Yukarı Çık




466   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   468 


           
Üzerinde tuhaf desenler olan siyah tabut ortada öylece duruyordu, etrafındaki havada isle sessizce çarpışan gizli şok dalgaları varmış gibiydi.

Emlyn White ise bir köşede, ritüel prosedürünü uygulayarak mumlar yakıyor, öz yağları ve bitki tozlarını hazırlıyordu.

Yoğun ve istikrarsız bir atmosfer yayıldığında, Emlyn başını eğip hızla transa girerek Aptal’ın fahri ismini tekrarladı.

"Bu çağa ait olmayan Aptal.

Gri sisin üstündeki gizemli hükümdar.

Sarı ve Siyahın şanslı kralı."



Emlyn’in bedeni oldukça rahatlamıştı. Derin bir uykuda gibi hissetse de, aslında maneviyatı hafiflemiş ve enerjik bir şekilde dışarı doğru yayılmaya başlamıştı.

Sürekli olarak yukarı doğru kaydığını hissediyordu.









Gri sisin üstündeki gizemli sarayda olan Klein ise sakince parmaklarını masanın kenarına vurarak ifadesiz bir yüzle dua eden bu figürü izliyordu.

Görüntü oldukça bulanık olsa da, Klein bunun Vampir Emlyn White olduğunu tek bakışta anlamıştı.

Çok cesur...

Aslında Klein, Sanguinelerin amacını kehanet yoluyla öğrenmeyi denemiş, ancak verimli bir vahiy almayı başaramamıştı. Emin olduğu tek şey, bu meselenin Aurora Düzeni’yle hiç ilgisi olmadığıydı.

Bu, Klein’ın merakını daha da körüklemişti, ancak yüce bir Sanguine yanındayken onun duasına cevap verme riskini de almayacaktı.

O adamın gizemli alanın izlerini bulup Kafir Amon gibi burayı tehdit edip etmeyeceğinden emin değildi. Bunu doğrulamak gibi bir niyeti de yoktu, sonuçta karşısında güçlü bir Sanguine vardı.

Sanguinelerin amacını öğrenmeyi gerçekten istesem de, önemli olmayan meselelerde risk almaya gerek yok... Zaten bunun başka yolları da var... Klein gülümsedi. "Cevabı biraz geciktirebilirim..."

Yarına ya da bir sonraki güne kadar beklemeyi planlıyordu. Emlyn’in yanında kimse yokken, o Sanguine bu işten vazgeçmişken aniden dönüş yapacaktı!

Ancak bunun için önce tehlike derecesini öğrenmesi gerekiyordu.



"Kuyruk Yutan... Tıpkı o nehir gibi mi?" Derrick Berg’in aklına bir şey gelmişti.

O sırada Colin ciddi bir tavırla başını salladı.

"Evet.

Bu, ayrılmamızı engelleyen, dairesel bir nehre adım atmış olabileceğimiz anlamına geliyor.

Neyse ki bu yalnızca o Kader Meleği’nin gücünün kalıntıları olmalı. Burada saklanıyor."

Hayır, bu kesin... Derrick hafifçe başını sallamakla yetindi.

O sırada Colin kemerinden koyu kırmızı renkli metal bir tüp çıkardı. Tüpün kapağını açtıktan sonra içindeki sıvıyı hızla içti, gözleri aniden gümüş rengine dönmüştü.

Hala dönüşmeye devam eden gözler kısa süre için dikeyleşti, Colin dikkatle Jack’e bakıyordu.

Gözlerinde birkaç kıvılcım yandı. Bu kıvılcımlar son derece yoğun bir şekilde rastgele daireler çiziyor, çarpışıyorlardı.

Ding!

Colin önce kılıcını yere sapladı, sonra da elini kaldırıp altın renkli diğer kılıcını çıkardı.

Bunu fark eden Jack’in yüz ifadesi değişmişti bile.

