Yukarı Çık




506   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   508 


           
Donna’nın ağzı açılmış, gözleri kısılmıştı.

Daha önce elçiyi görmüş olmasa, şu anda kesinlikle kontrolünü kaybedip masayı ve sandalyeleri devirerek koşmaya başlardı.

Neyse ki artık, Beyaz Akik’e ilk bindiğinde olduğu, denizdeki meselelerden tamamen habersiz olan genç kız değildi. Sessizce yutkunduktan sonra parmağını uzatıp kekeleyerek konuştu, “O-orada bir zombi var!

Başsız bir zombi!“

Az önce gördüğü korkunç şeyi ancak zombi olarak nitelendirebilmişti.

Bu sözleri duyan Cecile hemen ayağa kalkıp Donna’nın yanına koştu. Birkaç saniye boyunca pencereden dışarı, gittikçe şiddetlenen rüzgara doğru baktı.

“Orada hiçbir şey yok,“ dedi dürüstçe.

Donna bir kez daha yutkunup cesaretini topladıktan sonra dikkatli bir şekilde öne eğilip baktı, gerçekten de dışarıda sallanan ağaçlardan başka hiçbir şey yoktu. Sokakta tek bir yaya bile yürümüyordu.

“Ge-gerçekten de biri vardı. Üz-üzerinde siyah bir palto vardı, başsızdı. Boynu kanıyordu!“









Donna’nın babası Urdi Branch, dirseklerini masaya dayayıp pencereden dışarı baktı.

“Donna, bu gece ’Fonce Korku Hikayeleri Antolojisi’ni okuma lütfen!“

“A-ama...“ Donna kendini savunmak istiyor, ancak nasıl yapacağını bilemiyordu.

O anca Cleves de masaya ulaşmıştı, “Ne oldu?“

“Donna bir zombi, başsız bir zombi gördüğünü söyledi,“ dedi Teague kıkırdayarak.

Cleves birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra Donna’ya bakıp başını salladı.

“Sorun değil, geçecek.

Dışarıdaki rüzgar çok kuvvetli ve tehlikeli. Ortalık sakinleşince gideriz.“

Donna’nın gözünde, Cleves’in sözleri ona inandığını ve en güvenli çözümü seçtiğini gösteriyordu. Ancak Urdi, Teague ve diğerleri bunun yalnızca çocuğu rahatlatmak için bir yöntem olduğunu düşünmüştü.

Donna’nın hala gergin olduğunu ve işvereninin de çok tatmin olmadığını gören Cleves bir sandalye çekip oturdu, “Bansy Limanı’nda tuhaf bir gelenek var. Geceleri fırtına çıktığında, kimse evinden ayrılmıyor ya da kapılarını açmıyor.“

“Kapıyı açtıklarında zombilerle mi karşılaşıyorlarmış?“ Diye sordu Denton merakla.

“Öyle de denebilir.“ Cleves su bardağını kaldırıp bir yudum aldı.

Demek öyle... Donna biraz sakinleşmişti, restorandan ayrılmadığı sürece o korkunç zombiyle karşılaşmayacağına inanıyordu.

O sırada, restorandaki pek çok müşterinin bakışlarının kendisine döndüğünü fark etmişti.

Üzerinde bu kadar bakış olmadığından elbette son derece rahatsızdı. Başını önüne eğip her şeyi görmezden gelmek istiyordu.

Ben yanlış bir şey yapmadım! Gerçekten gördüm onu! Donna inatla boynunu dikleştirip etrafına baktı.

Paltolu beyefendiler ve güzel elbiseli kadınlar küçük kızın bakışlarını görünce önlerine dönmek zorunda kalmıştı. Herkes başını eğip yemeğine devam etmeye başlamıştı.

Dudakları kırmızı, yüzleri solgundu... Bu karşıtlık Donna’nın açıklanamaz bir korkuyla dolmasına sebep oldu.

Yeniden önüne dönüp yemeğinin servis edilmesini beklemeye başladı, içinden de fırtınanın en kısa sürede sona ermesi için dua ediyordu.



Bansy Limanı Telgraf Bürosu.

Elland ve ikinci kaptan donanmaya raporlarını göndermeyi bitirmişti, tam o sırada, dışarıda güçlü bir rüzgar başladığını, kapıların ve pencerelerin sallandığını fark ettiler.

