yüzeye döküldü.
Kandı. Benim kanımdı.
Göğsüme baktığımda kan bir kez daha akmaya başladı. Bir şey sırtımı delip göğsümden çıkmıştı. Pencere kırılıp camlar yere düşerken arkama döndüm. Keskin nişancı dürbününe benzer bir şey uzaktaki bir binadan güneş ışığında parladı.
Yanımdaki silaha uzandım ancak kolum başka bir yüksek hızla gelen mermiyle vurularak beni geriye itti ve biraz daha kan döktü. Sıcak sıvının boğazımda yükseldiğini hissederken tökezleyip yere düştüm. Gözlerim kararmaya başladı.
Vizyon burada bitiyordu.
Kendimi birkaç saniye önce giydiğim aynı kıyafetlerle kucağımdaki kasayla dururken buldum.
Kasa hala beyazdı.
Ve pencere kırılmamıştı.
Kasayı hala ellerimde tutarak kendimi halı kaplı zemine attım ve tam bu esnada camların parçalandığını duydum. Önümdeki duvarda bir, sonra iki delik belirdi. Dışarıdaki yüksek katlı binayı göremeyene kadar yerde sürünerek pencereden uzaklaştım. Masanın üzerinde aynayı parmaklarımla uzanarak almayı başarabildim. Ellerim terlediğimden neredeyse düşürüyordum ama bir şekilde sıkıca kavrayarak dışarı görebileceğim şekilde açısını ayarladım.
Gördüğüm vizyondaki binanın içindeki odaya baktığımda karanlık bir figürün aynadaki yansımada hareket ettiğini fark ettim. Ne giydiklerini anlayamasam da ortadan kaybolmadan önce hızla eşyalarını topladı. Silahımı indirene kadar nefes almadığımı fark etmemiştim.
Keskin nişancı.
Bu odanın olayı neydi? Ango’ya ne olmuştu? Keskin nişancı mermisiyle vurulup öldürülmüştüm. Kurşunun namludan çıktığı göremedim hatta silahın ateşlendiğini duyamadım bile. Ayrıca fail hedefini kaçırdığını görür görmez anında kaçmıştı. Profesyonel olduğu belliydi.
Birkaç saniye geç kalsaydım göğsümden vurulup ölecektim.
Yeteneğim olmasaydı tabii.
***
Oradan çıkmak için adeta merdiven korkuluğundan kayarak indim. Keskin nişancı çok uzaklaşmış olamazdı ve benim kim olduğunu bulmam gerekiyordu. Otelin masum müşterilerini itip kakarak geçtikten sonra dışarıya çıktım. Cebimden telefonumu çıkarırken keskin nişancının bulunduğu binaya doğru ilerliyordum.
Deneyimli bir tetikçi hedefinin kalbini bir kilometre uzaktan delip geçebilirdi ama iki bina arasındaki mesafe o kadar yakın değildi. İçinde bulundukları binayı biliyordum. Hatta haritada işaretlenmemiş arka sokaklar dahil bu şehrin her yerini bildiğimden nişancının muhtemel kaçış güzergahlarını kafamda birkaç ihtimale indirebildim.
Koşarken Dazai’nin numarasını tuşladım.
“Dazai?”
“Vay, senden telefon gelmesine alışkın değilim Odasaku. Kesin önemli bir şey var! Hmm, dahi beynimle bir düşüneyim bakalım! Aniden aşırı komik bir şaka aklına geldi hatta o kadar komikti ki beni aramak-“
“Birisi beni keskin nişancı silahıyla vurmaya çalıştı.”
Dazai ciğerlerindeki hava kesilmiş gibi cümlesinin ortasında durdu.
“Ango’nun odasındaydım. Şu anda suikastçının peşindeyim. Sahaflar sokağının karşısındaki yüksek katlı bir binadan ateş açmıştı. Oradan Kokuyou-ji Tapınağına ya da rıhtımdaki mal giriş çıkış bölgesine veya Mifune pazarının arka sokaklarından birine geçmiş olabilir.”
“Kaçış rotasını kesmemi istiyorsun, değil mi?”
Bir süreliğine tereddüt ettim. Dazai’yi aramamın nedeni böyle dar bir zamanda güvenebileceğim tek kişi olmasıydı. Ancak beş yöneticiden biri olduğundan, Mafya hiyerarşisinde patronun hemen altında yer alıyordu. Normal şartlar altında Dazai ile görüşebilmem için birisini göndermem gerekiyordu ve bir cevap alabilmem en az bir ay sürerdi. Telefonla onu arayıp emirler vermem cumhurbaşkanından köpeğimi yürüyüşe çıkartmasını istememe benziyordu.
