Uyandıktan sonra yatağımda kendi kendime düşünerek öylece yatmaya devam ettim. Dün hata mı yaptım?
"Büyük ihtimalle yaptım, değil mi?"
Tavanıma doğru mırıldandığım ses kimsenin kulağına gitmedi, sadece bana geri döndü. Başımı yana çevirip saate baktım. Öğleni geçmişti ama hâlâ biraz uykuluydum. Dünkü olaylar yüzünden ve gece boyunca bunları düşünüp durduğumdan pek uyuyamamıştım. Ayase-san’ın bu katı ve kalın derili bilincini nasıl kırabilirim? Çünkü Ayase-san’ın zihni hem keskin hem de sağlamdı ama aynı zamanda kırılgan da…
Son iki aydır Ayase-san’la birlikte yaşıyordum ve en azından onun hakkında pek çok şey öğrenmiştim. Özellikle de her gün part-time işte birlikte çalıştığımız için. Eğer tahminde bulunmam gerekirse, Ayase-san’ın düşünce süreci muhtemelen şöyle işliyordu:
Çocuk olmak, sana şeylerin bedava verilmesi demekti. Yani, daha çok alan tarafta oluyordun. Çocukken, diğer çocuklar gibi o da annesinden dondurma istemiş, havuza götürmesini rica etmişti. Hep bir şeyler istemişti. Bu gayet normaldı ve olması gereken buydu. Ama Ayase-san böyle hissetmiyordu. Asıl önemli olan da buydu işte.
Ailesinin durumu yüzünden, Ayase-san çocukluk günlerini ilkokulun sonlarında erken bitirmek zorunda kalmıştı. Artık çocuk kalmasına izin veremezdi kendine. Dünya vermek & almak ilişkisiyle işlerdi ama o, bilinçli bir şekilde bu terazide veren tarafı seçmişti. Küçük bir çocukken sürekli alan tarafta olduğu için annesine yük olduğunu sanıyordu ve bunun telafisini yapmak istiyordu.
Bir an önce büyümek ve annesinin yükünü hafifletmek istiyordu. Ona bir şeylerin bedava verilmesi, onu çocuk olduğu o karanlık geçmişine geri götürüyor olmalıydı. Kendini birazcık bile bencilce bir şey isterken yakalarsa, annesinin yükünü artıracağını düşünüyordu. Ne kadar da ironik… Çünkü Akiko-san bana bunun tam tersini söylemişti:
"Onun çocuk olarak biraz daha uzun kalmasını isterdim."
Bu sözleri hatırlamak bile içimi sıkıştırıyordu. Birbirlerini bu kadar önemsemelerine rağmen, yanlış şeyler istemişlerdi. Anne, kızının çocuk olarak biraz daha uzun kalmasını istiyordu. Kız ise bir an önce yetişkin olmak istiyordu.
İkisini de mutlu etmek imkânsızdı. Sonuçta istekleri çelişiyordu ve artık bir uzlaşma bile mümkün görünmüyordu. Çünkü Ayase-san hâlâ bir çocuktu.
Belki de, şu anki Ayase-san, Akiko-san’la konuşarak ve birbirlerine uyum sağlayarak bir orta yol bulabilirdi ama Ayase-san tüm bunları yutup yetişkinliğe adımlarını erken atmıştı. Yüklerini olabildiğince erken sırtlanmaya çalışmış ve bunun sonucu olarak kendini suçlamaktan ibaret bu çarpık düşünce yapısına hapsolmuştu.
Bu yüzden rahatlayamıyordu, masumca eğlenemiyordu.
Kendi kendine, sadece havuza gitmek gibi dürüst bir isteği bile affedemiyordu.
"Havuza gidecek zamanım yok. Gerçekten yok."
Ayase-san bu sözleri söylerken ifadesi her zamanki gibi kayıtsızdı ama sesi sanki bir rol yapıyormuş gibi geliyordu. Aslında hiçbir şey söyleyememem benim hatam. Eğer bir hikâye kahramanı olsaydım ve Ayase-san’ı ikna etmek için daha dramatik bir sahne seçseydim, belki de bu konu hakkındaki düşüncelerini değiştirebilirdi...
Hayır, bu doğru değil.
Gerçeklikten böyle kaçmamalıyım. Eğer ona gerçekten yardım etmek istiyorsam, daha sağlam bir planla gelmem gerekiyor. Tam bunları düşünürken, alarmım çaldı. Artık kalkma vaktim gelmişti. Alarmı kapattıktan sonra yavaşça yataktan doğruldum.
