Batı Bölgesi, Grimm Garden Sokağı. Kirli sakallı, altın çerçeveli gözlüklü Klein, elinde bastonu ve şapkasıyla yeni görevine gidiyordu. Rogo Colloman rehberliğinde, geniş ve parlak bir oturma odasına girdi. Tavandan dev bir kristal avize sarkıyordu. Duvarlar, köşeler ve masalar altın oymalar ve süslerle dekore edilmişti. Alanın tamamı görkemli, zarif ve lüks görünüyordu. Bir kuyumcudan, Batı Bölgesi’nde yaşayan bir işadamından da bu beklenirdi... Klein, duvardaki yağlı boya tabloları incelerken iç çekti. Rogo’nun yağlı bedeni, attığı her adımda pelte gibi titriyordu. Sanki pantolonu her an bacaklarından kayıp düşecekmiş gibi görünüyordu. Ancak, bir kuyumcu olarak en iyi kalite kıyafetleri alacak parası vardı. "Dedektif Moriarty, bu oğlum Adol." Rogo halının ucunda durup 15-16 yaşlarındaki, tekli koltukta oturan çocuğu işaret etti. Evdeki tüm şömineler yandığından ve içeride ısıyı iletecek metal borular olduğundan oturma odası oldukça sıcaktı. Hatta Klein ceketini ve süveterini çıkarmak zorunda kalmıştı. Ancak tekli kanepedeki oğlanın üzerinde kalın, kürk bir manto vardı ve dizlerine de battaniye örtmüştü. Başı önüne eğik bir şekilde kendisine sarılmış durmaksızın titriyordu. Koyu renk saçları parıltısını kaybetmiş gibiydi. Rogo endişeli bir şekilde oğluna bakarak devam etti, "Adol, bu Dedektif Moriarty. Bugün ve yarın yanında o kalacak." Adol hafifçe başını kaldırdığında solgun yüzü, mavileşmiş dudakları ve odağını kaybetmiş gözleri göründü. "Beni koru, beni koru... Beni öldürecekler! Beni öldürmek istiyorlar!" Sesi gittikçe keskinleşiyordu. Sonunda kulaklarını elleriyle kapatıp çığlık atmaya başladı. Ancak birkaç saniye sonra sakinleşebilmişti. Tabii bu sırada Klein da Ruh Görüsünü aktif hale getirmeyi ihmal etmemişti. Ha... Şaşkınlığını bastırmaya çalışarak oğlanı dikkatle inceledi. Adol’ün aura rengi siyahımsı-yeşil bir parlaklıkla sarılmıştı! Çocuğa hayaletler musallat olmuş, olası çarpılma belirtileri! Adol’ün kötü arkadaşları çoktan intikam almaya başlamış... Ya da belki de, ’kötü arkadaşlar’ hiçbir zaman olmamıştı... Klein sessizce elini cebine atıp Bay Azik’in bakır düdüğüne dokunarak maneviyatının yayılmasına izin verdi. Düşünceli bakışlarla Adol’ü gözlemledikten sonra başını çevirip oturma odasındaki diğer insanlara baktı. Cumbalı pencerenin yanında siyah paltolu bir adam vardı. Uzun boylu ve güçlü kuvvetliydi, gülümsemiyordu, belindeki şişkinlik bir silahı olduğuna işaret ediyordu. Altı korumadan biri olmalı... Klein bakışlarını diğerlerine çevirmek üzereyken Rogo’nun sesi duyuldu, "Dedektif Kaslana; yardımcısı Lydia. Dedektif Stuart." O sırada Rogo dönüp Klein’ı işaret etti. "Dedektif Moriarty." Kaslana otuzlu yaşlarındaydı, siyah saçlı, mavi gözlü ve gür kaşları olan bir kadındı. Gençliğinde güzel bir kadın olabilirdi, ancak şu anda, yanak kasları sarktığından pek de sevimli görünmüyordu. Yardımcısı Lydia ise yirmili yaşlarında, kızıl saçlı bir kadındı. Figürü muhteşemdi, ortalama yüz hatlarına sahipti. İki kadının üzerinde de aristokrat binicilerin giydiklerine benzer giysiler vardı. Bele doğru iyice daralan beyaz gömlekleri, hareketi kolaylaştıran dar pantolonlarıyla da uyum içindeydi. Kıyafetlerini erkek kıyafetlerinden ayıran tek özellik, pileli olmalarıydı. İkisinin belindeki tabanca da açık bir şekilde ortadaydı. Bu görüntü Klein’a Avukat Jurgen’in bir sözünü hatırlatmıştı; ’özel dedektiflerin yasadışı silah taşıması gayet doğal bir şey.’ Çünkü soylu, parlamento üyesi ya da üst düzey memur olmayan insanların silah taşıma izni alması son derece zordu. Stuart, Kaslana ve Lydia’nın karşısında oturuyordu. Yüzü cılız olsa da sakalları oldukça gürdü. Açık yeşil gözleri alışılmadık derecede canlıydı. Lydia ile aşağı yukarı aynı yaşlardaydı ve boyu Klein’la aynıydı. Koltuk altı kılıfında, özel olarak tasarlandığı bariz olan bir tabanca vardı. Selamlaşma faslı bittikten sonra Klein ceketini ve şapkasını görevliye uzattı. "Hızlıca geri alabileceğim bir yere koy. İçinde önemli şeyler var." Aslında kağıt figürleri, notları, tılsımları ve kibrit kutusunu çoktan pantolonunun cebine aktarmıştı. Ceketinin ceplerinde yalnızca bitki tozları, özler, anahtarlar ve cüzdanı kalmıştı. Ve cüzdanında toplam 206 pound vardı. Köşede oturan Stuart başını çevirip Klein’a baktı. "Silah getirmedin mi?" "Silah mı? Benim silahım bu." Klein gülümseyerek bastonunu kaldırdı. Sonra da yanaklarını şişirip ateş eder gibi ses çıkardı. Bang! Ateş sesini duyan Stuart hemen yere yuvarlanmış, Kaslana ve Lydia da oturdukları yerden fırlayıp saklanacak bir yer bulmuşlardı. Rogo ve yanındaki hizmetli şaşkın bir şekilde bu sahneyi izliyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Adol ise hala titreyerek sallanmaya devam ediyordu. Kaslana ve diğerleri, Klein’ın elindekinin yalnızca bir baston olduğunu anlayınca sakinleştiler. Ancak hepsinin kaşları çatılmıştı, "Ne oldu öyle?" "Tabancamı polise teslim etmek zorunda kaldığımdan beri silah sesini taklit etmeye çalışıyorum. Görünüşe göre oldukça etkiliymiş," dedi Klein esprili bir tonda. "Bu hiç komik değil Dedektif Moriarty," Kaslana’nın kaşları hala çatıktı. Yalnızca sihir yapmak istemiştim... Klein, bastonunu hizmetliye uzatırken ciddi bir tavırla başını salladı. "Aklımda tutarım." Bir dakika önce acınası bir durumda olan Stuart ise hiç öfkeli görünmüyorduç Büyük bir ilgiyle kıyafetindeki tozları silkeledikten sonra başını kaldırdı, "Sizi daha önce duymadık, Bay Moriarty? Yani, dedektiflik işinde olan pek çok kişi tanıyorum ancak sizin adınızı hiç duymadım." "Backlund’a henüz Eylül başlarında geldim," diyerek kısaca açıkladı Klein. "Demek öyle..." Stuart güldü, "Bu gece sizinle birlikte çalışacağız. Gece yarısından yarın sabaha kadar her şeyden biz sorumlu olacağız. Sizin için sorun olur mu?" "Hayır," dedi Klein gülümsemesini hiç bozmadan. "Pekala, akşam yemeğinden sonra gidip biraz dinlenin, sabah da vardiyayı devralmaya gelirsiniz," diyerek araya girdi Kaslana. Klein, hala şiddetle titreyen Adol’e uzunca baktıktan sonra ciddi bir tavırla başını salladı. …. Öğlen oldukça sakin geçmişti, endişeli ev sahipleri, dedektifler ve korumalar için doyurucu bir akşam yemeği hazırlatmış, ancak alkollü içecek servis edilmemişti. Klein ve Stuart, karınlarını doyurduktan sonra ikinci kattaki odalarına çıktılar. Etrafta kimsenin olmadığını gören Stuart başını iki