“Dazai, Gümüş Vahiy elimde. Senin için de uygunsa-“
“Kes şunu. Benden yardım istemek için ona ihtiyacın yok. Zor durumdasın değil mi?” dedi Dazai net bir şekilde. “Yolları kapaması için hemen adamlarımı yolluyorum. Ben de yola çıkıyorum. Adama çok yaklaşmamaya çalış, Odasaku.”
Teşekkür edip telefonu kapattıktan sonra olabildiğince hızlı koşmaya başladım.
Suikastçı kimdi? Keskin nişancılar son derece dikkatli ve sabırlı olurlardı. Stratejilerine dinleri gibi taparlardı. Hedeflerini vurmak için uygun bir pozisyon belirledikten sonra hedefleri dürbünlerinin menziline girene kadar günlerce tek bir kasını dahi kıpırdatmadan bekleyebilirlerdi. Keskin nişancılar açlıklarını hazır yemeklerle giderirlerdi ve erzakları bittiğinde yemezlerdi.
O binada keskin nişancının olması birisinin geleceğini bildikleri anlamına geliyordu.
En mantıklı ve aşikâr neden hedefin Ango’nun kendisi olmasıydı. Suikastçı muhtemelen Ango bihaber evine geldiğinde onu vurmayı planlıyordu. Fakat bu durumda şöyle bir soru ortaya çıkıyordu: Keskin nişancı neden planlarını değiştirip beni vurmaya çalıştı? Birkaç saat öncesine kadar Ango’nun odasına girme gibi bir planım bile yoktu ve sırf birkaç ipucu bulabilmek gibi çaresiz bir girişimle odayı araştırmıştım. Ayrıca keskin nişancı tetiğini ben beyaz kasayı bulduktan sonra çekmişti. Amacı beni öldürmek olsaydı odaya adımımı atar atmaz beni öldürebilirdi. Belki de suikastçının belli bir hedefi yoktu, belki odaya giren ya da beyaz kasayı bulan herkesi vuracaktı.
Kesin olan tek bir şey vardı: Ango başını büyük bir derde sokmuştu. Gözlüklü yüzünü, sakin, soğuk tavırlarını düşünürken koştum.
Ne kadar derin nefesler alırsam alayım bedenimin oksijen ihtiyacını karşılayamıyordum. Görüşüm lekelenmeye başladığında suikastçının kaçmak için kullanacağını tahmin ettiğim rotalardan birisine girmiştim. Şehir kargalarının ardında bıraktığı yemek artıklarının kirlettiği dar arka sokaklardan birisindeydim.
Buraya ulaşabilmek için kestirme olsun diye bir evin avlusundan ve üç garajdan geçmiştim. Bölgeye hakim değilse düşmanı burada görebilmem mümkündü. Bunları düşünürken binaların arasından birisi bıçak çekti. Satır büyüklüğündeki bıçak havayı delip geçerken vuruştan kaçınmak için başımı yana eğdim. Bıçağın ucu kulağımı sıyırarak ardında donuk, keskin bir acı bıraktı. Bana sertçe çarptığında köşeye sıkıştım ve tüm gücümle ayağımı gövdesine savurdum. Sonunda çöp dolu zemine düşsem de adamı üzerimden atabilmiştim.
Saldırgana baktım.
Parçalanmış gri kıyafetlere sarılı, etnik kökenini çıkartamadığım yabancı bir adamdı. İlk bakışta, dağınık görünümü sıradan serserilerle karıştırılabilirdi ama parmağım, sanki kasıtlıymış gibi yüzündeki kire iz bırakmıştı. Saldırgan bıçağı sağ elinden sol eline değişirken ileri geri gidiyordu. Sonra sağ eliyle yüzünü korumak için iki koluna da kaldırdı. Bu duruş, kişinin hayati noktalarını korurken yakın menzilden gelen saldırıları minimum hareketlerle savuşturmasına olanak sağlıyordu. Adamın kana susamışlığı, dövüş köpeklerininkisine benziyordu.
Saldırganı izlerken birkaç şeyi varsayabiliyordum: öncelikle Mafyadan olduğumu biliyordu ve saldırmam için açık vermeyecek ve çömelmeyecekti, ikincisi büyük ihtimalle aynanın yansımasında gördüğüm keskin nişancıydı ve üçüncüsü nedenini düşünmeme dahi vakit kalmadan beni şuracıkta öldürmeyi planlıyordu.
