İki erkek erkenden kalktık. Kahvaltı masasında oturuyorduk ki babam aniden konuşmaya başladı.
“Akiko-san’la bunu birlikte düşündük, biliyor musun?“
“Birlikte mi?“
Babamın kâsesine pirinç koyuyordum ama şaşkınlıkla durakladım. Sürekli birbirlerini yanlış anlayan bu iki âşığın nasıl olup da ortak bir karara vardıklarını merak ettim. Sorduğumda, benimle konuşmaya üşendiği hâlde LINE üzerinden tartışabileceklerini söyledi. Görünüşe göre o da kendi çapında değişiyordu ama bunları bir kenara bırakırsak…
“Ben de işten izin alıp senin veli toplantına geleceğim. Şirket şu an iş yüküyle boğuşuyor olabilir ama Akiko-san’ın tüm yükü tek başına taşımasına göz yumamam.“
“Ah, onunla ilgili bir şey var, Baba.“
Ona dün gece Ayase-san’la konuşmamızı anlattım. Veli toplantılarımızı aynı güne denk getirerek Akiko-san’ın yalnızca bir gün izin almasının yeterli olacağını kararlaştırmıştık. Böylece babamın da işten izin almasına gerek kalmayacaktı.
“Vay canına… Gerçekten emin misiniz?“
Başımı salladım.
“Ayase-san’la birlikte karar verdik, yani tamamen benim fikrim değil. Sizden habersiz iş yapıp sizi daha da zor durumda bırakmak istemeyiz. Üstelik kardeş olduğumuzu saklamak da pek doğal hissettirmiyor.“
Bütün bunları anlattığımda babamın yüzü, bugüne kadar gördüğüm en mutlu ifadesini aldı.
“Eminim Akiko-san da buna çok sevinecektir.“
Sonrasında babam, Akiko-san’la yaptığı konuşmaları anlattı. Görünüşe göre, Akiko-san benim için en iyi anne olmaya çalışıyormuş. Açıkçası, artık çocuk olmadığımızı ve yetişkinliğe adım attığımızı düşündüğümde, babamın yeniden evlenmesini kabul edebilirim ama bu, benim yeni bir annem olduğu anlamına gelmiyordu. Sanırım babam da Akiko-san da bunu hissediyordu ama yine de devam etti. Akiko-san’ın istediği şey, sadece yetişkin olana kadar bana göz kulak olmak değilmiş.
“Akiko-san, gerçekten bir aile olmamızı istiyor ve olabileceğimize inanıyor. Aksi takdirde, evlilikle kurduğumuz bağın bir anlamı kalmazdı.“
Bağ, huh? Onu anlayabiliyordum. Beni korumak zorunda olduğu için annem olmaya çalışmıyordu. Teknik olarak üvey anne ve üvey oğulduk ama o, bundan öteye geçip dört kişilik normal bir aile olarak birlikte geçirdiğimiz zamanı değerli kılmak istiyordu.
“Bu yüzden, onu aile olarak kabul ettiğini öğrenirse kelimelerle anlatılamayacak kadar mutlu olacaktır, Yuuta.“
İçimde kısa bir süreliğine suçluluk hissi uyandı. Üzerine pek de derin düşünmemiştim açıkçası.
“İyi sabahlar, ikinizede.“ Ayase-san oturma odasına girdi.
“Ah. Günaydın, Saki-chan.“
“Ayase-san, kahvaltı yapacak mısın?“
Bugün biraz geç kalktığı için emin olmak istedim. Normalde benden önce okula giderdi yani belki de kahvaltıyı atlayacaktı.
“Ah, özür dilerim, sizin hazırlamanıza sebep oldum. Gerisini ben hallederim.“
“Hayır, biz de yeni kalktık zaten, otur hadi. İşte, miso çorban, pilavın ve çubukların.“
“Üzg— Teşekkür ederim, Nii-san.“
“Rica ederim. Bugün biraz geç kaldın, huh? Uyuya mı kaldın?“ İçimden gelen bir soruydu ama Ayase-san elindeki telefonu çevirerek ekranı bana gösterdi.
Bakmamı mı istiyor?