Kahvaltı ve öğle yemeği arasındaki bir vakitte kalkmıştım. Oturma odasına geçip ne yapacağımı düşündüm. Ne yesem? Yoksa öğle yemeğini mi beklesem? Normalde Ayase-san, babam işe gitmeden önce kahvaltıyı hazırlamış olurdu ama bugün hâlâ uyuyordu gibi görünüyordu. Bunun kanıtı da yemek masasının bomboş olmasıydı. Bazen böyle durumlar yaşanabiliyordu. Sonuçta Ayase-san’ın her zaman kahvaltıyı hazırlamasına güvenemeyiz. Hatta dönem sonu sınavlarımız olduğu zamanlarda bile babam ve Akiko-san, onun kahvaltıyı hazırlamasına izin vermemişlerdi.
Ama benim midem açtı. Belki bir dilim ekmek kızartabilirdim. Tam ne yapacağıma karar vermeye çalışırken, oturma odasının kapısı açıldı.
"…Ah."
"Günaydın, Ayase-san."
"…Günaydın."
Oldukça uykulu görünüyordu. Göz kapakları tam olarak açılmamış gibiydi. Evdeyken bile koruduğu o kendinden emin havası tamamen kaybolmuştu. Üzerine giydiği kıyafetler bile her zamankinden daha dağınıktı. Hem saldırı hem de savunma gücü ciddi oranda düşmüştü.
"Pek uyuyamadın mı?"
"Biraz uyudum… sabah altıdan sonra."
Buna gerçekten "uyumak" denilebilir mi bilmiyorum. O saate geldiğinde hava çoktan aydınlanmış olmalıydı. Resmen sabahlama bölgesine girmişti.
"Biraz daha uyusan nasıl olur? Akşama kadar işe gitmemiz gerekmiyor."
"İyiyim ben. …Şu an saat kaç?"
Başını çevirip duvardaki saate baktı. Gözleri hâlâ mahmurluk içindeydi ama bir anda kocaman açıldı.
"Ha…? Bu kadar mı geç olmuş…?"
Bunu söylerken gözleri yemek masasına kaydı.
Tabii ki, orada hiçbir şey yoktu.
"Eyvah… Acaba bir şeyler yiyebildi mi?"
"Merak etme, ekmek yemiş gibi görünüyor."
Lavaboda, üstünde ekmek kırıntıları olan bir tabak vardı. Belli ki babam bulaşık makinesine koymaya bile vakit bulamamıştı ama en azından tereyağı ya da reçel gibi yediği şeyleri buzdolabına geri koymuştu. Zaten Ayase-san ve Akiko-san buraya taşınmadan önce bizim kahvaltılarımız genelde böyle olurdu. Hatta bazen hiç kahvaltı yapmadığımız bile olurdu. Bu yüzden Ayase-san’ın kendini suçlu hissetmesine gerek yoktu.
Onu rahatlatmaya çalıştım ama sözlerim sanki kulağına bile gitmedi. Kendi hatasına sinirlenmiş gibi, dudaklarını sıkıca ısırdı.
"İlk defa bu kadar fazla uyuyorum…"
"Belki de yorgunluğun birikmiştir? Biraz daha dinlenebilirsin, sorun değil."
"Bu… Çok üzgünüm! Asamura-kun, sen daha hiçbir şey yemedin. Hemen bir şeyler hazırlarım!"
Ayase-san tamamen kafası karışmış haldeydi. Üstelik gözlerinin altındaki morluklar da pek iç açıcı görünmüyordu.
"Ayase-san." Sesimi biraz daha sert çıkardım.
"E-ve…t…?"
"Kaçmadan beni dinlemeni istiyorum."
"Eh… um, nedir?"
"Dinle. Buraya ilk taşındığında bana ne dediğini hatırlıyor musun?"
Şaşırmış bir ses çıkardı. Demek ki hâlâ hatırlıyordu.
"…’Bu kadar kolay uyum sağlayabilmemiz gerçekten iyi oldu’…?"
Başımı salladım. Tam olarak buydu. O zaman ilk defa birbirimize açık olmuştuk. Birbirimize karşı dürüst olup beklentilerimizi paylaşmış, ona göre uyum sağlamaya karar vermiştik. Bu yüzden konuşmaya devam ettim.
"Şu an senin tamamen uykusuz olduğuna karar verdim, Ayase-san. Bunu inkâr etmeye çalışabilirsin, karşı argümanlar üretebilirsin ama gidip kendine aynadan bak. Bu halde yemek hazırlamanı istemiyorum. Gerçekten kendine zarar vereceğinden endişeleniyorum. Sandalyeye oturabilirsin, yemeği ben yapacağım. Bu, tamamen benim dürüst bir fikrim."