Adam sol eli havada, bıçak tutarken bana atıldı. Bıçak bana vuracak olsaydı yüzümü ikiye ayırırdı ama kaçmaya veya saldırmaya çalışsaydım lime lime doğranırdım. Kendimi ardımdaki duvara vererek aramıza mesafe açmak için ters yöne sıçradım. Sonra etrafımda dönerek kılıfımdaki silahı çıkartıp anında tetiği çektim. Kurşun tam adım atacağı yere, ayaklarının birkaç santim gerisine isabet etti. Adam durdu. Silahımı çekmemle ateş etmem arasında bir saniye dahi yoktu. Nasıl savaşılacağını bilen birisiyse rastgele bir noktaya değil, tam da istediğim yere ateş açtığımı fark edecekti.
Silahımı kaldırarak canımın istediği an tetiği çekeceğimi belirtecek şekilde, namluyu gözlerinin ortasına doğrulttum. Olan biteni anlamış olmasına rağmen bir adım daha ileriye atıldı. Bıçağı havada savruldu, saldırısından kaçarak geriye bir adım daha attım. Sonra dar sokakta yankılanan bir uyarı ateşi daha yaptım. Ama serin bir rüzgarmış gibi adam etkilenmeden tüm korkusunu zihninin bir köşesindeki kutuya kilitleyip anahtarını atmıştı.
Bir kez daha saldırdı fakat hedefi ben değildim. Beyaz kasayı sol kolumun altından çekip alınca havayı kesti fakat adam dengesini geri kazanmadan önce bıçağını geri çekti.
Saldırgan kasanın peşindeydi.
Beni buraya çekmek için kaçıyormuş numarası yaptı böylece kasayı yanıma alıp peşinden bacaklarım elverdiğince hızlı bir şekilde koşacaktım. Bu adamın kim olduğunu ve kasanın içinde ne durduğunu hayal dahi edemiyordum. Daha da kötüsü, bıçak kullanmakta ustaydı. Mermilerle sarsılmıyordu bile. Üstüne-
Düşman bir kez daha bıçakla öne atıldı. Ürker umuduyla duvara ateş ettim ama nereyi hedef aldığımın farkındaydı. Geri çekilmedi, hatta daha da yaklaştı. Arkamda bir şeyin olduğunu hissedince kendimi öne atıp yere düştüm. Silah sesleri ara sokağı doldurdu. Benim ateşlemediğim namlulardan çıkan mermilerin metalik gürültüsü yankılandı, kurşunlar kulağımın ucundan geçip gitti.
Donakaldım. Arkama bakamasam da neler olduğunu anında anlamıştım, ardımda başka bir düşman daha vardı.
Keskin nişancıların kendilerine destek olması için gözcüleri olurdu. Gözcülerle nişancılar daima çiftler halinde çalışırdı ve gözcüler, nişancıların hedefini yeniden ayarlaması ya da tetiği ne zaman çekeceklerine yardım ederlerdi. Bazı durumlarda bölgeyi izler ve yakınlardaki düşmanları öldürürlerdi. Suikastçı bana saldırdığı an anlamam gerekirdi, iki düşmanla karşı karşıyaydım.
İkinci düşman silahını ateşledi, dürbünlü tüfek yerine eski model bir silah kullanıyordu. Ateş hattına çöp torbalarını fırlatarak görüş hattını üstünkörü kestikten sonra duvara deli gibi ateş edip seken kurşunlarla yayılım ateşi açtım. Bıçaklı adam savaş taktiğimin işe yarayıp yaramadığını kontrol etmeme vakit bırakmadan bana yaklaştı. Silahlarımız kıvılcımlar saçarak çarpıştı. Bıçağın kestiği metal tetik tiz bir ses çıkardı.
Rakibimin ayağını kaydırarak dengesini kaybetmesini sağladım ama elleriyle düşüşünü engelleyebildi. Refleks olarak kasayı bir kenara atıp diğer silahımı çektim. İki silahım iki hedefe de kilitlenmişti ve tek bir hareketle fark etmeden namluları gözlerinin önüne doğrultmuştum. Bu kadar yakından kaçıramazdım. Tetiği çekseydim başka bir şey düşünmelerine vakit kalmadan anında can verirlerdi. Acıyı hissedecek zamanları bile kalmazdı. Bilinçleri ve beyinleri ara sokaklara dağılır ve hayatları sihir numarasıymış gibi havada uçup giderdi.
Ateş etmedim. Araya mesafe koymak için yerde yuvarlandım ama iki düşmanımı iki silahımı da indirmeden görüş açımdan çıkarmadım.
“Odasaku, eğil!”
O esnada Dazai’nin sesini duydum.