yana sallayarak güldü, "Sherlock, Adol’le ilgili sorunun intikamla alakalı olmadığını fark etmişsindir." Kardeş, gerçekten çok cana yakınsın...Klein’ın yüz ifadesinde herhangi bir değişim olmamıştı, "Neden böyle düşündün?" "Daha çok bir mental sorunu varmış gibi görünüyor, ya da kötü bir ruh musallat olmuş gibi. Dürüst olmak gerekirse, böyle şeylerden korkuyorum." Stuart iç çekti. "Bay Colloman onu bir psikiyatriste götürmeli ve bu da işe yaramazsa Fırtınalar Lordu rahipleriyle görüşüp bir ritüel gerçekleştirmelerini sağlamalı." "Bunu ona önerebilirsin," dedi Klein objektif bir tavırla. "Bir iki gün daha Adol’ün durumu iyiye gitmezse onunla konuşmayı düşünüyorum." Stuart Klein’a yan yan baktı. "Sana kalmış. Benim görevim yarın bitecek." Böylece ikili koridorda ayrılıp kendi odalarına girdiler. …. Gece birde, Adol’ün yatak odasında. Klein, elinde Azik’in bakır düdüğüyle, sallanan sandalyeye oturmuş sessizce bekliyordu. Stuart da masanın başında kahvesini yudumluyordu. Uyumakta olan genci uyandırmaktan çekindiklerinden ikisi de konuşmuyordu. Bir süre sonra, aniden odada soğuk bir rüzgar esti. Adol doğrulup gözlerini açtı. "Sorun ne?" Diye sordu Stuart gergin bir şekilde. "Tu... tuvalete..." dedi Adol yumuşak bir tonda. Yüzü daha da solgun görünüyordu, dudakları morarmış gibiydi. Stuart’ın cevap vermek üzere olduğunu gören Klein ayağa kalkıp ona başını salladı. "Ben hallederim." "Pekala." Stuart rahat bir oh çekmişti. Klein, ellerini cebine koyup Adol’ün bir adım arkasından iki oda ilerideki tuvalete doğru yürüdü. Tam Adol kapıyı kapatmak üzereyken, içeride bir figürün parladığını fark etti. "Seni gözümün önünden ayıramam. Heh, işini hallet, ben yokmuşum gibi davran." Klein gence gülümseyip duvara doğru yaslandı. Adol sessizdi, odaksız bakışlarını aynaya çevirmişti. Birkaç saniye sonra musluğu açıp suyun akmasına izin verdi. O sırada Klein da kibrit kutusunu çıkarmış, sigara içecekmiş gibi bir kibrit çöpü yakmıştı. Ancak amacı sigara içmek değildi. Yaktığı kibrite üfleyerek sönmesine izin verdi. Pa! Önemsiz bir şeymiş gibi bir tavırla, kibriti önüne doğru atıp elini yeniden cebine soktu. O anda, sırtı ona dönük olan Adol aniden doğrulmuştu. Aynadaki yüzü o kadar solgundu ki neredeyse bir ceset gibi görünüyordu. Vooş! Tuvalette soğuk bir rüzgar esti. Adol, bedeninin alt kısmını sabit tutmaya devam ederken dönüp Klein’ın sol eline, havaya atıp tuttuğu zarif bakır düdüğe baktı. Vooş! Rüzgar bu kez Klein’ın yüzüne doğru esmişti. Ancak o gülümsemeye ve parmaklarını şıklatmaya devam ediyordu. Aniden, yerden bir alev yükseldi ve görünmez bir figürü tutuşturdu. Figür birkaç dakika mücadele etmiş, ancak sonunda tamamen dağılmıştı. Böylece alevler de yavaş yavaş söndü. Klein, Azik’in bakır düdüğünü cebine atıp sakin bir şekilde Adol’e baktı. Adol sonunda uzun bir kabustan uyanmış gibi görünüyordu. Başını kaldırıp baktığında birkaç adım ötesindeki genç adamı gördü. Altın çerçeveli gözlük takan adamın üzerinde beyaz bir gömlek ve koyu renk bir pantolon vardı. Duvara yaslanmış gülümseyerek kendisine bakıyordu. O anda yumuşak bir ses duydu. "Sana ne oldu?"
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.