“Gerçekten de, buranın havası hep çok dengesiz.“ Elland gemi şeklindeki şapkasını takarken iç çekti.

İkinci kaptan Harris güldü.

“E normal, kendilerine ’Hava Müzesi’ diyorlar!“

“Dışarı çıkmasan iyi olur. Bu havada dışarı çıkanların başı uçar derler,“ diyerek araya girdi telgraf ofisinin personelinden olan kıvırcık kahverengi saçlı genç kadın.

“Biliyorum, ancak birkaç kez denedim ve hiçbir şey olmadı.“ Harris kayıtsız bir şekilde arkasını dönüp kapıya yöneldi.

O sırada Elland nazikçe adamın koluna dokunup genç kadına doğru döndü.

“Yan taraftaki katedrale gitmek sorun olmaz herhalde?

Telgraf ofisi kapanacak, değil mi?“

“Tamamdır.“

Böylece Elland ve Harris kapıdan çıkıp Fırtına katedraline doğru güçlükle yürümeye başladılar, rüzgar o kadar şiddetliydi ki, küçük bir çocuğu uçurup götürebilirdi.

Harris bir yandan şapkasını tutmaya çalışırken bir yandan da gemiye geri dönmeyi önerip önermemeyi düşünüyordu, ancak ağzını açtığı anda, rüzgarın ağzına dolup konuşmasına engel olduğunu fark etti.

Böylece gemiye dönme talebinin de gerçekçi olmayacağını fark etmişti.

Saat yediye çeyrek vardı, ve Fırtına katedralinin kapısı geceleri de cemaatine açıktı.

Üstelik bu alanda fırtına önemli ölçüde zayıflamış gibiydi. En azından Elland ve Harris’in artık şapkalarının uçmasından korkmalarına gerek kalmamıştı.

Katedrale girip karanlık koridoru sessizce geçtiler. Dua salonunda, koyu mavi rahip kıyafetli bir adamın ön sırada oturduğunu gördüler. Adam, sessizce devasa Fırtına Kutsal Amblemi’ne bakıyordu.

Elland gülümseyerek adamın omzuna dokundu, “Joyce, piskpos nerede?“

Bu dokunuşla rahibin başı hafifçe sallanmış, sonra da büyük bir gümbürtüyle yere düşerek yuvarlanmıştı.

Rahibin boynundan fışkıran kanlar Elland’ın yüzünü kaplamıştı.

Elland’ın artık görebildiği tek şey kıpkırmızı bir dünyaydı.



7’yi çeyrek geçe, birinci sınıf restoranında olan Klein ve Danitz, gemiyi sallayan rüzgarın büyük ölçüde sakinleştiğini fark ettiler.

Klein, birkaç saniye düşündükten sonra kabinin girişine doğru yaklaşıp mürettebata baktı, “Dönmeyenler kimler?“

Denizci bu yolcunun kaptanla birlikte murlok eti yediğini görmüştü, bu nedenle ondan bir şey saklamaya gerek olmadığını düşünüyordu, “Branch ailesi ve Timothy ailesi Yeşil Limon Restoranı’nda, diğer yolcuların hepsi fırtına başlamadan döndü. Heh heh, orası oldukça uzakta, üstelik orada yemek de oldukça uzun sürüyor.

Ah doğru, kaptan ve ikinci kaptan da telgraf ofisine gitmişlerdi ama daha dönmediler.“

Klein denizciye hafif bir baş işaretiyle teşekkür ettikten sonra sessiz bir şekilde 312 numaralı odaya döndü.

İçeride, pencerenin kenarında durup dalgaları izlemeye başladı. Gri sisin üstündeki gizemli alanın özelliklerini kullanmadan bile, yalnızca kendi sezgileriyle kötü bir şeylerin döndüğünü hissediyordu.

Beş dakika daha beklemişti, ancak Kaptan Elland ya da Donna’nın ailesi hala dönmemişti.

Başını hafifçe çevirip Danitz’e baktı, bunu fark eden Danitz hemen doğruldu.

Ancak Klein hiçbir şey söylemeden tuvalete yöneldi.

Yeni bir kehanet gerçekleştirmek için bir kez daha gri sisin üstündeki dünyaya geçecekti.