Geldiklerini bildiğimden kendimi yüzüstü yere atmıştım. Hemen ardından, bir patlama sesi ve bir ışık parıltısı dar sokaktaki her şeyi aydınlattı. Olacakların habercisi yeteneğim sağ olsun, yere uzanmış, kulaklarımı kapamış ve ışıklar sönene kadar gözlerimi kapamıştım. Diğer taraftan düşmanlar flaş bombasına hazırlıksız yakalanmış, geçici olarak kör olduklarından bir sonraki saldırılardan kaçamayacaklardı.
Dar sokağı patlama sesleri doldurdu. Önce gözleri kör eden bir ışık parladı, ardından kulakları sağır eden bir patlama sesi yankılandı. Sonrasında metalin tiz gürültüsü ve yerle duvarın parçalara ayrılma sesi duyuldu. 9 mm’lik mermiler başımın üstünde uçuşuyordu. Hemen ileride her birinin bellerinde makineli tabanca bulunan dört siyah takım elbiseli adam koşuşturuyordu. Liman Mafyası gelmişti.
Dar sokakta ardına saklanacak hiçbir şey olmadığından en yetenekli savaşçılar bile makineli tüfeklerin kurşun yağmurundan kaçamazdı. Mermiler sağanak gibi üzerlerine şiddetle yağarken eski püskü pelerin giymiş iki adamın çığlıklarını duydum. Yüzümü döndüğümde kanın bedenlerinden boşaldığını, koyu kırmızı bir sis gibi etraflarını sardığını gördüm. Sanki duvara doğru atılmışçasına bir şıpırtı sesi duydum.
“Garip insansın, Odasaku. İsteseydin onları kolaylıkla öldürebilirdin.”
Dazai ıslık çalıyormuş gibi seke seke ilerledi. Dazai için makineli tüfeklerin patlama seslerinin ara sokaklarda yankılanmasıyla tatil günü alışveriş merkezindeki curcunanın pek farkı yoktu.
Uzattığı eli tutup sokağa göz atmadan önce ayağa kalktım.
“Öldürdün mü?” yere düşen iki suikastçıya bakarken sordum.
“Hıhı. Yakalayıp konuşmaya çalıştırsak boşa vakit kaybederdik. Düşmanımız dişlerinin arasına sıkıştırdığı zehrin tadını pek seviyor.”
Yanıt vermedim. Mideme koca bir taş oturmuştu sanki. Dazai belli belirsiz gülümseyip konuştu, “Bunu demek istemediğini biliyorum. Ama Odasaku, bu adamlar profesyonel tetikçi. Ne kadar iyi olursan ol, tek seçeneğimiz onları öldürmekti.”
“Biliyorum.”
Başımı salladım. Dazai hep haklıydı ve bense daima yanlış olanı yapıyordum.
“Moralinin bozuk olduğunu görebiliyorum… özür dilerim, prensiplerine ayak uyduramadım.”
Konuştukça gülüşü soldu. Dazai normalde kimseden özür dilemezdi bu yüzden özrünün samimi olduğunu biliyordum.
“Teşekkür ederim. Ciddiyim. Beni kurtarmaya gelmeseydin çoktan tahtalı köyü boylamıştım.”
“Sakunosuke Oda, cinayetin asla çözüm olmadığına inanan garip bir mafya.” Dazai kafasını hiddetle salladı. “Mafya, ilginç inançların yüzünden sana ayakçı gibi davranıyor Odasaku, fakat kabiliyetlerin –“
Başımı sessizce salladım.
“Bu şikayetleri o kadar çok işittim ki artık kendime acımaya başlıyorum. Şu anki konumuz daha önemli, saldırganlar…” Konuşurken bakışlarımla suikastçıları işaret ettim.
“Ango’nun odasındayken seni vurmayı denediklerini mi söylemiştin?”
Otelde olan biteni anlatırken Dazai dikkatle beni dinledi.
“Anlıyorum. O dürbünlü tüfek muhtemelen bizim cephaneliğimizden çalınmıştı.” dedi ben konuşmayı bitirdikten sonra. “Beline baksana. Eski model silahlardan taşıyor değil mi?”
Saldırganların alt yarısına baktığımda yırtık kıyafetlerinin altında dar namlulu gri gövdeli eski model bir tabancayı taşıdıklarını fark ettim.
“Bunlar Avrupa tipi baya eski model tabancalardan. İsabet oranının ve ateş hızının düşüklüğünü göz önünde bulundurursak böyle dar sokaklarda kullanmaya uygun değiller.”
Cesetlerin birisinden silahı çıkarıp büyük bir ilgiyle inceledi.
“Silah bu adamlar için muhtemelen kim olduklarını belli eden bir amblem görevi görüyor.”