"Urk… Ama yemek yapmayı benim üstleneceğimi söylemiştim."
"Kural kuraldır ama bazen de duruma göre esneklik göstermek gerekir. Bugün senin görevin yemek yapmak değil, düzgünce dinlenmek."
"A-ama…"
"Bunu normalde söylemezdim ama sen kendin söyledin, değil mi? Daha önce hiç bu kadar fazla uyuduğun olmadı, öyle değil mi?"
"…Hayır."
"Öyleyse bu alışılmadık bir durum. Her zaman yaptığın şeyi zorla yapmak zorunda değilsin. Hadi, otur biraz. Ya da istersen geri dönüp biraz daha uyu." dedim. Sonra Ayase-san’ın her zaman oturduğu sandalyeyi çekip ona yer açtım.
Yer, gıcırdayan bir ses çıkardı.
"Sadece biraz uykusuzum, tamam mı?"
"Biliyorum, ama uykusuz bir Ayase-san’ın bu sandalyeye oturma hakkı var, hadi."
"…Tamam." Ayase-san, sonunda pes etmiş gibi görünüyordu. Sandalyeye oturdu.
Sanırım Ayase-san’ı ilk defa bu kadar güçsüz bir halde görüyordum. Ama bundan daha önemlisi…
"Bir dilim tost ister misin?"
Başını yavaşça sallayarak onayladı. Bunun üzerine iki dilim ekmek çıkardım—biri onun için diğeri benim için—ve ekmek kızartma makinesine yerleştirdim. Ardından, buzdolabından tereyağı ve reçeli çıkarıp Ayase-san’ın önüne koydum. Tabii ki yanında tereyağı bıçağı ve bir kaşık da vardı. Gözüm buzdolabındaki biraz kalan jambona takıldı ve onu da çıkardım.
"Jambonu kızartmamı ister misin? Genelde sen hep öyle yapıyorsun."
"Öyle daha çok seviyorum, evet."
"Biraz çıtır olmasını da seviyorsun, değil mi?"
"…Öyle seviyorum, evet."
"Anlıyorum. O şekilde gerçekten daha lezzetli oluyor."
İkimiz de aynı fikirde olduğumuz için bir tava çıkardım, içine biraz yağ ekledim ve jambonu hafifçe mühürlemek için ocağın altını açtım. Yağın kızgın tavanın yüzeyinde yayılmasıyla birlikte jambondan kulağa hoş gelen bir cızırtı yükseldi ve açlığım daha da arttı. Acaba neden tavadan gelen o kızartma sesi insanı daha çok acıktırıyor?
Bu sırada ekmek de güzelce kızarmıştı. Altın kahverengi tonlarına bürünmüş ekmekleri bir tabağa koyup masaya getirdim. Ardından, köşeleri azıcık yanmış jambonu da tabağa aldım ve üstüne biraz karabiber serptim. Bu da Ayase-san’ın her zaman yaptığı bir şeydi. Hm? Acaba karabiberi kızartmadan önce mi ekliyor? Bilmiyorum…
Tam o sırada aklıma başka bir şey geldi ve buzdolabını tekrar açtım. İçeride hâlâ biraz süt vardı.
"Sıcak süt ister misin?"
"Bu sıcakta sıcak süt mü…?"
"Klima çalışıyor, bu oda gayet serin, değil mi? Eğer biraz daha uyuyacaksan, sıcak bir şey içmek sana iyi gelir." dedim. Ayase-san buna sessizce karşılık verdi.
"…Öyleyse alırım."
"Tamamdır."
Bardaktan bir miktar süt döküp mikrodalgada ısıttım ve Ayase-san’ın önüne koydum. Kendime ise arpa çayı hazırlayıp önüme aldım. Ellerimi birleştirdim.
"O halde, afiyet olsun. Gerçi menüye biraz sebze eklesek daha iyi olurdu."
"Bu kadarı fazlasıyla yeter… Afiyet olsun." diye mırıldandı Ayase-san. Ekmeğinin üzerine biraz tereyağı sürdü, sonra da jambonu koyup ısırdı.
Ben de aynı şekilde yaptım. Bir süre boyunca ikimiz de sessizce yemek yemeye devam ettik. Ancak sadece bir dilim ekmek çok hızlı yeniyordu. Ayase-san, başını sıcak sütüne çevirdi. Ben de kendi boş bardağıma baktım ve bir bardak daha alıp almamam gerektiğini düşündüm. Tam o sırada, Ayase-san’ın dudaklarından küçük bir iç çekme sesi yükseldi.
Bardağını yavaşça masaya bıraktı, seramik yüzeyin çıkardığı tınlayan bir ses duyuldu.