“…LINE mı?“
“Annem iki saat içinde eve döneceğini söyledi yani dünkü konuşmamıza devam edebiliriz.“
Evet, mantıklıydı. Ayase-san, dün gece Akiko-san’a bizim kararımızı anlatacağını söylemişti. Sabah olduğuna göre, büyük ihtimalle bir yanıt almıştı. Mesajlaşmaları bir süre daha devam ettiği için kahvaltıya geç kalmış olmalıydı.
“Mutlu oldu.“
“Öyle mi?“
Ayase-san’ın bu onayından sonra babamın yüzüne yayılan gülümsemeyi görünce, içimde yine hafif bir sızı hissettim.
“Veli toplantısı için günü anneme bırakmayı düşünüyorum.“
“Hangi gün olmasını istiyor?“ diye sordu babam, emin olmak için.
“Mümkünse 25 Eylül.“
“25’i mi… Yani bir cuma günü.“ Takvime bakıp tarihi söyledim.
“Sorun olur mu?“
“Hayır, hiç sorun değil. Eğer Akiko-san için en uygun gün buysa, ben de toplantımı o gün ayarlamaya çalışırım. Yani, Ayase-san—“
Ayase-san ve benim toplantılarımızın aynı gün olması için, rehberlik öğretmenlerimizle konuşup durumu açıklamamız gerekiyordu. Yani, annemizin yalnızca bir gün izin alabileceğini belirterek toplantılarımızı birleştirmelerini rica edecektik. Bunu yaptığımızda, öğretmenlerimiz de kardeş olduğumuzu öğrenecekti.
“Evet, tam da dediğin gibi, Nii-san.“
“Eğer aynı sınıfta olsaydık, bunu ben halledebilirdim.“
“Sorun değil, ben hallederim.“ Pirincinden bir lokma alırken Ayase-san, bu işi bana bırakmamı söyledi.
Kısa bir süre öncesine kadar, Ayase-san bu tür şeylerde pek iyi değildi ama sanırım o da epey değişti. Yemeğini bitirdikten sonra bulaşıkları halledip her zamanki saatinde evden çıktı. Onun ardından babam işe gitti ve en son ben de evden ayrıldım.
Okula giderken gökyüzünün berrak bir maviye büründüğünü fark ettim, esen rüzgar da dünkünden biraz daha sıcaktı. Akiko-san bizim bir aile olmamızı istiyor. Belki ben de ona, Ayase-san’ın babama “Üvey baba“ dediği gibi “Üvey anne“ demeliyim. Onu annem olarak kabul ettiğim için değil, tam anlamıyla bir aile olabilmemiz için. Ayase-san’ın bana “Nii-san“ demesi de bu yüzden mi acaba?
Okul kapısı nihayet görüş alanıma girdiğinde, kafamın içinde dönüp duran düşünceleri bir kenara bırakmaya karar verdim.
Birinci dersin başlamasına beş dakika kala, tam da ilk zil çaldığında, Maru arka kapıdan sınıfa süzüldü. Sabah antrenmanları olanlar genellikle dersin başlamasına son anda yetişirdi. Tabii ki sadece Maru değil, beyzbol kulübünden olanlar ve diğer spor kulüplerinden öğrenciler de arka arkaya içeri girip sınıfı hızla doldurdular. Maru, benim önümdeki sırasına oturduktan sonra bir şeyi hatırlamış gibi aniden arkasını döndü.
“Hey, Asamura.“
“Hm?“
“Geçen yaz tatilinde Narasaka ve diğerleriyle havuza gitmiştin, değil mi?“
“Uh… evet, ne olmuş?“
“Ayase ile aranızda güzel bir hava olduğu söylentisi dolaşıyor.“
“Güzel bir hava mı…?“
“Sonuçta, dedikodu dedikodudur ama onun son zamanlardaki tavırlarını düşününce, ihtimal dışı da diyemem.“
Ne ihtimali ya?
“Yani, Ayase ile durum ne alemde?“
Doğal olarak bu soruya hazırlıksız yakalandım. Öyle ki, doğru dürüst bir cevap veremeden, aptal gibi bir karşı soruyla tepki verdim. Bunun neden ilgisini çektiğini sordum.