Ancak o ağzını açamadan İblis Avcısı Colin harekete geçti. Kılıcını yerden çekip aniden kaldırdığında, altın ve gümüş ışıklar çarpışarak tüm yeraltı salonunu aydınlattı.

Işığın en yoğun olduğu nokta, küçük çocuğun etrafıydı.

Acı dolu bir çığlığın ardından, sunağın etrafı yeniden karanlığa gömültü.

Jack hala yerinde duruyordu, bir adım bile atmamıştı. Ancak göğsündeki surat kaybolmuş, geriye yalnızca iç organlarını açıkta bırakan bir delik kalmıştı.

Jack’in birkaç metre ilerisinde olan Colin diz çöktü.

Önünde parçalanmış surat duruyordu, gözler, burun ve ağız etrafa saçılmıştı.

Bu organlar hızla çürümeye başlamışlardı.

O anda Derrick, etraflarındaki görünmez, sulu bariyerin sessizce parçalandığını hissetti.

Sanki nehirden ayrılmış, kıyıya geri dönmüştü.

Yüzünde çarpık bir ifade olan Jack, kasvetli yeraltı salonuna va baş aşağı duran tanrı heykeline baktıktan sonra acı içinde düşüp bayıldı, bu sahne Derrick’i inanılmaz derecede mutlu etmişti.

Sonunda döngüden kurtulduklarını anlamıştı.

Son çözümün karmaşık görünmemesine rağmen oldukça zahmetli olduğunun farkındaydı, ipuçlarını ve çözümü bulmak yüzlerce deneme gerektirebilirdi.

Bu süreçte, en ufak bir dikkatsizlik ölümle son bulabilirdi ve Derrick’in döngünün yeniden başlayıp başlamayacağını ya da öldüğünde yeniden ’canlandırılıp canlandırılamayacağını’ bilmesi imkansızdı.

Daha da ciddi olan, insanların sürekli aynı seçimi tekrar etmesiydi, böylece sorun hiçbir zaman keşfedilemezdi. Anormallikleri fark edemez, sürekli olarak bu döngüyü yaşamaya devam eder ve dış dünyayı tamamen unuturlardı.

Ve bu olasılıkları göz önünde bulunduran Derrick, kendisinin durumu fark etmesini sağlayan Bay Aptal’a çok minnettardı.

O sırada başını çevirip ekip arkadaşlarına baktığında kimsenin anormal bir tepki vermediğini, normal bir şekilde etrafı incelemeye devam ettiklerini gördü.

Belki de ancak Gümüş Şehir’e döndükten sonra ne kadar zaman geçtiğini fark edecekler... Derrick sessizce başını iki yana salladı.

O sırada Colin ayağa kalkıp küçük çocuğun yanına yaklaştı. Kemerinden başka bir şişe çıkarıp içindeki siyah sıvıyı çocuğun delinmiş göğsüne döktü.

Sıvı hızla yoğunlaşarak saydam bir zara haline geldi ve yaraya yapışarak akan kanı durdurdu.

"Haim, Joshua, bu çocuktan siz sorumlusunuz."

Colin’e göre, Gümüş Şehir’in laneti çözme ve kıyamet kehanetini yenme umudu bu çocuktu!

Huh... Derrick bir an önce Aptal’a teşekkür etmek istiyordu, ancak beklemesi gerektiğini biliyordu.



Earl Hall’ın İmparatoriçe Bölgesi’ndeki lüks villasında.

Görkemli akşam yemeği, mumların ışığı altında baştan çıkarıcı bir şekilde parıldıyordu.

Gazete ve dergilerde yazılanların aksine, büyük aristokrat aileler için akşam yemeği o kadar da ciddi bir etkinlik değildi.

Aile üyelerinin bir araya gelmesi için nadir bulunan bir fırsattı. Yemeklerini yerken iletişimlerini güçlendirmek için keyifli konulardan bahsederlerdi.

Audrey, kendi çiftliğinden gelen biftekten bir parça kesip meraklı bir şekilde babasına baktı, "Baba, son zamanlarda Prens Edessak’a bir şey mi oldu?"