"Bir süredir düşünüyorum…" dedi. Sonra da cesaret toplamak için gerekli bir iksir gibi, sıcak sütünden bir yudum daha aldı.
"Havuza gitmemin sakıncası yok."
Ben tam kendime bir bardak daha arpa çayı doldurmak için uzanmıştım ki elim havada kaldı. Gözlerimi kırpıştırarak şaşkınca Ayase-san’a döndüm.
"Birdenbire mi gitmek istedin?"
"Dün gece yatmadan önce gitmek istemediğime çok emindim ama… Hayır, aslında o kadar kesin değildim. Kararsızdım."
"Saat 6’ya kadar mı?"
"Evet, 6’ya kadar."
"Ama şimdi gitmek istiyorsun?"
Ayase-san başını salladı.
"Bu sabah uyandığımda… Belki de çok da kötü bir fikir olmadığını düşündüm ama bunu dile getiremedim."
Ayase-san’ı dinlerken, bütün gücüm bedenimi terk etmiş gibi hissettim. Sandalyemde neredeyse bir denizanasına dönüşüyordum. Demek ki dramatik gelişmelere gerek yokmuş. Sonunda, Ayase-san bir gece üstüne yatıp fikrini değiştirdi. Hepsi bu kadar.
Sanırım… bu, gerçek hayatta olması gerektiği gibi. En azından bana mantıklı geldi. Gerçek hayatta ihtiyacınız olan şey, dağları yerinden oynatan biri değil; sadece küçük bir tetikleyici. Bir kitapta okumuştum: Bazen en ufak bir olay bile bir insanın düşünce yapısını temelden değiştirebilir.
Ama sonra…
"Bir sorun var."
Huh?
"Ve bu, çok önemli bir sorun. Dahası, seni de ilgilendiriyor, Asamura-kun."
"Yüzme bilmiyor musun? Sana öğretmeye yetecek kadar iyi olduğumu sanmıyorum."
"Hayır, yüzebiliyorum tamam mı?"
"Eh, tahmin etmiştim zaten~"
Bunun sebep olmadığını yarı yarıya tahmin etmiştim. Asıl sorun gerçekten beklediğimden daha ciddi bir meseleydi ve kesinlikle beni de ilgilendiriyordu.
"O gün havuza gitmeyi planlamadığım için vardiyam var. Sanırım senin de var, Asamura-kun."
"Havuz gezisi hangi gündü?"
"Öbür gün, 27’sinde."
"Woah… Cidden mi?"
"Evet, tam olarak öyle."
Yani yarın, 26’sında boşuz ama sonraki vardiyamız 27’sinde. Bu biraz sıkıntılı oldu. Tam Ayase-san’ı ikna etmişken, havuza bile gidemeyecek olmamız…
Bir süre düşündükten sonra, Ayase-san’a bu sorunu çözmek için birkaç seçenek sundum.
"Madem gerçekten gitmek istiyorsun, o zaman bir şeyler yaparız."
"Gerçekten yapabilir miyiz?"
"Bu tür şeyler sıkça oluyor, o yüzden bir şekilde hallederiz."
"Yani sıkça oluyor, öyle mi…"
"Evet, vardiya değişimi isteyeceğiz. Basit değil mi?" dedim, oldukça kendinden emin bir tonla.
Basit bir fikir olsa da gerçek hayatta uygulaması zor olabilirdi. Bunun gayet farkındaydım.
Öğleden sonra ilerlemiş, yakıcı ve bunaltıcı sıcaklık biraz da olsa hafiflemişti. Daha doğrusu, burası Shibuya’nın klasik bir öğleden sonrasıydı—saat dört civarı. Asfalttan yükselen yanık kokusu havada süzülürken, Ayase-san’la yan yana yürüyerek iş yerine doğru ilerliyorduk. Erken çıkmaya karar vermiştik, böylece vardiya değişimi için müdürle konuşabilecektik.
Daha önce de söylemiştim, birlikte bir yere giderken ya yürüyerek ya da bisikletle birbirimize ayak uyduruyorduk. Normalde ne ben ne de Ayase-san böyle bir şeyi önemsemeyi severdik ama şu anda bunu gerektiren geçerli bir sebebimiz vardı. Yine de, işe birlikte gitme sebebimizin böyle bir şey olacağını hiç düşünmezdim.
"Hava daha da bulutlandı, değil mi? Neyse ki." diye mırıldandı Ayase-san, başını gökyüzüne kaldırarak.