“Romantik bir oyundaki gerçek dost karakteri, arkadaşının aşk hayatındaki gelişmeleri sorar, değil mi?“
“Bence hayal dünyanla gerçeklik arasında daha net bir sınır çekmelisin.“
“Hmph. Açıkçası, bu dedikodu sadece birkaç dakika önce kulağıma geldi. Bunu destekleyecek herhangi bir kanıt da yok zaten.“
Yani bu, beyzbol kulübünün içindeki bir söylenti, huh? Ayase-san ile benim epey iyi anlaştığımız yönünde bir dedikodu. Neden acaba? Yaz tatilinde, havuzda geçirdiğimiz o gün, Ayase-san’a karşı hislerimi fark etmiştim ama aynı zamanda bu duygudan bir şekilde kurtulmam gerektiğine de karar verdim. Sonuçta, o benim küçük kız kardeşim ve benden de öyle davranmamı bekliyor.
Bunu unut. Bu hisleri bir kenara bırak. Uzun zamandır bunu yapmaya çalışıyorum fakat ne hikmetse, etrafımdakiler sanki içimi okumuş gibi davranıyor ve beni sürekli o yaz anısıyla yüzleşmeye zorluyor. Bununla ne yapmam gerektiğini düşünürken, çantamın içinde bir çıktıyı fark ettim. Görür görmez hatırladım. Ayase-san ve ben, kardeş olduğumuzun herkes tarafından bilinmesinde bir sakınca olmadığı konusunda anlaşmıştık.
“Dinle.“ Bu ortamda sesimi kıstım.
Bu, herkesin duyması gereken bir şey değildi. Sadece belirli insanların bilmesi yeterliydi. Maru, söylemek üzere olduğum şeyin benim için zor olacağını anlamış olmalı ki bana biraz daha yaklaştı. Beklendiği gibi, gerçek bir dost.
“Bu, Ayase-san ve benim hakkımda—“
Söze girerek, ebeveynlerimizin evlenmesinden sonra Ayase-san ile üvey kardeş olduğumuzu açıkladım. Artık bunu saklamak istemediğimizi ama herkesin öğrenmesi için özellikle bir şey yapmaya da niyetimiz olmadığını söyledim. Ona bu bilgiyi güvenerek paylaştığımı belirttim ve o da buna uygun bir tepki verdi.
“Ben öyle hassas bilgileri etrafa yayacak biri değilim.“
“Bu büyük bir yardım olur.“
“Yine de, bu birçok şeyi açıklıyor.“
“Hm? Ne demek istiyorsun?“
Maru, neredeyse tatmin olmuş bir ifadeyle devam etti.
“Bana birden Ayase’yi sorman, onun hakkında daha fazla şey öğrenmek ister gibi davranman—ki bu beni gerçekten şaşırtmıştı—ve sonrasında ona karşı biraz fazla ilgili görünmen.“
“İlgili mi? Hey, şimdi…“
“Tamam, kötü bir kelime seçimi oldu ama ben de kendimce endişelenmiştim, anlıyor musun?“
Haziran ayında Ayase-san hakkında kötü bir dedikodu yayılmıştı. Görünüşü fazla dikkat çekiciydi—ki aslında bu, kendini koruma yöntemiydi—ve geç saatlerde Shibuya’da dolaşması da insanların yanlış fikirlere kapılmasına neden oluyordu. Dolayısıyla, hakkında söylentiler çıkması kaçınılmazdı. Muhtemelen Maru da bu yüzden benim için endişelenmişti.
“Sadece bir yanlış anlaşılma, hepsi bu.“
“Öyle görünüyor. Hata bende ama şimdi her şey yerine oturdu. Ayrıca, Ayase konusunda… dolaylı yoldan da olsa küçük kız kardeşin hakkında kötü konuştum, kusura bakma.“
“Abartma. Sonuçta bilmiyordun.“
“Yine de, senin Ayase’ye aşık olduğunu düşünmüştüm.“
Bu sözler, kalbimin deli gibi çarpmasına sebep oldu. Avuç içlerimde terin biriktiğini hissettim. Aşık olmak… birini sevmek… ona ilgi duymak… Kardeşler birbirlerini sever ama…
“Öyle bir şey…“
“Tamam, tamam, hata bende. Öyle dememe gerek yoktu. Ama şimdi rahatladım. Eğer gerçekten ona aşık olsaydın, o adamlara karşı hiç şansın olmazdı. İyi bir dostun olarak, seni yaralanmış görmek istemem.“
“O adamlar mı?“
“Bilmiyor muydun? Yaz tatili bittikten sonra Ayase’nin popülaritesi değişti.“
Maru’ya göre, Ayase-san çevresine karşı epey yumuşamıştı. Eskiden onu sadece bir serseri sanıp ondan çekinen bazı erkekler bile şimdi ona ilgi göstermeye başlamıştı. Artık tamamen yalnız olmadığı için, daha fazla insan onunla konuşuyor ve ona yakınlık kurmaya çalışıyordu. Tahmin edileceği gibi, aralarında epey “yüksek seviye“ kişiler de vardı.
