Yukarı Çık




21   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   23 


           
24 Ağustos (Pazartesi)





Sabah erkenden uyandığımda, oturma odasında kimse yoktu. Babamın ve Akiko-san’ın burada olmayacağını zaten biliyordum. Babam işe gitmiş olmalı, Akiko-san ise henüz işten dönmemiştir. Zaten bize geç döneceğini (ya da bu durumda erken mi demeliyim?) bildirmişti.

Ancak normalde bu saatte uyanık olan Ayase-san bile ortalarda görünmüyordu. Belki de odasındadır? Oturma odası gayet iyi bir sıcaklıktayken orada oturmamasının bir sebebi yoktu aslında… Bir dakika, iyi bir sıcaklık mı? O anda fark ettim ki oturma odasındaki klima soğuk hava üflüyordu. Demek tamir edilmiş, ha? Dün geç saatte eve döndüğüm ve akşam yemeğini de atlayıp doğrudan odama çekildiğim için fark etmemişim bile. Sanırım babam, alışveriş gezisinden önce klimayı tamir ettirmeye öncelik vermiş.

Klimayı çalışır durumda bıraktığına göre, büyük ihtimalle benim onun gidişinden kısa bir süre sonra uyanacağımı düşünmüş olmalı. Yemek masasına göz gezdirdiğimde, benim için hazırlanmış bir kahvaltı gördüm. İçime bir his doğdu ve telefonuma bakınca Ayase-san’dan bir LINE mesajı gördüm.

"Kahvaltıyı hazırladım, istediğin zaman yiyebilirsin. Ben çoktan yedim."

Demek ki Ayase-san gerçekten uyanıkmış. Muhtemelen odasında ders çalışıyor ya da temizlik yapıyordur. Ona bir teşekkür mesajı attım ardından yemek masasına oturdum.

“Bugün Japon usulü kahvaltı var, ha?”

Soluk mavi bir tabakta ızgara somon, köşede küçük bir tepe gibi duran rendelenmiş turp ve birkaç Japon eriği vardı. Yanındaki tabakta baharatlı yosun, büyükçe bir başka tabakta ise salata duruyordu. Sanki bir han kahvaltısını andırıyordu. Oldukça özen gösterildiği belliydi.

Yemekleri inceledikten sonra, boş pirinç kasesi ve miso çorbası kasesini alıp ayağa kalktım. Miso çorbasını ısıtırken pirinç kasemi doldurdum, ardından çorbayı da koyarak tekrar masaya döndüm.

“Afiyet olsun.” Ellerimi birleştirip yemeğe başlamadan önce yemeğin kıymetini düşündüm. Ayase-san’ın benim için hazırladığı değerli kahvaltıyı yemeye koyuldum.

Rendelenmiş turpun üzerine biraz soya sosu dökerek somonun üzerine yerleştirdim ve bir lokma aldım. Balığın tatlımsı aroması ile turpun hafif acılığı ağzımda mükemmel bir uyum yakaladı. Somon, etten farklı bir tada sahipti ama en az onun kadar lezzetliydi. Üstelik turp sayesinde ağızda ağır bir tat bırakmıyordu, bu da birkaç kez pirinç ekleyerek yememi sağladı.

Bu kadar basit bir kahvaltının nasıl bu kadar lezzetli olabileceğini düşünerek miso çorbasına geçtim. Bu sabahki miso çorbasının temeli nameko mantarıydı. İçimi son derece rahattı, boğazımdan kolayca akıp gitti. Her zamanki gibi Ayase-san’ın miso çorbası mükemmeldi. Ona bu düşüncemi söylemek için bir mesaj atmayı düşündüm ama rahatsız etmek istemedim. Zaten söyleyebileceğim başka bir şey de yoktu. Bunun yerine, ona hayali bir teşekkür mesajı gönderdim.

"Her zamanki gibi lezzetli miso çorbası için teşekkürler, Ayase-san."

Kahvaltımı bitirdikten sonra bulaşıkları yıkadım ve biraz daha ağırdan alarak mutfağı toparladım. İşe gitmeme hâlâ vakit olduğu için, oturma odasını biraz temizlemeye karar verdim. Yemek masasının üzerinde ince bir masa örtüsü vardı, böylece tozlanmamıştı. Acaba buzdolabını da temizlesem mi? Akiko-san yakında eve dönecekti bu yüzden onun için hazırlanmış ızgara balığın çok soğuk olmasını istemedim. Eğer yemezse, sonra buzdolabına kaldırabilirdim.

Kirler en alt kata döküleceği için en üstten başlayarak aşağı doğru temizledim. Silinebilir her yeri sildim ardından süpürüp paspasladım. Böyle alışkın olduğum bir işi yaparken, kafam da başka şeyleri düşünmeye fırsat buluyordu. Mesela son zamanlarda Ayase-san’ın garip davranışı gibi. Sanırım bu durum iki gün önce başladı.

"Eğer Maaya’yı merak ediyorsan, endişelenmene gerek yok. Yaz tatilinde birlikte takılacak türden bir ilişkimiz yok. Sadece bilmeni istedim."

Ne kadar düşünsem de, neden sırf bunu söylemek için benim odama geldiğini anlayamıyordum. Hele de Ayase-san gibi biri söz konusu olduğunda, çünkü bu onun normal tavırlarına pek uymuyordu.

"Hımm…"

Temizlik yaparken elim durdu, paspasın ahşap sapına çenemi dayayıp iç çektim. Ha, aklıma başka bir şey geldi. Maru’nun dediğine göre, Narasaka-san’ın havuz planı beni de kapsıyormuş. Ama ben bu konuda hiçbir şey duymamıştım. Tabii ki bu gayet mantıklıydı çünkü Narasaka-san’ın benim LINE hesabıma ya da başka bir iletişim yoluma erişimi yoktu.

Peki, böyle bir durumda Narasaka-san ne yapardı? Muhtemelen Ayase-san’a, bana daveti iletmesini söylerdi. Tabii eğer Ayase-san gitmek istemiyorsa, bu tamamen onun kararıydı. Ama bana yönelik daveti hiç bahsetmeden geçmesi pek de doğal görünmüyordu.

Ben Ayase-san’ın yerinde olsam ne yapardım? Örneğin, Maru benzer bir havuz planı yapsa ve bana, Ayase-san’ı da davet etmemi söylese? Muhtemelen ona söylerdim, gitmeyi planlamasam bile. "Maru seni de davet etmemi söyledi." gibi bir şey derdim. Aksi takdirde onun eğlenme şansını elinden almış olurdum. Biz ilişkimizde adil olmaya bu kadar önem veriyorken, bu kurallara aykırı olurdu.

O halde Ayase-san neden sessiz kaldı? Burada bir gariplik vardı. Ama bu düşünceye vardığımda, fark ettim ki temizlik yapmayı tamamen bırakmıştım.

"Olmaz, olmaz."

Temizlik işime geri döndüm ama Ayase-san’ın alışılmadık hareketleri bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Sonunda yerleri ovmayı bitirdiğimde ön kapının açıldığını, Akiko-san’ın uykulu ve sallantılı adımlarla içeri girdiğini gördüm.

"Ahhh… Yuuta-kun… günaydın…"

"Hoş geldin ve günaydın. Bir şeyler yemek ister misin?"

"Evet… Biraz dondurma yiyip sonra uyuyacağım." Gözleri yarı kapalı bir şekilde konuşuyordu.

Buzdolabını açıp dondurmayı çıkardım. (Akiko-san’ın favori dondurması olduğu için babam buzdolabını her zaman bunlarla doldururdu.) Çilek aromalı bir dondurma çubuğuydu.

"Ha, doğru ya. Dün klimayı tamir ettirdiniz değil mi?"

"Mmm… Ah, evet. Taichi-san bir teknisyen çağırdı…" Oldukça uykulu olmalıydı çünkü kelimeleri ağır ağır uzun duraksamalarla çıkıyordu.

Akiko-san sandalyeye oturup dondurmasını yalamaya başladığında, klimamızın bozulma sebebinin filtresindeki kir olduğunu öğrendim. Üstelik babamın kendi başına tamir etmeye çalışması durumu daha da kötüleştirmiş. Yine de, büyük ihtimalle sadece Akiko-san’a kendini göstermek istemiştir.

"Düne kadar sorunsuz, güzel güzel çalışıyordu, sonra birden bozuldu. Makineler gerçekten garip." dedi Akiko-san.

Bu sözleri duyunca kalbim bir anlığına hızla attı. Düne kadar sorunsuz, güzel güzel çalışıyordu, sonra birden bozuldu. Bu sözler bana Yomiuri-senpai’nin aşırı çalışkan bir insanın baskı ve stresten dolayı bir anda çökebileceğine dair söylediklerini hatırlattı. Belki de insanlar bu konuda makinelere oldukça benziyordur.