Dediği gibi, gökyüzünün yarısını bulutlar kaplamıştı. Yine de, mavi gökyüzü hâlâ görünüyordu, yani hava kararmış sayılmazdı ama en azından, sıcaklık biraz daha katlanılabilir seviyeye inmişti. Elinin tersiyle yüzünün yarısını gölgeleyerek gökyüzüne baktıktan sonra, omzundaki çantasını düzeltti. Çantası oldukça büyüktü ama sonuçta işten her gün yanında götürdüğü üniformasını taşıyordu.
Bugün, Ayase-san her zamankinden farklı bir hava veriyordu. Kolları ve yakası olan, açık renkli bir üst giymişti, tenini pek göstermeyen bir şey. Kravat takılacak bir yerde, küçük bir kurdele vardı. Ayase-san’ın tarzına göre, bu kıyafetin ’saldırı gücü’ düşük fakat ’savunma gücü’ yüksekti. "Pazarlık yaparken görgü kurallarına dikkat et." Belki de ona söylediğim şeyler yüzünden böyle bir kıyafet seçmişti.
Yine de, çalışkan ve güvenilir biri izlenimi veriyordu. Hâlâ kulak piercinglerini takıyordu, sanki bir balarısının iğnesi gibi. Kendisine saldırmaya cesaret edenlere bir uyarı gibiydi ki bu tam olarak Ayase-san’ın tarzıydı. Ayrıca, bu sıcakta böyle giyinmek onu iyice bunaltmaz mıydı?
"Bu şekilde giyinmek seni bunaltmıyor mu? Güneş çarpmasın sonra?"
"Hava bulutlandı, o yüzden iyiyim."
"Biraz uyuyabildin mi bari?"
"Tabii ki. Tam iki saat."
Bana kalırsa bu hâlâ yeterli değildi fakat bu konunun üstüne gitmemin pek bir faydası olmazdı. Üstelik, onu bir çocuk gibi görmek istemiyordum. Ne olursa olsun Ayase-san’ın tekrar bir çocuk olmasını istemiyordum.
Bu düşünceler içinde yürümeye devam ederken, konuşmamız da doğal olarak son buldu. Söyleyecek başka bir şey olmadığından sessizce yan yana yürümeye devam ettik.
Trafikte sıkışmış arabaların gürültüsü, şehir içinde yüksek sesle reklam yayını yapan kamyonların rahatsız edici uğultusu… İşte burası tam olarak Shibuya’ydı. Tam o sırada, sanki ortamın değişmesini beklemiş gibi, Ayase-san aniden konuştu.
"Dünkü olay için üzgünüm."
"Havuz meselesi mi?"
"O da var ama başka bir şey daha var. İşe Yomiuri-senpai ile geldiğinde, sanırım biraz kaba davrandım."
"Ahh…"
Bu konuşmada bir gariplik vardı, evet. Aile olarak, eğer Yomiuri-senpai ile o kadar yakınsam içi rahat olacağını söylemişti. Gerçi Yomiuri-senpai bunu şaka gibi geçiştirmişti ama bu tam olarak Ayase-san’ın tarzı gibi de gelmemişti bana.
Genellikle, bir erkek ve kadın dışarıda yan yana yürüdüğünde, çift oldukları varsayılır. Bu tür bir düşünce kafanda belirebilir ama başkalarına yönlendirilmesi pek doğru olmaz. Muhtemelen, Ayase-san da bu mantık çerçevesinde hareket ediyordu.
"Bu tür hisleri saklamamız yasak, değil mi? Sorun olmaz, en azından bunu söyleyebilirim." Ayase-san, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi yumuşak bir tonda devam etti.
Kulağa garip geliyordu. Sanki sebebini biliyor ama söyleyemiyormuş gibi. Önce benim Yomiuri-senpai ile olan ilişkimi sorgulamıştı, şimdi de gözlerimin içine bakmıyordu.
Bu iki şey de fazlasıyla derin bir anlam içeriyor gibiydi, öyle ki kalbimin hızla çarptığını hissettim.
—Bir şey mi bekliyorsun? Kendine gel, Asamura Yuuta.
Kalbimin hızla atmasını zorla bastırdım ve Ayase-san’ın bir sonraki sözlerini dikkatlice bekledim.
"Onunla çalıştıktan sonra, ne kadar iyi biri olduğunu fark ettim."
"Evet, öyle."
"Nazik, düşünceli ve üstelik güzel de. Zeki ve neredeyse her şeyi biliyor. Üstelik o kendine has mizahı sayesinde onunla konuşurken hiç sıkılmıyorsun."
"Ama biraz tembel ve o müstehcen şakalarını da unutmamalıyız."