Söylentiler duymuş gibi davranıp babasının ağzından laf almayı planlıyordu. Aristokratlar hakkında zaten sık sık asılsız söylentiler çıkardı.

Earl Hall bir an duraklayıp hafifçe kaşlarını kaldırdı, "Ne duydun ki?"

Gerçekten bir şey var! Audrey hafifçe gülümsedi, "Bazı söylentiler... Ancak sanırım doğru söylüyorlar?"

Earl Hall çatalını bırakıp şakaklarını ovuşturdu, "Çok ciddi bir mesele değil.

Audrey, ne düşündüğünü biliyorum, bu yüzden senden saklamama gerek yok. Bu mesele kraliyet ailesinin bir skandalını içeriyor. Basitçe söylemek gerekirse, Edessak halktan bir kıza aşık olmuş.

Bu da bir aristokrat torununun ölümüne sebep olmuş.  Kraliyet ailesi meselenin yayılmasını engelledi, büyük bir kargaşa çıksın istemiyorlar."

O sırada eşi şampanyasından bir yudum alıp araya girdi, "Prens yeterince olgun değil gibi görünüyor."

Annem eleştirilerinde oldukça hassas davranıyor... Şüphe çekici... Prens Edessak gerçekten de tehlikeli bir duruma mı karıştı? Audrey hafifçe başını sallayarak gülümsedi, "Kafamı karıştırdı doğrusu, neden bir özgürlük ve aşk hikayesi bir aristokrat torununun ölümüne sebep olsun ki?"

Hibbert Hall başını kaldırmadan, bifteğini kesmeye devam ederek cevap verdi, "Bu olay bana, Fırtınalar Lordu inananları arasında yaygın olan karmaşık aşk hikayelerini hatırlatıyor. Onur için ve bir kadın için savaşmanın sık sık bahsedildiği hikayeleri..."

"Bu, çok eski bir gelenek," dedi Earl Hall oğluna.

Bu sırada Audrey düşünceli bir tonda araya girdi, "Prens Edessak’ın öyle biri olduğunu sanmıyorum, söylentiler şimdiden artıyor... Belki de asıl örtmek istedikleri bu değildir."

"Belki de..." Earl Hall farkında olmadan kaşlarını çatmıştı.

Böylece, ne zaman durması gerektiğini çok iyi bilen Audrey başka bir şey söylemedi.

Konu hakkında diğer soylu arkadaşlarını ’sorgulamayı’ planlıyordu. Prens Edessak’ın bir zamanlar peşinde koştuğu bir kız olarak, olayın detaylarını öğrenmek istemesi gayet normaldi.



Uzun süre boyunca ’yapay uyurgezerlik’ durumunda kalmış olan Emlyn yorgun bir şekilde gerçek dünyaya döndü. Gözlerini açıp tabuta bakarak rahatlama ve hayal kırıklığı karışımı hisler içinde şöyle dedi, "Lord Nibbs, cevap yok."









Uzun bir sessizliğin ardından Nibbs’in boğuk sesi duyuldu, "Pekala.

Herhangi bir kaza olmaması için bu gece burada kal."

"Tamamdır!" Emlyn itiraz etmeye çalışmadı.

Bütün geceyi endişe ve korku içinde geçirse de, gece oldukça sakin ve olaysızdı. Emlyn ancak Backlund’da nadir açan kış güneşi ortaya çıktığında rahat bir nefes alabildi.

"Ne berbat bir hava," kapının önünde şapkasını iyice bastırıp bir araç kiralayarak Odora’nın villasından ayrıldı.

Harvest Kilisesi’ne gidiyordu.

Ancak araç ilerlemeye devam ederken, Emlyn’in görüşü aniden bulanıklaştı.

Şaşırtıcı bir şekilde, kendisini aniden gizemli ve görkemli bir sarayda, bronz bir masanın başında tek başına otururken bulmuştu.

Uzun masanın başında, gri sis tabakasının altında, ona tepeden bakan bir figür vardı.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


466   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   468