—Çok çalışkan olmak, durmalarını imkânsız hale getiriyor.

Bir gün kalpleri kırılabilir. Eğer birinin durması gerektiğini görüyorsam ona bunu söyleyerek zorla bile olsa durmasını sağlamalıyım… Ancak Ayase-san bunu kabul eder mi ki?

"Sence Ayase-san, başkalarının kendi isteklerine dürüst olmasını zorla sağlayan insanlardan nefret eder mi?"

Öncelikle Ayase-san’ın kişiliğini daha iyi anlamam gerekiyordu. Bu düşünceyle onun annesi olan Akiko-san’a sormaya karar verdim. Sorum üzerine Akiko-san, dondurmasını yalamayı bıraktı ve tavana doğru baktı.

"Hmmm? Zorla kendini kabul ettirmeye çalışan insanlardan hoşlanıp hoşlanmadığını mı soruyorsun?"

"Z-Zorla derken…"

Eh, sanırım biraz öyle. Ama sanki onun söylediği şeyle benim kastettiğim şey arasında ince bir anlam farkı vardı.

"Daha çok bir plan yapıp onu da buna dâhil etmek gibi bir şeyden bahsediyordum."

"Yani onu zorla bir randevuya sürükleyecek birini mi sevip sevmeyeceğini soruyorsun? Düşüneyim… Kişiliğine bakılırsa, muhtemelen böyle bir şeyden hoşlanmaz. Ama eğer onunla birlikte bir plan yapıp ona önceden söylersen, o zaman farklı olur."

"Yani hoşlanmaz, öyle mi… Tahmin etmiştim."

Benim anlayabildiğim kadarıyla da Ayase-san’ın kişiliği tam olarak Akiko-san’ın tarif ettiği gibiydi. Öyleyse, onu durdurmanın bir yolu var mıydı acaba…?

"Hımm, onu bir randevuya mı davet etmek istiyorsun? Söylesene Yuuta-kun… Yoksa Ayase-san’a âşık mı oldun?"

Akiko-san’ın bu ani yorumu tüm düşüncelerimi bir anda altüst etti. Ne? Şimdi, az önce ne dedi? Hızlıca bu noktaya nasıl geldiğimizi hatırlamaya çalıştım. Yoksa Akiko-san büyük bir yanlış anlaşılma mı yaşıyordu?

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgstTRFYiRo3j8n3OaCsAEqbWsHcCIySqOHvxd10taNBFD0tyz9JkluqLhRsleMoB8hfvq4UaDKzYTsTQsisiIL1nx-kf4f1zmFgpcRtUigw1zf2QXO7rijqhv7gi2oE88SYZxpqx8EXFcR/s1000/Chapter+3-1.png

"H-Hayır, tabii ki değil! Konu o şekilde değil. Sadece, Ayase-san’ın bazen fazla ileri giden bir kişiliği olduğunu düşünüyorum."

Durumu düzgünce açıklamam gerekiyordu, bu yüzden Akiko-san’a dün Yomiuri-senpai ile yaptığım konuşmayı anlattım. Sonunda, Akiko-san konuyu nihayet anladığını gösteren bir gülümseme sergileyince derin bir nefes aldım.

"Demek öyleymiş. Az önce onu bir kız olarak beğendiğini sanmıştım."

"Öyle bir şey—"

—olamaz. Çünkü Ayase-san benim küçük kız kardeşim. Bu imkânsız. Böyle bir şeyin olması yasak.

"Ama haklısın, Saki gerçekten de öyle biridir." Akiko-san bunu söylediğinde içimde bir gerginlik hissettim. "Ortaokula geçtiği dönemlerde benim de işlerim yoğunlaşmıştı ve Saki inanılmaz hızlı olgunlaştı. Beni daha fazla zor durumda bırakmamak için elinden geleni yaptı. Yaşıtlarına kıyasla çok daha olgundu."

"Bu… gözümde canlandırabiliyorum."

"Evet. Ve dışarıdan iyi bir şey gibi görünebilir ama tüm bunların sebebi benim onun yanında olamamamdı… Anlıyorsun ya. Ona yeterince ilgi gösteremediğim için hâlâ pişmanlık duyuyorum. Daha bencil olmasına izin vermeliydim, biraz daha çocuk kalabilmeliydi."

Akiko-san’ın sözleri, adeta kalbime bir hançer gibi saplandı.


Ayase-san’ı, bana gösterilen o resimdeki halini hatırladım. O, dondurma dilenen veya bana havuzdan bahseden Ayase-san’dı. Ancak, Ayase-san kendini çocuk gibi davranmaktan vazgeçip, herkesten daha fazla bağımsız yaşamaya karar verdi. İlk başta, muhtemelen annesinin yükünü hafifletmeye çalışıyordu ama artık bunun tek sebebi o değil gibi görünüyor.

"Yuuta-kun." Akiko-san bana seslendi. Başımı kaldırdım ve onu ciddi bir şekilde bana bakarken gördüm. "Bunu üvey oğlumdan istememem gerektiğini biliyorum ama ona yardımcı olmanı ve kendini fazla sıkışmış bir duruma sokmasına engel olmanı istiyorum. Eğer istemezse bence biraz daha ısrarcı olmalısın, tıpkı bana daha önce sorduğun gibi."

Bir an tereddüt ettim ama yine de Akiko-san’ın isteğine uyarak başımı salladım. Şimdiye kadar hayatımı başkalarının hayatlarına müdahale etmeden yaşamaya çalıştım. Başkalarının hayatını ne şekilde yaşayacağına karışmam ayrıca karışmak da istemem. Sonuçta, insanların kendi sınırlarını ihlal edilmesinden hoşlanmadığı gibi ben de kendi sınırlarımın ihlal edilmesinden hoşlanmam. Birbirimizin yüklerini taşımaya çalışmak fazlasıyla zahmetli bir şey gibi görünüyor, bu yüzden hiç ilgilenemedim. Ayase-san’ın bana ilk tanıştığımızda söylediği sözler aklıma geldi...

"Senden büyük bir beklentim olmayacak, bu yüzden senin de benim için aynısını yapmanı istiyorum."

Bu sözler bana büyük bir rahatlama ve güven vermişti. Bu, kesinlikle çok fazla müdahale etmeden bir ilişki kurmanın en doğru yolu gibi görünüyordu ancak yine de, Ayase-san’ın yakında çökmemesi gerektiğini de göz ardı edemem… Bunu yaparsam, belki de bana kızacaktır.

"Sorun değil. Eğer seni sevmemeye başlarsa bile sana gerçekten onun çok sevdiği bir şeyi söyleyeceğim."

"Gerçekten çok sevdiği bir şey mi? Yani onu neşelendirecek bir şey mi?"

"Tabii ki!" Akiko-san parlak bir gülümseme ile bana baktı.

Böylesine uygun ve pratik bir şeyin var olduğuna pek inanmıyordum ama yine de gerekirse Akiko-san’ın yardımıyla bunu denemek istedim. Ayase-san’ın bana kızmasını gerçekten istemiyorum. Sonuçta birlikte yaşıyoruz ve o benim küçük kız kardeşim.

Hafif bir klima sesi, oturma odasını doldurdu.

"Teşekkür ederim." Akiko-san, dondurma çubuğunu lavabonun üçgen köşesine fırlatarak dedi.

Bayağı yorgun olmalıydı çünkü odasına doğru sendeleyerek gitmeye başladı. Umarım düşmez. İyi geceler Akiko-san. Şimdi ise, benim sıram… Izgara balığın tekrar buzdolabına koyup Ayase-san’ın odasına doğru yöneldim, kapıyı çaldım.

"Ne oldu?"

Kapı biraz aralandı ve Ayase-san’ın masasını gördüm. Masada çalışma kitapları ve notlar vardı, elinde her zaman kullandığı kulaklıkları tutuyordu. Bu sefer, kulak içi yerine kulak üstü kulaklıklar takmıştı. Belki lofi müzik eşliğinde ders çalışıyordur. Odaya serin bir hava yayılmıştı, klimanın açık olduğunu fark ettim. Akiko-san’ın, Ayase-san’ın sıcağa karşı zayıf olduğunu söylediğini hatırlıyorum.

"Beni dinle, Narasaka-san ile o havuz planı meselesi hakkında."

"Gitmiyorum."

Cümlemi tamamlamama fırsat bile vermedi. Ayase-san, benden bir şeyler beklediğimi fark etmiş olmalı ki hızla bir bahaneyle karşılık verdi.

"Sonuçta havuzda zaman kaybetmeye vaktim yok."