"Bunlar kusur değil, tam tersine cazibe, tamam mı? …Yani, belki de onu tam anlamıyla tanımıyorumdur. Sonuçta, sen ondan çok daha uzun süredir birlikte çalışıyorsun. Neden Yomiuri-san hakkında sunum yapıyormuşum gibi hissediyorum?" Ayase-san belli belirsiz gülümsedi.
Aynı şeyi ben de sormak istiyordum. Asıl söylemek istediği şey neydi?
"Sadece, onun bir ’abla’ olarak fena olmayacağını düşündüm. Özgürlüğünü kısıtlayacak bir şey söylememeliydim, bu yüzden özür dilerim."
Ayase-san, dünkü garip tepkisini açıklamaya başlamıştı. Sanki önceden bir not hazırlamış, söylemek istediklerini beyninde kelime kelime ezberleyip sıralıyormuş gibiydi.
—Hey, bunlar gerçekten hissettiklerin mi? Bu düşünce kafama üşüştü ama onu yok saydım.
Sonuçta, şüpheli ve belirsiz hislerini açıkça ifade edeceğini söylemiş ve elini göstermişti. Eğer onun söylediklerine güvenmezsem, ilişkimizin temeli sarsılırdı.
Bu yüzden tek mantıklı hareketim başımı sallamaktı.
"Tamam, sorun değil. Artık özür dilemek zorunda değilsin."
"Anladım."
Bu kadarı yeter.
Bu olayı unutup, üstünü örteceğiz. Bu, benim ve Ayase-san’ın en rahat hissettiği ilişki biçimi.
Ama sebebini açıklayamayacağım bir şekilde, boğazıma bir şey takılmış gibi hissediyordum. Ağzımda acı bir tat ve rahatsız edici bir his bırakmıştı bu durum.
İstasyona yaklaştıkça çevremizdeki insan sayısı arttı. Daha mesai saatinin bitmesine vakit olmasına rağmen, kravatlı ve takım elbiseli adamlar, topuklu ayakkabılarının sesi yankılanan kadınlar her yerdeydi. Hatta aralarında öğrenciler bile vardı.
Bisikletimi otoparka bırakırken fark ettim ve sinirle dilimi şaklattım.
Bunu duyan Ayase-san şaşkınlıkla bana baktı.
"Ne oldu?"
"Şey, Ayase-san."
"Ne var?"
"Eğer eve de birlikte döneceksek, neden bisikletimi yanıma aldım ki?"
Sonuçta, birlikte işe geldik ve birlikte dönecektik. Bisikleti evde bıraksam daha mantıklı olmaz mıydı?
"Eh?"
Ayase-san sanki garip bir şey söylemişim gibi yüzüme baktı.
"Çünkü onu getirmek için bir sebebin vardı, değil mi?"
"Hayır, tamamen alışkanlıktan getirmişim."
"Şey… Böyle şeyler arada olur… Pfft."
"Alışkanlıklar gerçekten korkutucu, öyle değil mi?"
"Aynen öyle."
Gözleri nazikçe gülüyordu. Beni tiye alıyordu.
Ama… son zamanlarda sürekli gergin olduğu için, onun bana gülmesini, hiç gülmemesine tercih ederdim.
Her halükârda, bisikletimi otoparka park ettim, tekrar Ayase-san’ın yanına yürüyerek döndüm ve birlikte çalışan personel alanına girdik.
Orada üst devremizden birine rastlayıp mağaza müdürünün nerede olduğunu sorduk. Müdürün odasının kapısını açtığımızda, odanın cam kenarında, birkaç masanın birleşerek oluşturduğu bir adanın yanında oturduğunu gördük.
Resmi olarak Ayase-san’ın gerçek adı artık ’Asamura Saki’ idi.
Ama ne var ki, okulda ve iş yerinde hâlâ eski adı olan ’Ayase’yi kullanıyordu.
Bu iş onun için yeni ilişkiler kurduğu bir ortamdı, bu yüzden ’Asamura Saki’ olarak anılmayı düşünmüştü.
Ama benim küçük kız kardeşim olduğu için özel bir muamele görmek istemediğinden, ’Ayase’ olarak çalışmaya devam etti.
Ben ona her zaman ’Ayase-san’ dediğim için, diğer çalışanlar da bunu fark etmemişti.
"Merhaba, mağaza müdürü. Bir şey rica edebilir miyiz?"
"Hm?"
Müdür, sadece selamlaşıp geçmediğimizi fark edince, başını kaldırdı.
Otuzlu yaşlarının sonlarında bile değildi ama bu yaşta mağaza müdürü olmayı başarmıştı.
Bu da, nazik görünüşünün ardında, yetenekli biri olduğunu gösteriyordu.