Dazai saldırganları benden daha iyi tanıyor gibi gözüküyordu.
“Kim bunlar?” diye sordum.
“Mimic.”
“ ‘Mimic’ mi…?”
Organizasyon adını daha önce hiç duymamıştım.
“Henüz haklarında çok bir şey bilmiyorum ama Avrupa kökenli bir suç organizasyonular. Söyleyebileceğim tek şey bir nedenden dolayı Japonya’ya geldikleri ve Liman Mafyası ile çatışmaya girdikleri.”
Liman Mafyasıyla diğer suç örgütleri arasındaki çatışmalar nadir değildi. Yokohama içinde ve çevresinde bile Mafyayla bölge yarışında olan gruplar vardı. Hükümetin dikkatli gözlerinden uzakta, Yokohama Yerleşkesi toprak kavgası veren sayısız kanun kaçağına ev sahipliği yapıyordu. Dünyanın dört bir yanından gelen kara para, bu vergisiz bölgede aklanarak kurumsal suçların ve paralı asker işlerinin gelişmesine katkı sağlıyordu. Ülke dışındaki suç örgütlerinin kolay para kazanmak için buraya gelmesi garip olmazdı. Ama kaç suç örgütünün gözcüsüyle profesyonel keskin nişancısı vardı?
Dazai yüzümdeki sorgulayıcı ifadeden ne düşündüğümü anlamış olmalı.
“Neyse, şu anda ayrıntıları öğrenmekle sorumluyum.” Omzunu silkerek belirtti. “Ama Ango’nun odasını hedef alan bir keskin nişancı olmasından bir şeyler buluruz.”
“Bu kasayı geri almak istediler.” Bahsettiğim eşyayı tutarken konuştum. “Ango’nun odasında buldum ama anahtarsız açamıyorum. Açabilirsek bir şeyler bulabiliriz belki-“
“Bu kadarcık mıydı?” Dazai hayal kırıklığına uğramış gibi gülümsedi. “Kolay iş. Getir, bir bakayım.”
Dazai kasayı eline alır almaz sallayarak içindeki sesi dinlemeye başladı. Sonra yerdeki çöpleri bir çengelli iğne bulana kadar karıştırdı. İğnenin ucunu parmağıyla hafifçe büktükten sonra anahtar deliğine sokup oynattı. Daha bir saniye geçmeden kilitteki mekanizmadan tık sesini duydum.
“Tamamdır, açıldı.”
Dazai üstün yetenekli bir adamdı.
“İçinde ne varmış bir bakalım.”
Dazai kilidi açıp içine baktı. Durduğum yerden kasayı ben de görebiliyordum.
…
Ne demekti bu?
Kasayı Ango’nun odasında buldum. Ahşap tabureyi, kasanın havalandırma borusunda saklandığını göz önünde bulundurursam Ango’nun kasanın varlığından haberdar olduğu aşikardı. Kendime dürüst olursan içindekilerin büyük ihtimalle Ango’ya ait olduğunun farkındaydım.
İçten içe kasanın içinde değerli bir şey olduğuna inanmıştım. Ango’nun eline bir şey geçirdiğini ve griler giymiş saldırganların çalmak için beni öldürmeye çalıştıklarını sanmıştım.
Ama yanılmışım.
Kasanın içinde eski model gri bir silah vardı.
“Neden…?” kelimeler ben fark edemeden ağzımdan döküldü. “Dazai, silahın örgüt için bir simge olduğunu söylemedin mi? Kim olduklarını belirtmek için kullanıyorlardı, değil mi? Madem öyle, neden bu silah Ango’da?”
Dazai hemen cevap vermedi. Gözlerini kısıp sessizce boşluğa baktı.
“Bir sonuca varmak için hala çok erken.” Dazai kelimelerini dikkatle seçti. “Ango silahı onlardan çalmış olabilir. Ya da suçu üzerine atmak için odasına gizlice yerleştirmiş olabilirler. Silah yerine bir işaret bile olabilir bu-“
“Anladım. Haklısın.” dedim sözünü keserek. “Bir sonuç çıkaracak kadar yeterli bilgimiz yok. Onca yolu geldiğin için teşekkür ederim. Silahı araştıracağım.”
“Odasaku-“
Dazai yeniden konuşmaya başladı ama yine sözünü kestim.
“Yardımın için gerçekten minnettarım ama biraz daha araştırmalıyım. Bir şey bulursam sana haber edeceğim.”
Dazai sessizce bana baktı, gözlerinden dargınlığı belli oluyordu. Bakışlarımı kaçırdım. İçime kasvetli bir his çöktü, sanki boynuma kadar zifiri siyah ve ağır bir sıvıya batmıştım ve bu davaya fazla bulaşırsam beni boğacaktı.