Tam olarak benim endişelendiğim şeydi bu. Ayase-san’ın beni kızdırmaya çalıştığını düşünmüyorum. Hala, eğlence ya da boş bir şeyler yapmaya harcanacak bir zamanın gereksiz olduğu düşüncesine sahipti. Kendisini sadece rahatlayıp başka bir şeye odaklanmak için zaman ayırmaya gerek duymuyor. Kalbi, yeşil bambu gibi, sürekli yükseliyor ama sadece düz bir şekilde. Eskiden duyduğum bir atasözü vardı, sanırım buna benzer bir şey diyordu. O yüzden düşündüm. Eğer onun yolunu takip etmeye çalışırsam daha da inatlaşacak.

"Tamam, sorun değil. Aslında ben de gitmek istiyordum. O yüzden bana Narasaka-san’ın iletişim bilgilerini verebilir misin?"

Şimdilik, bu etkinlikte ilgileniyormuş gibi davrandım, böylece Ayase-san’a biraz savunmasızlaşma ve belki de kararını gözden geçirme fırsatı verdim. Ayase-san sonunda gözlerimin içine baktı.

"Veremem."

"Ha? …Ne dedin?" Şok olmuştum, açıkçası.

Sonuçta, Narasaka-san’ın iletişim bilgilerini istememe böyle bir şekilde, doğrudan ve kesin bir şekilde reddedilmesini beklemiyordum. Ayase-san, mantıksız bir şekilde hislere göre hareket etmeye pek karşıdır. Bu yüzden Narasaka-san’ın iletişim bilgilerini istememden ötürü böyle asık suratlı bir cevap vereceğini düşünmemiştim. Üstelik Narasaka-san muhtemelen başta benimle iletişime geçmeyi planlıyordu. Ayrıca Ayase-san bu söylediklerinden sonra, aslında söylediği şeyin kendisini bile şaşırttığını fark etti.

"Hımm, bekle, hayır. Başkalarına birinin iletişim bilgilerini vermek… aslında kötü bir davranış olur."

"Aaaa…"

Bu doğru. Bu şekilde tepki vermesini açıklayabilir. Kişisel bilgileri korumak önemli. Bu, tam olarak Ayase-san’a benziyor. Evet.

"Maaya’a sorarım. Cevap alırsam seni bilgilendiririm."

"Tamam."

Muhtemelen LINE ya da e-posta kullanıyordur. Öyleyse pek uzun sürmesini beklemiyordum. Ayrıca biraz daha ders çalışmak istediğini söylediği için onu yalnız bıraktım. Zaten part-time işimizde daha sonra karşılaşacağız, o yüzden bekleyebilirim. Kapıyı kapatıp kendi odama döndüm. Şu anki sorun, Ayase-san’ı havuza götürebileceğimi bile düşünmüyor oluşum. Şu anki Ayase-san, önündeki devasa ders yüküne ve part-time işine odaklanmış, kıpırdamayan bir dağ gibi. Bu duruma bakılırsa büyük bir zihinsel baskı altında olmalı.

Mesele onu havuza götürmek değil. Sadece tamamen çökmek üzereyken biraz nefes almasını istiyorum. Tek düşündüğüm buydu, içtenlikle dilediğim tek şey. Bu yüzden daha sonra işteyken ona tekrar sormaya karar verdim.

Öğleden sonra olduğunda, evden çıktım. Kaynar betonun üzerinden yükselen sıcaklık dalgası eşliğinde bisikletimi sürdüm. Yokuşu çıkarken birkaç kez mola verdim ve bisikletimin sepetine birkaç şişe su koymuştum, böylece sıcak çarpmasına karşı hazırlıklıydım. Vücudumdan terin süzüldüğünü hissettim ama durup silme isteğimi bastırdım. Yine de, bu egzersizden hoşlanmadığımı söyleyemem.

Üniversite öğrencilerinin kalabalık oluşturduğu Omotesando’nun ortasında, bulunduğu yere pek yakışmayan resmi bir bina gözüme çarptı. Burası Todai giriş sınavlarını geçmeye çalışan öğrencileri hedefleyen ünlü bir dershaneydi. Ne zaman bisikletimi durdurup bu binaya girsem, içimi bir rahatlama hissi kaplıyordu. Shibuya’daki normallerle ve parti düşkünleriyle dolu mekanların aksine buradaki çalışkan öğrencilerle dolu atmosfer bana çok daha huzurlu geliyordu. Dershanenin yakınlarında popüler butik mağazalar ve Instagram’da ünlü bir krep dükkânı vardı, bu yüzden buralar genellikle üniversiteli kızlarla doluyordu.

Sınıfa girdim ve odanın köşesinde bir yere oturdum. Okuldakinin aksine burada belirli bir oturma düzeni yoktu ama sanırım boş bir yer bulup oraya oturmak benim doğamda var. Bu arada ben aslında tam anlamıyla bir dershane öğrencisi değilim, sadece yaz özel derslerine katılıyorum. Çevremdeki birçok öğrenci de benim gibi buraya sadece yaz dönemi için geliyordu, pek fazla konuşan yoktu, herkes sadece çalışma kitaplarına ve sorulara odaklanmıştı.

Suisei Lisesi yüksek seviyeli bir okul olarak bilinse de, buradaki herkes o kadar da çalışkan biri sayılmaz. Yani, buradaki katı disiplinli ortam ile okulun rahat atmosferi arasındaki fark, notlardan ya da kişiliklerden çok sınıf içindeki insan ilişkilerinden kaynaklanıyor. Öğrencilerden bahsetmişken, genellikle siyah saçlılar, dikkat çekici aksesuarlar ya da makyaj yapmıyorlar ve garip bir şekilde öne çıkmaya çalışmıyorlar. Buradakiler genel anlamda çalışkan insanlar olarak görülüyor. Okuldaki öğrencilere göre en büyük farkları, sürekli olarak ders kitaplarına bakmaları.

Bana kalırsa buradakiler Ayase-san’a daha çok benziyor. Dış görünüşü, saç rengi ve tarzı bunu yalanlasa da onun çalışkan yapısı ve hedeflerine olan ciddiyeti buradaki öğrencilerle oldukça benzerdi. Hayata tam anlamıyla dört elle sarılıyor ve rahatlamaya hiç vakti yokmuş gibi görünüyordu. Benim gibi sadece makul bir üniversiteye girebilecek seviyede not almayı amaçlayan biriyle karşılaştırıldığında onun gözlerinde bambaşka bir savaş var.

Ancak Ayase-san’ın kendini zorlama biçimi buradaki insanlardan hâlâ oldukça farklı. Sonuçta onun hedefi finansal başarıya ulaşmak ve kendi ayakları üzerinde durabilmek. Bu yüzden bu yaz derslerine katılmıyor; çünkü katılacaksa da kendi parasını ödemek isteyecektir. Eğer sıradan bir sınav öğrencisi kendi başına çalışarak bu süreci geçirmeye çalışsa sadece kibirli ve akıntıya karşı yüzmeye çalışan biri olarak görülürdü ama Ayase-san’ın neredeyse tüm derslerde en yüksek notları aldığını ve her şeyi ezberlediğini gördüğünüzde, ancak küçük bir gülümsemeyle sessiz kalabilirsiniz.

Modern Japonca’daki zayıflığı bile geçen aydan bu yana düzelmeye başladı ve yavaş yavaş kusursuz bir sınav öğrencisine dönüşüyor… Ama benim gibi, çabayla yaşayan bir deli olmayan biri için, bilgimi yavaş ama emin adımlarla artırmak yapabileceğim en iyi şey. Kendi yeteneklerini bilmek önemli, sonuçta.

"Um..."

"Eh? Ah, evet?"

Zayıf bir ses aniden bana seslendi, ben de biraz gecikmiş bir şekilde yanıt verdim. Yaz ek dersleri sırasında başka bir öğrencinin benimle konuştuğu ilk sefer olduğundan, bunu fark etmem bir saniyemi aldı. Bu sesin sahibi, yanımda oturan bir kızdı. Her zaman olmasa da, birkaç kez yanımda oturduğunu hatırlıyor gibiydim. Görünüşü ve tarzı onu özellikle öne çıkarmıyordu, hatta biraz sade bile denebilirdi. Ancak gerçekten aklımda kalan bir özelliği vardı—boyu.

Tahminen 180 cm civarında olmalıydı. Benden uzun bir kız benimle konuşuyordu ve nedense garip bir baskı hissediyordum. Yine de, sesi özgüvenden tamamen yoksundu.

"Bir şey düşürdün."

"A-Ah, çok teşekkür ederim."

Sanırım çalışma kitabımı açarken ayraç yere düşmüştü. Kıza teşekkür ettim ve yerden aldım, ardından tekrar göz göze geldik.