"Nedir mesele?"
"Bu biraz ani olacak ama… İkimiz de, yani ben ve Ayase-san, yarın—26’sında—izinliyiz, fakat 27’sinde vardiyamız var. Acaba vardiyalarımızı değiştirebilir miyiz?"
"Vardiya değişimi mi? Bu bayağı ani oldu. Bir şey mi oldu?"
"Umm."
Saçma sapan bir bahane uydurursak, işimizi riske atmış olurduk. Bu işi kaybetmek istemediğimden, en önemli şey yalan söylememekti ama gereksiz detaylar vererek fazla açıklamak da istemiyordum. Bu yüzden şöyle dedim:
"Bir arkadaşımız aniden bizi bir yere davet etti."
Mağaza müdürü, benim ve Ayase-san’ın aynı okulda olduğumuzu biliyordu. Bu yüzden, ortak bir arkadaşımızın bizi davet ettiğini söylemek mantıklıydı. Narasaka-san, Ayase-san’a daha yakın olabilir ama bana da az çok arkadaş gibi davranıyordu. En azından benim algıladığım kadarıyla.
Bunu duyan Ayase-san devam etti:
"Dün, seyahatten döndü."
Bu da bir yalan sayılmaz. Narasaka-san gerçekten de dün seyahatten döndü. Ayrıca bu, neden şimdiye kadar benimle iletişime geçmediğini de açıklıyordu. Düşündüğümde mantıklıydı. Tatilin tadını çıkarırken, benim gibi sıradan bir adamla iletişime geçmesi için hiçbir sebep yoktu ama Ayase-san’a söylemişti. Yine de, ’aniden’ çağrıldığı konusu tam olarak doğru değildi. Ayase-san, bu daveti daha önceden biliyordu fakat ben bilmiyordum. Bu yüzden ben ‘aniden’ kısmını vurgularken, Ayase-san seyahatten dönüşü belirtti.
Yalan söylemeden de gerçeği gizleyebilirsin ama bu tarz bir müzakere yöntemi kullanmak çok da rahat hissettirmiyordu. Tam da önemli bir noktadayız, bu yüzden elimizden geleni yapmalıyız.
"Bunun biraz bencilce olduğunu biliyoruz fakat vardiyamızı değiştirme şansımız var mı acaba?"
Derin bir şekilde eğildim ve Ayase-san da beni takip etti.
"Hımm, bir saniye."
Mağaza müdürü bilgisayarında bir şeyler yazmaya başladı. Muhtemelen vardiya çizelgesine bakıyordu.
"İkiniz de, öyle mi…?"
Bu sırada Ayase-san’ın endişeli ifadesine göz ucuyla baktım. Bundan sonra nasıl ilerleyeceğiz? Eğer isteğimiz reddedilirse, başka bir şey düşünmemiz gerekecek. Tabii ki direkt karşı çıkamayız ya da işi aksatamayız ama aynı zamanda fazla ısrarcı olup, ilişkimize zarar vermek de istemiyordum.
"27’si Perşembe günü, değil mi?"
Müdür telefonu aldı ve birini aradı. Muhtemelen, vardiya değişimi için uygun olabilecek bir personeldi. Kısa bir konuşmadan sonra telefonu kapattı. Bunu iki kez daha yaptı.
"Tamam gibi görünüyor. Yarın çalışan iki kişi de vardiya değişimlerine alışkın, bu yüzden değişiklik yapmak mümkün."
"Gerçekten mi?!"
"Evet."
Müdür, nazikçe gülümseyerek devam etti.
"Ama bunun karşılığında, yarın çok sıkı çalışmanızı bekliyorum."
Tam anlamıyla bir havuç-sopa politikasıydı. Sonuçta, bir lise öğrencisinin bir yetişkine karşı kazanma şansı yoktu. Belki de bahane uydurduğumuzu hemen anladı. Ama bu önemli değil. Önemli olan, o gün havuza gidebilmemizdi. Bu bizim için yeterince büyük bir başarıydı.
"Evet, elimizden geleni yapacağız!"
"E-Evet, kesinlikle!"
İkimiz de derin bir şekilde eğildik ve ofisten çıktık. Kapıyı kapattıktan sonra Ayase-san derin bir nefes verdi.
"Oh, çok şükür."
"Her şey yoluna girdi, değil mi?"
"Hayatımda hiç bu kadar gergin olduğumu sanmıyorum."
"Bundan şüpheliyim."
Sonrasında, üniformalarımızı giyip vardiyamıza başladık. Bugünkü işimiz, yeni gelen kitapları raflara yerleştirmekti. Bir el arabasıyla kitap rafları arasında dolaşıyorduk.