Bir önceki girişiminde, Bansy Limanı’ndaki potansiyel riskleri göz önünde bulundurmuştu, ancak şimdi rüzgar yükselmişti ve tehlike seviyesini doğrulayabilirdi.

“Bansy Limanı tehlikeli.“

Sarkacı eline alıp ifadeyi kısık sesle tekrarlamaya başladı.

Gözlerini açtığında, sarkacın saat yönünde, yavaş bir şekilde döndüğünü gördü.

Tehlike var, ancak kabul edilebilir sınırlar içinde... Bu, önceki vahiyle doğru orantılı değil... Klein dirseklerini bronz masaya dayayıp düşünmeye başladı.

Aklına bir olasılık gelmişti; şu anki tehlike, gizlice bekleyen tehlikeyle aynı şey değildi. Ancak bir şeyleri tetikleyerek ya da bunu derinlemesine araştırarak gizli tehlike açığa çıkarılabilirdi.

Bu gizli tehlike üç ya da dört yüz yıldır var olan bir şey olabilir, benim gelişimle bağlantısı olmayabilir... Hmm, şu anki tehlikenin de o gizli tehlikeyle alakası olmayabilir. Bu varsayıma dayanarak kehanet yapacak kadar bilgiye sahip değilim... Böylece Klein hemen gerçek dünyaya dönüp lavabodan çıktı.

Uzun bir süre sessizce sandalyesinde oturmaya devam etti, bu durum Yanan Danitz’i son derece huzursuz ediyordu.

Gehrman Sparrow Bansy Limanı’nda bir tehlike olduğunu söylediğinden beri hep diken üstündeydi.

Böylesine bir canavarın fikrini değiştirip gemide kalmaya karar vermesine sebep olan bir tehlike gerçekten korkunç olmalı... Neden yolculuğum bu kadar perişan geçiyor? Şanssızlık bir türlü peşimi bırakmıyor! Atmosfer o kadar boğucuydu ki Danitz yerinde duramamış, odanın içinde volta atmaya başlamıştı.

Bir süre sonra, Gehrman Sparrow kalkıp kruvaze ceketinin düğmelerini ilikleyerek kapıya yöneldi.

Şapkasını da eline aldıktan sonra dönüp Danitz’e baktı, “Özgürsün.“

“Ha?“ Danitz duyduklarına inanmıyordu.

“Kaptanı ve o sıradan insanları mı kurtaracaksın?

Dışarının tehlikeli olduğunu söyleyen sendin!“

Klein şapkasını takıp bastonunu alırken sakince cevap verdi, “Onlar benimle işbirliği yaptı.

Benim sırrımı sakladılar.

Bana murlok eti ikram ettiler.

Beyaz Köpekbalığı’nın tazminatını ödememe yardım ettiler.“

“…”

Danitz ne tepki vereceğini şaşırmıştı, birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra şaşkın bir tonda sordu, “Tazminat ne kadardı?“ “Birkaç soli,“ Klein cümlesini tamamladıktan hemen sonra kapıyı açıp dışarı çıktı.

Deli! Bu adam gerçekten deli!

Neyse ki ben normal bir insanım. Güvenli olan nereyse orada kalacağım! Danitz hafifçe başını sallayıp pencereye doğru döndü.

O sırada rüzgarın yeniden hızlandığını, odadaki mumların bile titremeye başladığını fark etti.









Bu karanlık ve çalkantılı sahne, aniden aklına bir sorunu getirmişti.

Gemi, Bansy Limanı’na demir atmış şekilde. Burası da güvenli değil ve tehlike buraya da ulaşabilir!

Burada kendi başıma kalmamla o canavarın peşinden gitmem arasında bir fark yok. En azından... En azından o adam güçlü! Danitz koşarak odadan çıkıp Klein’a yetişti.

Klein hiçbir şey söylemeden, şaşkın bir şekilde dönüp baktı.

Danitz gülümsüyordu.

“Böyle önemsiz riskler karşısında geri çekilmeyi seçersem Sonia Denizi’ndeki tüm korsanların alay konusu olurum!“

Güzel bahane... Klein hiçbir şey söylemeden denizcilerden birine dönüp bir fener ödünç aldı.

Böylece ikili birkaç adım sonra limana ulaştı.


Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


506   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   508