"Bu, yaz fuarındaki ayracı değil mi? Tren istasyonunun yakınındaki kitapçıdan verilenlerden."

"E-Evet, doğru."

O kitapçıda yarı zamanlı çalıştığımı ona söyleyemedim. İçimde bir şeyler, rastgele insanlara kişisel bilgilerimi vermemi engelliyordu.

"Oradan sık sık geçerim. Ne tesadüf."

"Bölgedeki tek kitapçı orası sayılır zaten."

"Haklısın, ahaha."

Uzun boylu kız bir kahkaha attı. Konuşmamız orada sona erdi. Onun benimle özellikle konuşmak istemesi gibi bir durum yoktu; sadece ayracı fark edip ortak bir konu yakalayarak kısa bir sohbet etmişti. Anlam açısından sıradan, herhangi bir özel derinliği olmayan bir konuşmaydı.

Yanımdaki kıza kısa bir bakış attım. Şimdiden kendi masasına dönmüştü ama yine de içimde bir şeylerin garip olduğunu hissediyordum.

…Acaba daha önce hiç kitapçıya gelmiş miydi? İkimiz de lise öğrencisi olduğumuz için günlük hayatlarımız büyük ölçüde benzer olmalıydı ama onu kasada hiç görmemiştim. Model gibi bir duruşa sahip birini unutmam pek mümkün olmazdı. Tabii ki kitapçıda her gün, her saat çalışıyor da değildim ve o da düzenli bir müşteri olmayabilir. Belki de sadece yollarımız hiç kesişmemişti. Bu düşünceyle tekrar kendi masama döndüm.

Bu küçük olay dışında, yaz derslerim her zamanki gibi geçti. O kızla başka bir kelime bile konuşmadık. Günüm sıradan bir şekilde devam etti.

Öğleden akşama kadar sınav çalışmalarına odaklandım. Son ders bloğu sona erdiğinde ve saate baktığımda, vardiyamın başlamasına hâlâ yaklaşık 40 dakika vardı. Kitapçıdan bisikletle sadece on dakika uzaktaydım. Doğal olarak, bu dershaneyi seçerken bunu göz önünde bulundurmuştum.

Çalışma kitaplarımı çantama sıkıştırıp hızlıca dershaneden çıktım. Bisikletimi aldım ve yola koyulmaya hazırlandım. Yaz tatili boyunca bu hareketleri defalarca tekrar ettiğimden artık tamamen bir rutin hâline gelmişti; beynim bunları otomatik olarak yapıyordu. Ancak bugün farklı bir şey oldu.

"Huh?"

İstem dışı olarak gözlerimi kırptım. Bisikletime binip pedallamaya başladığım sırada, dershanenin hemen karşısındaki krep dükkânının cam kenarında oturan birini fark ettim. Uzun siyah saçları katyuşa saç bandıyla düzgünce toplanmıştı ve şık bir kloş etek giymişti. Tabii ki bu zarif ve düzgün bir hanımefendi havası veren kişi, iş yerindeki üst sınıf öğrencim Yomiuri-senpai’den başkası değildi.

Yanındaki insanlar muhtemelen üniversiteden arkadaşlarıydı. Dört kişilik bir masada oturuyorlardı ve krep yerken ciddi bir sohbetin içindeydiler. Onlara oldukça yakındım ve yüksek sesle konuştukları için konuşmalarının bazı kısımlarını duyabiliyordum. İki kişi Yomiuri-senpai ile aynı yaşlarda görünüyordu ve muhtemelen üniversite öğrencileriydi. Ancak üçüncü kadın onlardan oldukça farklı bir hava yayıyordu.

Ne de olsa, yazın bunaltıcı sıcaklığına uygun kıyafetler giymiş diğer kızların aksine, o uzun kollu bir hırka giymişti. Gözleriyle Yomiuri-senpai ve diğerlerini dikkatlice süzüyordu.

"Şimdi, kim karşı çıkabilir?"

"Beşeri bilimler araştırmamız, doğa bilimleriyle karşılaştırılıyor ve topluma katkı sağlayamadığı için yumuşak bilim olarak adlandırılıyor. Varlığımız bile sorgulanıyor. Bu gidişle, tüm araştırmalarınız ve bunların geçerliliği tamamen geçersiz kılınacak."

Üniversite öğrencileri, bu sert sözler karşısında tek kelime edemedi. Sadece yerlerinde küçülerek çaresiz bakışlar değiş tokuş ettiler. Aynı anda, bilgili kadın ise umursamaz bir gülümsemeyle bir parça krep daha aldı ve ağzına götürdü. Ne kadar bakarsanız bakın, bu popüler bir krep dükkânında yapılacak bir sohbet değildi ancak çevredeki diğer müşteriler ya ne konuştuklarını anlamadıkları için müdahale etmiyordu ya da bunu arka plan gürültüsü olarak görmezden geliyordu. Bu ağır atmosferin ortasında, nihayet biri konuştu. Konuşan, Yomiuri-senpai’ydi.

"Eğer doğa bilimlerini, yasaların tekrar üretilebilirliğini deneyler yoluyla kanıtlama eylemi olarak tanımlarsak, doğa bilimlerinden elde edilen icatların insan toplumuna daha fazla katkıda bulunduğu açıkça görülüyor. Bu genel olarak kabul edilen bir gerçek olduğu sürece, bizim bakış açımızdan doğa bilimlerini inkâr etmek için yerimiz yok."

"Zekice bir yanıt. Görünüşe göre, gerçeği çarpıtarak bir argümana karşı çıkmanın adil olmadığını kabul etmişsin."

"Evet, ancak ben beşeri bilimler araştırmasının bir anlamı olduğunu savunuyorum."

"Örneğin?"

"Edebiyat veya tarihsel gerçekleri araştırmak sadece basit bir budalalık mı diyorsunuz? Kraliyet ailesinin, bize hiçbir fayda sağlamayan araştırmalara kaynak ayırmasını mantıksız bulduğunuzu anlıyorum."

"Atalarımızın izlediği tarihin gerçeklerini keşfetmek, insanın nasıl davranması gerektiğine dair ilkel ve temel bir sorudur."

"Öyle mi? Edebiyat ve tarih, geçmişten günümüze aktarılan anılardan ibarettir. Bu kavramı kavramış olsan bile, modern ve ortalama bir insanın eğilimlerini anlamanı sağlamaz."

"Geçmişi bil, geleceği de bilirsin. Modern problemlere çözüm bulmak için geçmişi araştırmamız gerekmez mi?"

"Tarihin tekerrür edeceğini mi söylüyorsun?"

"Evet. Geçmişte defalarca tekrarlanan sosyal çatışmaların belirli nedenleri olduğunu görebiliyoruz. Öyleyse, geçmişten ders almak, günümüzde uygun cevaplar bulmanın bir yolu olmaz mı?"

"Ahh, bu oldukça mantıksız, Yomiuri-kun."

"Huh?"

"Tarihin tekerrür edeceğine dair bu özdeyiş, geçmişteki bir kişinin izleniminden başka bir şey değildir. Geçmişten gelen somut bir veri bulunmadığından, ne kadar araştırırsan araştır, herhangi bir tekrar üretilebilirliği kanıtlamak imkânsızdır."

"Urk…"

Yomiuri-senpai, zayıf noktasından vurulmuş olmalı ki, karşılık veremedi. Bilgili kadın ise bir parça krep alıp çatalının ucunda döndürmeye devam etti.

"Günümüzde artık herhangi bir olayın verilerini gözlemlemek mümkün hale geldi. Bu verilerin elde edilmesi ve toplanması oldukça kolay bir hâl aldı ve daha önce kanıtlanamaz olduğu düşünülen gerçekleri gün yüzüne çıkardı. Gelecekteki insanlar geçmişten ne kadar ders alabilir, bilemeyiz. Ancak şu an bizim için önemli olan bugündür. Eğer bir soruna çözüm bulmak için geçmişten ipuçları almak istiyorsan, bunu öncelikle doğa bilimlerinin yardımıyla yapman gerekmez mi? Herhangi bir itirazın var mı?"

Kadın çenesini yavaşça kaldırarak bu soruyu yöneltti. Yomiuri-senpai ise hiç vakit kaybetmeden cevap verdi.

"Evet. Günümüz insanlarının değerleri, kültürümüz üzerine inşa edilmiş ve değişmeden varlığını sürdürmüştür. Edebiyatı öğrenerek geçmişi, onların dinini, görgü kurallarını öğrenirsin ve bu da şu an nasıl bu hâle geldiğimizi daha uyarlanabilir ve doğru bir şekilde anlamanı sağlar. Örneğin, belirli bir ülkenin sanatçısı, başka bir ülkenin dinini aşağılayan bir müzik videosu yaptığında, o ülkenin vatandaşları öfkelenir. Bu öfkenin sebebini bilimsel olarak kanıtlayabilir misin? Öfkelerini yatıştırmanın herhangi bir formülünü bulabilir misin? Bir beşeri bilimler araştırmacısı, birkaç farklı olası teori öne sürebilir."