“O zaman fark ettiğim bir şeyi anlatayım,” dedi Dazai ifadesiz bir suratla. “Dün, barda içerken Ango iş gezisinden döndüğünü söylemişti, değil mi?”
“Evet.”
Kaçak antika bir saati satın aldığı Tokyo’daki bir iş gezisinden geldiğini söylemişti.
“Muhtemelen yalan söylüyordu.”
-Ne?
“Çantasını görmüştün. Üstten alta doğru sigaraları, ufak bir şemsiyesi ve getirdiği o antika saat vardı. Şemsiyeyi kullandığı için ıslanmıştı bu yüzden kılıfına koymuştu. Ve iş gezisine gittiği esnada Tokyo’da yağmur yağıyordu.”
“Sorun nerede yani?” diye sordum. “Yağmur yağdığı için şemsiye ıslaktı. Bana mantıklı geldi.”
“Ango doğruyu söylüyor olsaydı o şemsiyeyi kullanmazdı.” Dazai konuştukça gözlerini kıstı.
İfadesinden ne hissettiğini anlayamıyordum.
“Ango anlaşmanın yapılacağı yere sözde arabayla gitmişse şemsiyeyi ne zaman kullandı? Müzakereden önce olamaz, şemsiye paketlenmiş saatin üzerindeydi. Sonrasında da olamazdı.”
“Neden?”
“Şemsiyenin ne kadar ıslak olduğuna bakılırsa yalnızca iki üç dakikalığına kullanmamış. O kadar ıslak olabilmesi için en az bir saat yağmur altında kalması gerekiyordu ve buna rağmen hem ayakkabısı hem de pantolonlarının paçası kuruydu. Müzakere saat sekizdeydi ve biz on birde buluştuk. Anlaşma bittikten sonra şemsiyeyi kullanmış olsaydı kıyafetleri üç saatte kurumazdı.”
“Belki üstünü değiştirip gelmiştir.”
“Çantasında başka ayakkabı ya da kıyafet yoktu ve o kadar şeyi sığdıracak yeri de yoktu zaten.”
Belki eve gidip üstünü değiştirmiştir ve ıslak kıyafetlerini de orada bırakmıştır. Ama tam bunları söyleyecekken kendimi tuttum. Ango bizle buluşmadan önce evine uğrasaydı o pahalı saati ardında bırakırdı.
“Banka işlemlerinden sonra da şemsiyeyi kullanmadı. Ve müzakere esnasında da kullanmamıştı. Saat kağıda sarılıydı ama üzerinde tek bir damla su izi yoktu. Artı, nem antika saatler için zehir gibidir. Anlaşmayı iç mekanda yapmak zorundalardı.”
Dazai’nin dediklerine kafa yordum. Haklıydı. Ango’nun bize anlattıkları şemsiyenin neden o kadar ıslak olduğunu açıklamıyordu.
“O zaman gerçekte ne oldu?”
“Tahminim, saati Tokyo’dan almadı. Zaten kendisinindi. Çantasının o kadar derininde olmasının nedeni iş gezisine çıkmadan önce saati çantasına atmasıydı. Ama müzakere yerine gitmek yerine yağmurda bir başkasıyla buluşup yarım saat konuşarak vakit geçirdi ve geri döndü.”
“Neden birisiyle buluştuğunu düşünüyorsun?”
“Ango gibi casuslar gizli buluşma yerlerini sık sık yağmurlu caddelerden seçer. Şemsiyesi açık konuştuklarında kimse yüzlerini göremediğinden güvenlik kameraları ya da insanların kendilerini fark etmeleri konusunda kaygılanmazlar. Birisi kendilerine kulak misafiri olmuşsa ya da gizlice dinleme cihazı yerleştirmişse bile yağmur sesi diğer sesleri bastıracağından gizli konuşmalar için araba veya oda içerisinde konuşmaya kıyasla çok daha uygundur.”
Dazai’nin ne demek istediğini ve niyetlerinin ne olduğunu çoktan biliyordum ama buna rağmen tutunacak bir ip bulmak umuduyla her kelimesini irdelemeden edemiyordum.
“Yalan söylese de Ango Mafya’nın en gizli bilgileriyle uğraşan bir muhbir. Bir iki gizli toplantısı olması kadar doğal bir şey yok, onu suçlayamazsın.”
“O zaman bize bahsedemeyeceği bir işi olduğunu söyleyebilirdi. İkimizin de işinin ne olduğunu anlatması için Ango’yu zorlayacak halimiz yoktu ya?”