“Bunu itiraf etmek acı veriyor ama senin o yarışta bir şansın olduğunu pek sanmıyorum… Tabii ki, onun abisi olduğun için zaten böyle bir yarışa katılmayacaksın.“
“Elbette katılmam.“
“Harika, harika.“ Maru, kendi içinde bir şeyden tatmin olmuş gibi görünüyordu.
Onu izlerken düşünmeye başladım. Maru’nun dediği gibi, biz kardeşiz ve bu yüzden “şansım olup olmaması“ gibi bir şeyin en ufak bir önemi bile yok. Etrafında kaç erkek olursa olsun. Küçük kız kardeşiyle ilgili endişelenmek, ona yaklaşan “böcekleri“ bir tehdit olarak görmek—böyle şeyler sadece kurgu dünyasındaki abilerin yapacağı türden hareketlerdir. Onun yaşında biri, kendini savunabilecek durumda olmalı. Üvey abisi olarak ona müdahale etmek gereksiz bir aşırılık olur.
Ayase-san’a yaklaşan çocuklar olursa ne olmuş yani? Bu benim meselem değil.
Öğretmen sınıfa girip sabah yoklamasını yaptı. Yoklamadan sonra, anketlerini doldurmuş öğrencilerle konuşarak toplantı günlerini netleştirmeye başladı. Daha önce Ayase-san’la konuştuğumuz gibi, diğer öğrencilerden mümkün olduğunca uzak durarak öğretmene ailevi durumumuzu anlattım. Görüşme günlerimizin aynı tarihe denk gelmesini istediğimizi ve bunun annemizin programı nedeniyle olduğunu söyledim.
“Anlıyorum. Yani senin görüşmene üvey annen mi katılacak?“
“Evet.“
Bu kısa konuşmadan sonra yerime geri döndüm.
Dersler sona erdi. Bugün yine yarı zamanlı çalıştığım kitapçıda vardiyam vardı. Son dersin bitimiyle birlikte çantamı kaptığım gibi okuldan çıktım. Ayakkabılıklarda dışarı çıkarken giyeceğim ayakkabılarımı değiştiriyordum ki oldukça gürültülü bir grup oraya doğru yaklaştı. Tanıdık bir ses duyduğumdan dolayı kafamı çevirdim ve tam ortada Narasaka-san’ı gördüm. Yani bu grup, yan sınıftan arkadaşlarından oluşuyordu.
Etrafında bir sürü arkadaşı vardı. Her zamanki gibi gülümsüyor ve herkesle konuşarak kimsenin dışlanmamasını sağlıyordu. Ayase-san da onların arasındaydı. Çok yakın durmasa da, çok uzakta da değildi. Arada bir sohbete katılarak kendi temposunda ilerliyordu. Onun gülümsediğini görünce, ayakkabılarımı aldım ve gölgede saklanarak ön kapıdan usulca çıktım. Onun bana karşı dikkatli davranmak zorunda kalmasını istemezdim—ya da en azından kendime böyle bir bahane uydurdum.
Ayase-san gülümsüyordu. Sanırım, onun arkadaşlarıyla böyle gülümsediğini ilk kez görüyordum. Onun adına sevindim. Gerçekten. Eskiden sınıf arkadaşlarından biraz soyutlanmış biriydi, bu yüzden böyle olması çok daha iyi. Maru’nun dediği gibi, Ayase-san değişmişti. Önceden başkalarına güvenmemek için kendini zorluyor, bu da onu kibirli ve itici gösteriyordu ama aslında, sadece insanlara nasıl açılacağını bilmiyordu. Mecburen herkesi kendinden uzaklaştırıyordu. Oysa bağımsız olmak, tüm bağlarını koparmakla aynı şey değildi.