"Hmm, oldukça agresif bir itiraz ama mantığın yanlış değil."

Kadının hareketlerinden, Yomiuri-senpai’nin argümanının güçlü olduğu anlaşılıyordu. İlk defa, kadın çatalıyla oynamayı bırakıp, Yomiuri-senpai’nin sözlerini düşündü. Ancak sadece birkaç saniye içinde tekrar konuştu.

"Peki, bu öfkenin gerçekten o ülkenin tarihi ve diniyle bağlantılı olduğunu nasıl kanıtlayabilirsin?"

"Eh?"

"Bu öfke, sadece kültürlerinin aşağılanması nedeniyle mi ortaya çıktı? Belki de müzik insanları rahatsız etti ve videonun formatı bu öfkeyi daha da artırdı?"

"Bu korelasyon, doğrudan ilgili insanlarla yapılan ayrıntılı araştırmalar ve sosyal deneyler ile ortaya çıkarılabilir."

"Şah mat, diyebilirim."

"Eh? …Ah."

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjMr6bl6BGUowmT3PGw4fe9v-gAoMqBRPIlDZMQsLRoaj8R31xRF2iBBOsio94_iEG1xU4txajzQ6V7il9xMLma0fjBSfDhB3IvPlBBl00XWJRJyUZ04AMFt1abCKl4jvmUBc0L_r60El98/s827/Chapter+3-2.png

Yomiuri-senpai donup kaldı, kadın ise gülümseyerek krepinden bir parça çaldı. Olgun ve bilgili yaşına hiç uymayan bir şekilde, çaldığı parçayı masum bir çocuk gibi çiğnemeye başladı.

"Bunu savunamazsın. Temelde, geçmiş edebiyatı incelemenin anlamsız olduğunu ve araştırmaların mevcut olaylara odaklanması gerektiğini kendin itiraf etmiş oldun. Ne yazık, bir dahaki sefere daha sağlam bir argüman hazırla, Yomiuri-kun."

"Urk…"

Yomiuri-senpai, hayal kırıklığı içinde başını tuttu.

Bundan sonra, Yomiuri-senpai çatalını hızla krepine sapladı ve büyük bir lokmayı yanağına tıkıştırdı. Suratını asarak hırsla çiğnemesi, onu çok daha çocukça gösteriyordu, ki bu beni gerçekten şaşırtmıştı. Az önceki soru-cevap düellosu ve şu anki hali, iş yerinde tanıdığım Yomiuri-senpai’den tamamen farklıydı. Bana her zaman üstünlük taslayan, rahat ve kendinden emin biri gibi davranırdı. Onun böyle köşeye sıkışmış ve söyleyecek söz bulamaz halde olduğunu görmek, tuhaf bir şekilde ferahlatıcıydı.

"Kudou-sensei, karşı taraf adına bu kadar çok itirazda bulunabilmenizin sebebi ne? Siz de beşeri bilimler fakültesinin bir parçasısınız." diye sordu Yomiuri-senpai.

Görünüşe göre bu bilgili kadının adı Kudou’ydu. Yomiuri-senpai ona "Sensei" diye hitap ettiğine göre, ya profesördü ya da doçent. Bir keresinde bir kitapta, belirli bir yaşa gelmeden profesör olunamayacağını okumuştum ve bu kadın o kadar yaşlı görünmüyordu.

"Aslında çok basit. Gerçek duygular ve söylenen sözler arasındaki farkı anlayabiliyorum."

"Anlıyorum… O halde, sizin nasıl bir argüman öne süreceğinizi merak ediyorum, Sensei."

"Ben ‘Yumuşak bilim olmanın nesi yanlış?’ sorusuyla başlardım."

"…Eh?"

"Evet, beşeri bilimlerin yumuşak bilim olarak sınıflandırıldığı doğru. Ancak, insanlığa katkı sağlamadığı iddiasına karşı çıkabilirsin. Doğa bilimlerinin araştırmaları ve ilerlemeleri, insanlığın refahını doğrudan etkileyip şekillendirir. Fakat ne yazık ki, insan mutluluğu doğrudan ölçülebilen bir değer değildir. Doğruluk ve mutluluk, ne yazık ki tüm insanlık için ortak bir eğilim göstermez. Örneğin, benim için şu an tatlı ve lezzetli krepler yemek, olabilecek en büyük mutluluk. Ancak dünyadaki insanların kaçta kaçı benimle aynı fikirde olur?"

"Bu dünyada çocuk sahibi olmak, insanlar arasında paylaşılan bir mutluluk olarak görülmüyor mu?"

"O halde, çocuk sahibi olmak istemeyenler asla gerçekten mutlu olamazlar mı diyorsun?"

"…Mantıklı bir nokta. Günümüzde çocuk sahibi olmak istemeyen insan sayısı bir hayli arttı."

"Aynen öyle. Mevcut durum itibarıyla, insanlığın mutluluğunun ne olduğu ya da insanlığın nasıl varlığını sürdürmesi gerektiği konusu son derece belirsizdir. Doğa bilimlerinin buluşları ve sonuçları bile ancak yüzeysel şeyleri başarabilir. İşte tam da bu yüzden, biz beşeri bilimler olarak bir yumuşak bilim ve aynı zamanda pratik bir bilim dalıyız. Eğer toplumun ve dünyanın çökmesini istemiyorsanız, çalışmalarımızı kabul etmelisiniz. Muhtemelen benim vereceğim cevap bu olurdu."

"Ahh, böyle düşündüğünüzde…"

"Ülkeler arası iletişime dikkat çekmek kötü bir girişim değildi. Eğer beşeri bilimlerin bir yumuşak bilim olduğunu kabul edip ardından sunduğu değeri vurgulamış olsaydın, çok daha etkili bir argüman geliştirebilirdin."

"Gerçekten ilginç… Çok teşekkür ederim, Kudou-sensei." Yomiuri-senpai başını nazikçe eğerek iç çekti. "Ahh, gerçekten de size karşı kazanamam."

"Hayır. Yomiuri-san, sen harikaydın. Ben en başından itibaren hiç takip edemedim bile."

"Değil mi, değil mi~?"

"Hey, siz ikiniz! Bu tartışmanın sizinle ilgisi yokmuş gibi davranmayın. Size pahalı krepler ısmarlıyorum, o yüzden beni eğlendirmek zorundasınız. Şimdi, bir sonraki tartışma konumuz…"

"Ehh, Yomiuri-san’a karşı kazanma şansımız sıfır!"

Üniversiteli kızlar umutsuzca inledi. Yomiuri-senpai’ye gelince, konu değişir değişmez, muhtemelen hayal kırıklığını gizlemek için bakışlarını arkadaşlarından kaçırdı. Bunu yaparken de tesadüfen—ya da durum göz önüne alındığında pek de tesadüfi olmayan bir şekilde—gözleri benim durduğum yöne kaydı. Sonra da doğrudan benimle göz göze geldi.

"Eyvah," diye düşündüm.

Konuşmalarının bazı kısımlarını yanlışlıkla duymuş olabilirim ama nesnel olarak bakarsak, yaptığım şey düpedüz kulak misafirliği idi. Ortada ahlaki olarak çok savunulabilir bir durum yoktu. Ancak Yomiuri-senpai anında benden gözlerini kaçırdı ve bileğindeki saate baktı.

"Üzgünüm, Kudou-sensei, part-time işime gitmem gerekiyor."

"Tabii, buyur. Ödeme konusunda endişelenme."

"Beni ağırladığınız için çok teşekkür ederim."

Yomiuri-senpai kibarca eğilip çantasını omzuna attı ve mağazadan çıktı. Yanımdan geçerken bana belli belirsiz baktı. Bu bakıştan çok, bir mesaj gibiydi. Anlamıştım—beni takip etmemi istiyordu. Hemen ardından peşine düştüm.

Birkaç dakika sonra, krep dükkânı görüş alanımızdan çıkınca, sessizliği bozan ben oldum.

"Özür dilerim, az önce olanlar için."

"Özür dilediğine göre, suçunu kabul ediyorsun, değil mi?"

"Tamam, bir saniye. Bu bir yanlış anlaşılma. Bilerek yapmadım."

"Yani pes etmeyi bilmeyen bir suçlusun. …Gerçi beni takip etmiyordun gibi duruyor."

"Bana olan güveniniz için müteşekkirim."