“…”
Haklıydı.
“Ama Ango anlaşma konusunda yalan söyledi. Mazereti olsun diye bize antika saati gösterecek kadar ileri gitti. Neden birisiyle gizlice buluştuğunu bizden saklamak için bu kadar ileri gitsin?”
-Belki de işlerin böyle sonuçlanacağını önceden tahmin ettiği içindir?
Dazai’nin soğuk, ilgisiz bakışları bunları söylüyordu.
-Anlaşma saat kaçta bitti?
Aniden Dazai’nin kağıda sarılı kutuyu gördüğünde sorduğu gelişigüzel soruyu hatırladım. Şimdi düşününce, her şeyi tek bir bakışta anlayabilmişti. Emin olmak için Ango’ya o soruyu bile sormuştu.
-Ango. Mimic. Sürpriz saldırı…
Gizemli soruların cevabı gün yüzüne çıkıyordu.
“Dikkat et, Odasaku. Bardağın taşmak üzere.” dedi Dazai. “Bir damla daha eklersen tüm su dökülecek ve durumu tek başına idare edemeyeceksin. Neyse, burayı biz halledebiliriz. Sen Ango’yla ilgilen.”
“Teşekkürler.”
Birbirimizle bakıştıktan sonra sokağın çıkışına doğru yürümeye başladım. İşte o an fark ettim…
…saldırganlardan birisi ayağa kalkıyordu.
“Dazai!”
Bağırdığım esnada adam silahını çekti. “Kıpırdama.” diyerek boğuk sesiyle tehdit etti.
Düşman benim ya da Dazai’nin astlarından birisinin ateş açamayacağı kadar Dazai’ye yakındı. Ayrıca namlusunu Dazai’ye doğrultmuştu. Sağ eli silahı tutarken sol eli, hareket ettiremiyormuş gibi yanında asılıydı. Bir başına ayağa kalkacak gücü bulamadığından kendisini duvara verdi.
Buna rağmen Dazai hala ateş hattındaydı. Hata yapma lüksümüz yoktu.
“Aman aman,” Dazai eşsiz ve ilginç bir şeymiş gibi silaha baktı. “O kadar kurşun vücudunu delip geçtikten sonra hala ayağa kalkabiliyor musun? Dayanıklılığına hayran kaldım.”
Saldırganlardan biri bilincini tamamen yitirmişken diğeri son gücünü Dazai’yi yanında mezara götürebilmek için ayakta kalmaya harcıyordu.
“Dazai, hareket etme. Bu iş bende.”
Silahımı alabilmek için parmaklarımı esnettim. Düşman, harekete geçmek için bir saniye dahi bulsa hemen ateş edecekti. Eski model tabancasını çoktan Dazai’ye doğrulttuğundan göğsünden vursam bile darbenin etkisiyle tetiği çekebilirdi. Zamanlama her şeydi, ihtimaller üzerine oynamayı sevmesem de başka seçeneğim yoktu.
“Organizasyonunuz Mimic değil mi?” Dazai adama sordu fakat yanıt alamadı. Gözünü dahi kırpmadı. “Bir cevap beklemiyorum. Açıkçası size hayranım. Daha önce hiçbir organizasyon Mafyayla böyle zıtlaşmamıştı. Ve kimse silahını beni öldürmek için başarıyla doğrultamamıştı.”
Dazai düşmanla yüz yüze gelip bahçede yürüyüşe çıkmış gibi yaklaşmaya başladı.
“Dazai, dur.” Kısık sesle seslendim.
“Umarım gözlerimdeki heyecanı görebiliyorsundur.” Dazai namlusunu kendisine doğrultan saldırganla konuşmaya devam etti. “Parmaklarını azıcık kıvırırsan bu dünyada en çok arzuladığım şeyi bana verebilirsin. Korktuğum tek şey ıskalayacağın.”
Adama yaklaştıkça dudakları kıvrıldı. Silahla arasındaki mesafe üç metreye kadar kısalmıştı.
“Kafama ya da kalbime hedef almalısın. Kafamı öneriyorum. Ama tek bir şansın var. İş arkadaşlarım bir fırsat daha verecek kadar kibar değildir.” Dazai birkaç kez anlının ortasına parmaklarıyla tıklattı. “Ama başarabileceğine inanıyorum. Keskin nişancısın, değil mi? Dürbünlü tüfeğin yanağında bıraktığı izi hala görebiliyorum. Gözcü diğerinizdi.”
Saldırganın sol yanağında dürbünle saatlerce nişan almanın bıraktığı türden, eğri bir çizgi izi uzanıyordu. Gözcüler yalnızca el dürbünü kullandığında yüzlerinde böyle izler olmazdı.