"Ayase-san, sıradaki… Şu tarafta, teknik kitaplar bölümünde."
"Anlaşıldı, Asamura-san."
Ayase-san, el arabasındaki kutudan birkaç kitap aldı ve ilerideki rafa doğru yöneldi. Arabayı oraya sürmek vakit kaybı olacağı için, kitapları direkt yerine yerleştiriyordu. O yerleştirdikten sonra, ben de arabayı peşinden çekerek ilerledim ve ona yardım ettim.
"Böyle zaman kazanmamız harika."
"Asıl sen harikasın, Asamura-san. Rafların yerini iyi bilmen gerçekten işimizi çok hızlandırıyor."
"Her şeyin yerini bildiğimden değil aslında."
Bugünkü yeni gelen kitaplar, daha çok ilgimi çeken türlerden olduğu için, ilk bakışta hangi rafta olmaları gerektiğini biliyordum. Bugünlük sadece şanslıydım, hepsi bu. Sonunda, karton kutu beklediğimiz süreden tam 15 dakika önce boşaldı.
"Tamam, biraz mola verelim."
"Evet."
El arabasını arka depoya geri götürdük ve birlikte mola odasına yöneldik. Plastik bardaklara soğuk çay doldurduk ve oturduk.
"Asamura-kun."
Ayase-san aniden konuştu.
Mola odasında sadece ikimiz olduğumuz için, evde olduğu gibi bana seslenmeye geri döndü. Bardaktaki çayı bir dikişte içtikten sonra, tekrar doldurmak için ayağa kalktı. Derin bir nefes verdi ve devam etti.
"Senin hiç arkadaşın olmamasından çok, arkadaş edinmeye çalışmaman esas mesele, değil mi?"
"Bunu bilerek yapmıyorum aslında."
"Ama bunun farkında mısın? Muhtemelen değilsin, değil mi?"
"Evet, pek umursamıyorum açıkçası."
"Anladım."
"Yani, haksız da sayılmazsın. Arkadaş edinmeye can atan biri değilim."
İstemediğimden değil, sadece özel bir çaba göstermiyorum.
"Açık konuşmak gerekirse, vardiyaları bu kadar kolay değiştirebileceğimizi hiç düşünmemiştim… Hayır, asıl mesele o değil. Pazarlık yapmaktan korkuyordum. Bunu istemediğim için bilinçaltımda imkânsız olduğuna kendimi inandırmışım."
"Ben alışkınım. Daha önce birkaç kez vardiya değiştirdim."
"Bu da demek oluyor ki iletişim konusunda benden çok daha fazla deneyimin var."
Bunu hiç böyle düşünmemiştim.
"…Sanırım öyle denebilir."
"Bugün kitabevine geldiğimizde, mağaza müdürünün nerede olduğunu öğrenmek için hemen bir büyüğümüze sordun ve onunla konuşurken de ne istediğini ve neye ihtiyacın olduğunu net bir şekilde söyledin… Bu yüzden iletişim konusunda hiç zorlanan biri gibi görünmüyorsun."
"Beni gözünde fazla büyütüyorsun."
O kadar yetenekli değilim. Sadece burada yeterince uzun süredir çalışıyorum, bu yüzden herkesle rahatça konuşabiliyorum.
"Eğer senden samimi olmanı bekleyen bir ortamdaysan, iletişim kurmak daha kolay oluyor. Sana abartılı gelen şey, sadece böyle bir ortamın avantajı."
"Ben bunu yapamam."
"Yapabilirsin. Bu tür bir işe alıştığında, kendiliğinden olur. Ayrıca zaten bunu fazlasıyla yapıyorsun. Bana sorarsan belirli kuralların olmadığı arkadaşlık ilişkilerini yürütmek çok daha zor. Ben… Bunda hiç iyi değilim. O yüzden bana göre iletişim konusunda benden daha yeteneklisin."
"…Bu doğru değil…"
Aslında doğru. Yüksek sesle söylemese de, ailemizde kendine bir yer bulmasının sebebi en başından benimle kuralları belirlemiş olmasıydı. Nihayet havuza gitmek için heveslenmişken bunu ona söyleyemem ama şu anda asıl kaygılı olan benim. Sonuçta havuza gideceğiz. Beraber. Dürüst olmak gerekirse, Ayase-san ve belki Narasaka-san ile rahatça konuşabilirim ama diğer sınıf arkadaşlarımızın yanında gerçekten eğlenebileceğime dair pek de kendime güvenmiyorum. Her ne kadar bunu yapacağım gün hızla yaklaşıyor olsa da.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.