"Sen oldukça zeki birisin, eğer gerçekten birini takip edecek olsan daha sinsi bir yöntem bulurdun."

"Bu tür bir güvene gerçekten ihtiyacım yoktu, tamam mı?" diye homurdandım. Bu ağır eleştiriler karşısında çantamı açıp içindeki referans kitaplarını gösterdim. "Az önce yaz dersinden çıkıyordum. Yakındaki hazırlık okuluna gidiyorum."

"Ahh, anlıyorum, dostum."

"Vay be, ne kadar güven ve rahatlık dolu bir kelime seçimi."

"Yani beni beklemiyordun ama yine de konuşmamı dinledin, öyle mi?"

"Bu… şey…"

Beni tuzağa düşürmüştü. Kendi hazırladığı soruya düpedüz yakalanmıştım ve cevap veremez halde kalakaldım. Bunu gören Yomiuri-senpai kahkahayı bastı.

"Şaka yapıyordum. Az önce beni rezil halde gördüğün için biraz intikam almak istedim. Hadi, gidelim."

"Ah, tamam."

Aceleyle bisikletten indim ve Yomiuri-senpai’nin yanında yürümeye başladım, bisikleti iterek ilerledim. Ona kısa bir bakış attım. Güzel siyah saçları, düzgün ve özenli kıyafetleriyle, beyaz güneş ışığının altında adeta soylu bir kadını andırıyordu. Akşamüstüne yaklaşıyor olmamıza rağmen, ortalık öğlen vakti kadar parlak ve güneşli görünüyordu. Geçen ay sinemaya gittiğimizde gece olmuştu ama bu kıyafetler onu her zamankinden daha zarif ve düzenli gösteriyordu.

"Mantığımın yerle bir olup hayal kırıklığına uğradığım anı izlediğini hiç düşünmemiştim. Bir üst sınıf öğrencisi olarak gururum büyük bir darbe aldı."

"Yok, öyle değil…"

Sana en başından beri saygı duymuyordum ki. Neredeyse ağzımdan çıkacak bu sözleri son anda yuttum. Ancak, daha önce söylediğim şeyin altındaki anlam Yomiuri-senpai’ye geçmiş gibi görünüyordu, çünkü bana keskin bir bakış attı. Kendimi milyonlarca iğneyle delinmiş gibi hissedince hemen konuyu değiştirdim.

"Bu arada, az önceki kişi kimdi?"

"Kudou-sensei’yi mi diyorsun?"

"Evet, onu."

"Junior-kun tam da senden beklenecek bir şey. Üç tane genç üniversiteli kız vardı ama sen gözünü olgun kadına diktin."

"Onun yaşından bahseden asıl kaba olan sen değil misin?"

"Kadınlar arasında bu tür şeyler söylenebilir, Junior-kun."

Acaba bunu da Kudou-sensei’den mi öğrenmişti? Tabii ki bunu sormaya cesaret edemedim. Bugün zaten fazlasıyla başımı belaya sokmuştum, daha fazlasına gerek yoktu.

"Kudou-sensei benim üniversitemde doçent. Yaşından tahmin etmişsindir, değil mi?"

"Evet, az çok. Ama şu an yaz tatilinde değil misin? Normalde profesörlerinle böyle pancake yemeye mi çıkarsın?"

"Bazen bizi davet eder. Ama aslında pek fazla kişi onun davetini kabul etmez."

"Demek sen farklısın. Yani, öyle mi diyorsun, Sayın Öz-Farkındalık Abidesi?"

"Bu yorumuna 50 puan veriyorum."

"Şimdi de rahatsız mı oldun? Normalde hep böyle dalga geçersin benimle."

"Bari Sayın Öz-Farkındalık Abidesi de, sonuçta ben bir kadınım."

"Rahatsız olduğun şey bu mu?"

Görünüşe göre "öz-farkındalık abidesi" olarak anılmaktan pek şikâyeti yoktu.

"Üniversitede ben aslında çalışkan grubun içindeyim. Senin yanındaki halimle kıyaslayınca bunu hayal bile edemezsin, değil mi?"

"Zeki biri olduğunu biliyorum, bu yüzden çok da büyük bir şaşkınlık yaratmadı… Sadece, her zaman daha yüksek bir seviye olduğunu görmek etkileyici geliyor."

"Kudou-sensei tamamen başka bir dünyada yaşıyor gibi."

"Ben sadece o sahneyle pek bir şey anlayamadım."

"Genelde hep öyledir. Sanki dipsiz bir kuyudur ve ne düşündüğünü anlamak çoğu zaman zor olur~"

"Bu tam olarak benim gözümde senin nasıl göründüğün gibi, Yomiuri-senpai."

Benden daha büyük, her zaman bir şeyleri gizleyen ve onu tam anlamıyla anlamama asla izin vermeyen bir kız. Ne kadar bilgili ve zeki olduğu düşünülürse, sanki beni avucunun içinde oynatıyormuş gibi hissediyorum. Belki de aramızdaki yaş farkının bilincinde olduğumdan dolayı böyle tepki veriyorumdur. Belki de bu tamamen normaldir. Eğer bir gün Yomiuri-senpai ile aynı seviyede olsaydım, onu gerçekten anlayabilir miydim? Bunu düşünürken, Yomiuri-senpai dürüst bir ifadeyle konuştu.

"Ehh, bunu istemem."

"Neyi istemezsin?"

"Günün birinde beni alt etmeyi düşünüyorsun, değil mi?"

"Ha?"

Söylediklerini tam olarak kavrayamadan aptalca bir ses çıkardım.

"Cahil ve zekasız olmak sinir bozucu olur, değil mi? Günün birinde sana anlatırım."

"Eğitim hep böyle bir savaş mıydı?"

"Ben böyle eğleniyorum. Bunu beklemiyor muydun?"

"Hayır, gayet mantıklı aslında."

Dışarıdan bakınca, düzenli ve kitap kurdu bir kız gibi görünüyor, edebiyat okuyarak bilgi edinmeye çalışan biri. Ama aynı zamanda genç bir kızın asi ruhuna da sahip. İşte Yomiuri Shiori böyle biri.

"Ama böylesine uzun ve ciddi bir tartışma yapmak yorucu olmuyor mu?"

"Tabii ki yorucu. Mantığının çökmesini engellemek için her zaman tetikte olmalısın ve asla gevşeyemezsin. Üstüne, Kudou-sensei en ufak bir mantık hatasını bile anında yakalayan biri. O kadar stresli ve yorucu ki, part-time işimden önce böyle bir şeyle uğraşmak istemem doğrusu."

"Buna rağmen oldukça hevesliydin."

"Eğer bir şey yapıyorsam, tam güçle yaparım. Ama tabii ki sinir bozucu. Neyse ki yorulunca enerjimi farklı bir şekilde geri kazanabiliyorum."

"Nasıl bir şekilde?"

"Seni kızdırarak. Bu sayede bol bol enerji ve HP geri kazanıyorum. Ahh, seninle konuşmak gerçekten rahatlatıcı, Junior-kun."

"Başka insanların masumiyetini sömürüyorsun resmen."

"Benim rahat koltuğum olduğun için sağ ol, delikanlı~" dedi, yaşlı bir kadın gibi konuşarak. Bir elini bisikletimin sepetine koyup sendeleyerek yürüyormuş gibi yaptı.

"Umm." Ona beni bir baston gibi kullanmayı bırakmasını söyleyecektim ama kendimi durdurdum.

Anladım. İşte Ayase-san ve Yomiuri-senpai arasındaki en büyük fark bu. Dar sokaktan çıkıp ana caddeye ulaştığımızda, kitapçı tam önümüzdeydi ve ikimiz de buraya birlikte yürümüştük. Yomiuri-senpai, Kudou-sensei’nin yemek davetini ne kadar zahmetli olursa olsun geri çeviremiyor ve tartışmaya da katılıyor. Tabii ki, bu tartışmalardan kendisi için önemli bir fayda sağlıyordur, ama normalde fiziksel ve zihinsel yorgunluktan kaçınmak istersin. Buna rağmen, her iki tarafı da dengede tutabiliyor olması gerçekten etkileyici.

Benim durumumda ise, onun kendi rahatlığı için yaptığı her şeyi affedebileceğimi düşünüyorum. Bazen karmaşık ve mantıksız çıkarımlarla gelse bile, sohbet o kadar eğlenceli ki bunları görmezden gelebiliyorum. İnsan, yanında rahat hissedebileceği ve gerektiğinde kendi avantajına kullanabileceği biri olduğunda, hem çalışkan hem de tembel yanını dengeleyebilir. Belki de Ayase-san’ın böyle biri olsaydı, her şey çözülürdü?