Düşmanın parmakları silahı tutarken titriyordu. Dazai’nin de dediği gibi tek bir şansı vardı. Hedefi tutturacağına emin olana kadar ateş edemezdi. Dazai adama daha da yaklaşarak tetiği çekmesi için heveslendirdi.
“Şimdi ateş edebilirsin. Bu kadar yakından ıskalaman mümkün değil.” Dazai’nin ağzı kulaklarına varıyordu. “Vursan da vuramasan da öldürüleceksin. En azından gitmeden önce düşmanın yöneticilerinden birisini yanında götürebilirsin.”
“Dazai!” bağırdım. Aramızda sanki kilometreler varmış gibi hissediyordum.
“Lütfen beni de yanına al. Beni bu çürümeye başlayan rüya dünyasından uyandır. Hadi. Ateş et artık.”
Hala alnını işaret ederken Dazai huzurlu sayılabilecek bir gülüşle düşmana yaklaştı.
Suikastçı dudaklarını ısırıp tetiği çekti.
-sınırına dayanmıştı.
Keskin nişancıyla neredeyse aynı anda ateş ettik.
Ara sokağı iki ışık süzmesi aydınlattı.
Kolundan vurulan adam dönerek düştü.
Dazai, yakın mesafeden vurulunca sert bir şekilde geriye savruldu.
Mavi bir şimşek çakması kadar kısa bir an geçti.
Saniyeler geçmek bilmedi.
Ve zaman yeniden akmaya başladı.
Dazai’nin adamları benim vuruşumun etkisiyle dönen adamı anında kurşun yağmuruna tuttu. Şelalenin altında dövülen bir paçavra gibi, adam geriye savrulup etrafına et ve kan saçarak can verdi.
Geriye eğilen Dazai, durmadan önce iki, sonra üç adım attı.
“…….Tüh.” hala eğilmiş bir halde sızlandı. “Bu sefer de ölmeyi başaramadım.”
Dazai kafasını kaldırdı. Sağ kulağının üzerinde, başının yanındaki deride açılan yara kanıyordu.
Mermi hedefini kaçırmıştı.
Dazai’ye baktım. İnsan gözüyle görülemeyecek bir şey vardı. Sadece her şeyi yok etmeye mecbur bırakılmış, görünmez, zihninin derinliklerine saklanmış iblisler gibi bir şey…
“Seni şaşırttıysam özür dilerim.” Bakışlarımı fark eden Dazai başının yanını kaşıyıp sırıttı. “Oyunculuğum gerçekçi, değil mi? Daha en başından ıskalayacağını biliyordum. Dürbünlü tüfeğin izi sol yanağındaydı yani silahını sol eliyle kullanıyordu. Ama kullanmaya alışık olmadığı sağ eliyle ateş edecekti, üstelik zar zor ayakta duruyordu ve daha da kötüsü kullandığı silahın modeli eskiydi. Hedefi tutturmasının tek yolu silahı bedenime dayamasıydı.”
Tek kelime etmedim. Gülerek konuşan Dazai’ye sadece baktım.
“Kolu yorulana kadar konuşarak vakit kazanmam yetti. Kendisine doğru yavaş yavaş yürüseydim hemen ateş edemezdi. Gerisini sana emanet ettim, Odasaku. Bir şeyler yapacağını biliyordum. Mantıklıydım, değil mi?”
“Evet.”
Başka bir şey söylemedim. Zaten söylememe de gerek yoktu. Aramızdaki rütbe farkı olmasaydı tam şu an yüzüne yumruğu geçirirdim. Ama ben bendim ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Silahımı kılıfına geri koyduktan sonra sırtımı Dazai’ye dönüp uzaklaşmaya başladım. Attığım her adımda zemin sanki çöküyor, sonsuza kadar düşeceğim uçsuz bucaksız çukurlar açılıyordu.
Dazai’nin parmağını alnına koyup düşmana yaklaşırkenki ifadesi, ağlamak üzere olan bir çocuğun görüntüsü, gözlerime kazınmıştı.
[1] Nihil admirari (veya Nil admirari)
Latince bir deyimdir. “hiçbir şeye şaşırmamak/şaşırma“ veya bilinen haliyle “hiçbir şeyin seni şaşırtmasına izin verme“ anlamına gelmektedir. Bu kağıt, aynı zamanda 15 Yaş romanında Dazai’ye verdiği ve verilen kişiye Liman Mafyasında neredeyse patrona denk yetkiler sağlayan “Gümüş Vahiy”dir.