"Ah…"

Tam bunu düşünürken, Yomiuri-senpai ile birlikte kitapçıya girdik ve aynı anda içeri giren Ayase-san ile karşılaştık. Bugün yaşanan bir başka tesadüf gibi görünüyordu, ama aynı vardiyada çalıştığımız için aslında bu hiç de olağanüstü bir durum değildi.

"Yaho, Saki-chan!"

"Mm. Ah, evet, merhaba. Siz ikiniz birlikte miydiniz?"

Ayase-san için bu karşılaşma oldukça beklenmedik görünüyordu. Evdeki gibi sakin ve soğukkanlı bir tepki verdi ama ardından hemen sıcak bir gülümseme takındı. Bu değişimi fark etmeyen tek kişi Yomiuri-senpai idi.

"Dershanenin orada tesadüfen karşılaştık, değil mi Junior-kun?"

"Uhm… evet, öyle oldu."

Cevabım biraz gecikmişti. Bunun bir tesadüf olup olmadığı önemli değildi, ama Ayase-san’ın bu duruma tanık olması beni rahatsız hissettirdi. Belki de onun hakkında çok fazla düşündüğüm içindir. Ortada yanlış bir şey yapmamış olmama rağmen kendimi aciz hissettim.

"Sadece tesadüf ha? Anladım."

Ayase-san, Yomiuri-senpai’nin sözlerini yavaşça tekrarladı sanki kelimeleri sindiriyormuş gibi, ardından gülümsedi.

"Ama yine de iş dışında bile buluşabilecek kadar yakın olsanız bile, ailesi olarak Asamura-kun’un Yomiuri-san gibi harika biriyle olması beni rahatlatır."

"Ehhh? Saki-chan, sen de iyi şaka yapıyorsun ha."

"Sadece senin bana sağladığın harika rehberliğinin bir sonucuyum, Senpai, fufu."

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhw2McmttOpljNOaTavlbeUk6G225sJKI-_DPeYV4_pVWWKjJow_g9A8AWr_FzwYzfylw8qZZErlpxZhQBC6sS36geniv2Krgydpfe8lKehDLflPv3zhyphenhyphenm_vIwr0BfuWj5YARUtPLl-Zf9Y/s1000/Chapter+3-3.png

Ayase-san nazikçe omuzlarını sallayarak kıkırdadı.

Bu, onun yüksek uyum yeteneğinden beklenebilecek bir şey sanırım. Yomiuri-senpai ile sohbet etmeyi çoktan ustalıkla öğrenmiş gibi görünüyordu. Ama bana garip gelen bir şey vardı. Ayase-san daha önce böyle bir şey yapmış mıydı? Yani, pek de yakın olmadığı bir yabancının ilişkileri hakkında bu kadar rahat şakalaşmış mıydı?

Bu düşünce aklımı kurcalarken ve havuz hakkında yaptığımız konuşma da zihnimdeyken, Ayase-san ile konuşmak istediğim bir sürü şey olduğunu fark ettim. Bunları iş sırasında açmaya karar verdim. Ancak daha önce de olduğu gibi, bugün de zamanlama inanılmaz kötüydü.

Benim elim biraz boş kaldığında, Ayase-san kasa işlemleriyle meşguldü. Ben kitap kaplarını katlarken, o rafları kontrol etmek için çıkmıştı. Mola zamanı geldiğinde ve “Narasaka-san’dan bir yanıt aldın mı?” diye sorduğumda, sadece başını iki yana salladı ve dışarı içecek almak için çıktı. Beni bilerek mi görmezden geliyordu?

Zaman hızla geçti ve ayrılma saatimiz geldi. Çıkış için hazırlıklarımı tamamlayıp her zamanki gibi Ayase-san’ı bekledim. Ama soyunma odasından çıkan tek kişi Yomiuri-senpai oldu.

"Ah, Junior-kun. Saki-chan sana bir şey söylememi istedi. Görünüşe göre bir yere uğrayacakmış, bu yüzden onsuz eve gidebilirsin."

"Eh?"

Bir an afalladım. Bundan hiç bahsetmemişti, değil mi? Panikle telefonumu kontrol ettim ama Ayase-san’dan ne bir mesaj ne de bir e-posta gelmişti. Tam şaşkınlık içinde beklerken telefonum titredi. Panikle ekrana baktım ve sadece tek bir satır gördüm:

"Bir şeyler almak için alışveriş yapacağım, bu yüzden eve bensiz dönebilirsin."

LINE üzerinden gelen tek mesaj buydu. “Anladım.” diye cevap verdim. Saat 22:00’den sonra bile açık olan mağazalar elbette vardı, ama belki de benim yanımda almak istemeyeceği bir şey satın alıyordu? Yine de bu kadar aniden olması beni meraklandırdı. Sanki beni gerçekten görmezden geliyormuş gibi geldi. Yok, hayır, hayır. Böyle bir şey mümkün mü ki?

Bütün bunları düşünerek bisikletimi sürüp hızla apartmana ulaştım. Bisikletle eve ne kadar çabuk varabildiğimi bir kez daha fark ettim. Ama gerçekten eve bu kadar hızlı dönmek istiyor muydum? Cevap bariz bir şekilde hayırdı. Son birkaç haftadır Ayase-san ile birlikte eve dönmeye iyice alışmışım.

Bisikletimi her zamanki yerine park edip daireye çıktım. Bugün pazartesi olduğu için babam çoktan eve gelmiş olmalıydı. Muhtemelen erken kalkacağı için uyuyordu. Akiko-san ise büyük ihtimalle hala işteydi. “Ben geldim.” diye sessizce mırıldandım ki babam uyanmasın, ardından oturma odasına yöneldim.

Normalde, bu saatlerde Ayase-san akşam yemeğini hazırlıyor olurdu. Ama… Ona her zaman güvenemem, değil mi?

Buzdolabını açtım ve içeride biraz salata buldum. Yanında plastik streç filmle kaplanmış küçük bir tencere vardı.

"Miso çorbası, ha?"

Ayase-san’ın da yakında geleceğini düşünerek iki kase çorba ve iki porsiyon pirinç hazırladım. Ana yemek olarak ne yapmam gerektiğini düşünerek tekrar dolabı ve dondurucuyu kontrol ettim. Orada küçük plastik paketler buldum.

"Bunlar da ne?"

Dışarı çıkardığımda, bunların pişirilmiş ve dondurulmuş pilav olduğunu fark ettim. İçinde koyu renkli et suyu ile pişirilmiş pirinç, doğranmış shiitake mantarları, havuçlar ve başka malzemeler vardı.

Tam o sırada kapı açıldı.

"Ben geldim."

Arkamı döndüğümde, Ayase-san’ın içeri girdiğini gördüm.

"Ne? Ah, akşam yemeği… Üzgünüm, hemen hazırlarım." dedi aceleyle.

"Ah, hayır, sorun değil. Bugünlük ben yapayım dedim. Ama şey, bu ne peki?" Plastik kap içindeki pişirilmiş pirinci ona gösterdim.

Hayatımın büyük bir kısmını pilav pişirme fikrinden bihaber geçirdiğim için, daha önce hiç pişmiş pirinci dondurmayı düşünmemiştim.

"Ah, onu önceden hazırladım. Sadece mikrodalgada ısıtman yeterli."

"…Kaç dakika?"

"Mikrodalganın üstünde yazıyor."

Bunu söylediğinde, aslında ne demek istediği hakkında hiçbir fikrim yoktu, bu yüzden mikrodalgayı kontrol ettim. Üzerinde, farklı yiyecek türlerini ısıtmak için önerilen sürelerin olduğu bir liste vardı.

"Ah, bu mu?"

Bir kâsenin içinde pilav resmi vardı ve üzerinde "Isıt" yazıyordu. Bu mikrodalgayı beş yıldır kullanıyorduk ama ben bu simgeyi daha önce hiç fark etmemiştim. Dondurulmuş kabı mikrodalgaya koyup başlat düğmesine basmak üzereydim ki…

"Ah, dur. Kapağını çıkar."

"Neden ki?" diye sordum, kafam karışmış bir şekilde.

"Eğer kapağı kapalı bırakırsan, içindeki buz erir ve pilav yapış yapış olur. Öyle sevmem."

"…Anlıyorum?"

Aslında tam olarak nedenini bilmiyordum ama eğer böyle daha iyi oluyorsa, ona güvenmeye karar verdim. Pilavı ısıtırken, Ayase-san buzdolabından çıkardığı miso çorbasını hazırlamaya başladı. Özel pilavın yanında tofu miso çorbası ve salata da vardı. Ayase-san ayrıca buzdolabından birkaç domates çıkardı, küçük küçük doğradı ve salatanın üzerine koydu. Marul, lahana ve doğranmış turpun yeşiliyle salatanın beyazı ve domatesin kırmızısı karışınca oldukça renkli ve iştah açıcı bir görüntü oluştu.

"Gerçekten güzel görünüyor."

"Japon temalı bir aile yemeği yaparken, genellikle yemekler kahverengimsi bir renkte olur. O yüzden biraz domates ya da biber eklersen, daha renkli görünmesini sağlar."

Biberler, kırmızı, turuncu, sarı ve hatta yeşil tonlarda olabilen sebzelerdi. Bir keresinde internette araştırmıştım. Üstelik acı biberler gibi değillerdi; iyice yıkandıklarında çiğ olarak bile yenebilirlerdi. Ayase-san ailemizin yemeklerinden sorumlu olmaya başladığından beri, yemeklerde giderek daha fazla ilginç fikir ve tarif görmeye başlamıştım. Ya da belki de benim ve babamın mutfak bilgisi fazlasıyla eskiydi. Ama brokoli ya da karnabaharı bir kenara bırakırsak, Romanesco gibi daha egzotik sebzeleri günlük hayatta pek sık göreceğinizi sanmıyorum.

"Bayağı yenilikçi tarifler var, ha?" Yemekleri her zaman yiyip hiç düşünmemekten dolayı biraz suçluluk hissetmeye başlamıştım.

"Bana sorarsan o kadar da büyük bir şey değil."

"Yok yok, her zaman minnettarım. Gerçekten. Yüksek maaşlı yarı zamanlı iş aramaktan zaten vazgeçtim, bu yüzden hep alan tarafta olduğum için kendimi suçlu hissediyorum."

"Bana ders çalışırken dinlemek için uygun müzik bulduğun için ben zaten minnettarım. Yani eşitiz." Ayase-san sakin bir gülümsemeyle cevap verdi.

Böyle anlarda, son birkaç gündür içimde biriken gerginliğin tamamen ortadan kaybolduğunu hissediyordum. Sonrasında, Ayase-san küçük çaydanlığa biraz çay yaprakları koydu. Bunu görünce dolaptan iki çay fincanı çıkarıp önüne koydum. Çayı demledikten sonra her birimizin fincanına doldurdu, böylece akşam yemeğimizin yanında içecek bir şeyimiz olmuş oldu.

Isıtılmış pilav, et suyuyla mükemmel bir uyum içindeydi ve gerçekten lezzetliydi. Üstelik, Ayase-san’ın dediği gibi pilav yapışmamıştı, bu da yemeği daha keyifli hâle getirmişti.

"Eğer yetmezse, dondurucudan bir paket daha ısıtabilirsin."

"Hayır, saat zaten geç oldu. Bu kadar yeterli."

Duvara asılı saate baktığımda, neredeyse 23:00 olduğunu gördüm. Yemeğimi yedikten sonra duş alıp uyumalıydım. Üstelik, Ayase-san her zaman benden sonra banyo yapıyordu, bu yüzden ne kadar geç kalırsam, o da o kadar geç uyuyacaktı. Ama yine de, oldukça rahatlatıcı bir akşam yemeği olmuştu. Şu an tereddüt ediyordum. Sanki bugünü, öğleden sonra yaşadığımız şeyi tamamen görmezden gelerek kapatmak istiyordum. Ama içimde bir sıkıntı vardı. İç çekerek kendimi zorlayıp konuşmaya başladım.

"Şey… Narasaka-san ile havuz meselesi hakkında."

"Hâlâ mı konuşuyoruz bunu?"

"Yani, hâlâ ondan bir yanıt almadım. Eğer benim cevabımı bekliyorsa, onu daha fazla bekletmek kabalık olur diye düşündüm."

"…Tamam, söyleyeceğim." Ayase-san sinirli bir ifadeyle telefonunu masadan aldı ve Narasaka-san’ın iletişim bilgilerini aramaya başladı.

"Bekle." Avucumu kaldırarak onu durdurdum.

Ayase-san bana şaşırmış bir ifadeyle baktı.

"Aslında Narasaka-san’ın iletişim bilgilerini umursamıyorum."

"…Ne?"

"Daha doğrusu, Narasaka-san ile havuza gitmekle pek ilgilenmiyorum."

Ayase-san’ın şüpheli bakışı yerini tam anlamıyla kafa karışıklığına bırakmıştı. Yüzünde “Bu çocuk ne diyor?” ifadesi vardı—ya da belki de, sadece beklemediği bir şey söylediğim için böyle tepki vermişti. Ama ona haksızlık edemem, çünkü birazdan onun hiç beklemeyeceği bir şey daha söyleyecektim.

Ayase-san’ın havuza gitmek istememesini anlayabiliyordum. Onun özgür iradesine saygı duymam gerekiyorsa, fikrini değiştirmesini beklemeliydim. İnsanların fikirlerini hiçe sayanlar, kendi hikâyelerine saplanıp kalmış egoistlerden başka bir şey değildir. Gerçeklik bir hikâye değil, bu yüzden böyle bir davranış sadece zehirli olur ve başkalarına zarar verir. Bunu biliyorum. Ama bu, onun için endişelenemeyeceğim anlamına gelmez.

"Seninle havuza gitmek istiyorum, Ayase-san."

"Anlamıyorum." Ayase-san uzaylı görmüş gibi bir ifadeyle baktı—gerçi hiç uzaylı görmediğim için gerçekten öyle mi olurdu bilmiyorum—ama kesinlikle o tür bir bakıştı.

Ben ise buna aldırmadan devam ettim.

"Gitmek istediğimi söyledim çünkü belki sen de gitmek istiyorsundur diye düşündüm. Narasaka-san’ın iletişim bilgilerini öğrenmek istememin sebebi de buydu. Belki de eğlenen tek kişinin ben olmamdan dolayı kıskanırsın diye düşündüm."

"Ben mi?"

"Evet, sen."

"Neden kıskanayım ki?" Ayase-san tamamen konuşmanın bağlamını kaybetmiş gibiydi.

Eğer sadece farkında olmadığı hisleriyle örtüşseydi, belki de biraz rahatlayabilirdim.

"Havuza gitmek istiyorsun, değil mi?"

Ayase-san’ın ağzı kapandı ve sanki kelimeler dökülmesin diye dudaklarını bilinçli olarak mühürledi.

"Akiko-san’dan duydum. Sıcağa dayanamadığın için küçükken hep dondurma istermişsin ya da onunla havuza gitmek için yalvarırmışsın, değil mi? Ve hâlâ sıcağa pek dayanamazsın, değil mi?"

"Bu…"

"Doğru, değil mi? Klima bozulduğunda hemen odana kapanmıştın. Böyle biri olarak, arkadaşlarınla havuza gitmek istemen gayet doğal olmaz mı?"

"Neden bu kadar ısrar ediyorsun?"

"Babamın ne dediğini hatırlıyor musun? Üçüncü sınıfa geçtiğimizde üniversite sınavlarına odaklanmak zorundayız, o yüzden şimdiden biraz eğlenmeliyiz demişti."

"Evet, öyle demişti…"

"Bağımsız olmak istediğini anlıyorum, bir an önce kendi ayaklarının üzerinde durmak istiyorsun. Ama eğer her gün bu kadar stres yapar ve kendini baskı altında tutarsan, hedefinize ulaşamadan önce yıkılırsın. Bundan endişeleniyorum, tamam mı?"

"Endişeleniyorsun…?"

"Evet. Biraz geri adım atmanı istiyorum, Ayase-san. Kanatlarını açıp biraz dinlenmenin senin için en iyisi olacağını düşünüyorum."

Söylemek istediklerimin hepsini söylemiştim. Şimdi tek yapabileceğim, Ayase-san’ın cevabını beklemekti.

"Bunu kesin olarak söyleyemezsin." Ayase-san bakışlarını masaya indirdi, kaşları çatılmıştı. "Havuza gidecek zamanım yok. Gerçekten yok."

"Ayase-san…"

Dudaklarını sımsıkı kapatarak masanın üzerindeki bir not kâğıdına uzandı. Telefonundan okuduğu bir şeyi hızlıca yazdı ve kâğıdı önüme, neredeyse masaya vururcasına sert bir şekilde bıraktı.

"Şimdi ders çalışacağım." dedi ve bulaşıklarını lavaboya bırakıp odasına geçti.

"Olmadı, ha…?" İç çekerek gözlerimi not kâğıdına indirdim.

Üzerinde bir telefon numarası ve aceleyle ama düzgün olmayan bir yazıyla yazılmış "Maaya" ismi vardı. Bu, büyük ihtimalle Narasaka-san’ın numarasıydı.

"Tek başıma neden gideyim ki…?" Omuzlarımı düşürerek iç çektim ve bulaşıkları temizledikten sonra odama döndüm.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


21   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   23