O kadar nazik bir gülümsemeyle, tanımadığım insanlarla vakit geçiriyordu ki—peki neden içimde bu kadar karmaşık duygular dolaşıyordu?
Bisikletimle istasyonun yakınındaki otoparka vardığımda gökyüzü çoktan koyu bir kırmızıya bürünmüştü. Son zamanlarda güneş daha erken batmaya başladı. Evet, artık Eylül ayındayız ve günler bundan sonra giderek kısalacak. Arka ofise girip üniformamı giydim ve mağazaya çıktım. Bugünkü ilk işim rafları düzenlemekti. Kasaya uğrayıp müdüre selam verdikten sonra doğrudan kitap raflarına yöneldim. İşe cep kitapları reyonundan başladım ve arkadan öne doğru ilerledim.
Çoğu kitapçıda, kitaplar yazara göre değil, yayınevine göre düzenlenir. Eğer aynı yayınevinden ama farklı bir etikete sahipse, farklı bir rafa yerleştirilir ve o etikete ait rafı bulduğunda, genellikle yazarların soyadına göre sıralarsın.
Örneğin, MF Bunko J1 adlı bir etiket var. Kitabın arka kapağında “Mi-10-16“ gibi rastgele bir sayı görebilirsin. Bu, o etikette “Mi“ harfiyle başlayan birçok yazar olduğu, bu kitabın 10. yazar tarafından yazıldığı ve serinin 16. cildi olduğu anlamına gelir—elbette basit bir açıklama yapacak olursak. Sadece bu numaraya bakarak, yanlış yere koyulmuş kitapları kolayca sıralayabilirsin.
Bugün geç vardiyadaydım yani yeni çıkan kitapları yerleştirme ve stok düzenleme işleri çoktan bitmişti. Diğer çalışanlar yeni çıkan kitaplara yer açmıştı, bu yüzden benim tek yapmam gereken, dağınık şekilde bırakılmış kitapları asıl yerlerine koymaktı. Ara sıra yanlış raflara yerleştirilmiş kitapları bulup doğru yerine koyuyordum. Oldukça basit bir işti, bu yüzden bir noktadan sonra tamamen dalıp gittim. Neredeyse bir tür “zihinsel dinginlik“ seviyesine ulaşmak üzereydim ki—
“Ah, Junior-kun! Tam zamanında geldin.“
Arkamı döndüğümde, uzun siyah saçlı tanıdık bir Japon güzeli karşımda duruyordu. Zaten sesinden tahmin etmiştim. Kollarında bir dağ gibi yığılmış cep kitapları taşıyordu. Üniformasının isim etiketini bu haldeyken okumak neredeyse imkansızdı ama onu tanıyordum. O, iş yerindeki üstüm: Yomiuri Shiori.
“Affedersin? O karmaşık yüz ifadesi de neyin nesi, hımm?“
“Ah, beni takma. Az kalsın aydınlanmaya ulaşacaktım, sen de beni gafil avladın.“
“Post-nut clarity, anladım.“
(“Post-nut clarity“ ifadesi, İngilizce bir argo terimidir ve genellikle cinsel tatmin sonrasında kişinin düşüncelerinin veya ruh halinin netleştiği, daha mantıklı düşündüğü bir durumu tanımlar. Bu terim, cinsel bir dürtü (veya arzunun) tatmin edilmesinin ardından, bireyin genellikle duygusal veya mantıklı olarak daha sakin ve net bir şekilde düşündüğü bir anı ifade eder.)
“Bu duruma pek uygun bir tanım olduğunu sanmıyorum.“
“Öyle mi? O zaman söyle bakalım, asıl anlamı neymiş?“
“Yaşlı bir adam gibi davranıp masum bir kadından utanarak cevap vermesini beklemekten vazgeçer misin? Seni cinsel tacizle suçlarım.“
“Aa, ne hoş. Cinsiyet eşitliği harika bir şey.“
Şu an bunun hayranlığını dile getirme zamanı mı gerçekten?
“Şimdi, şimdi. Bunların hiçbir önemi yok, sevgili Junior-kun. Önünde böyle bir güzellik, kollarında dağ gibi kitaplarla duruyor. Sence şu an söylemen gereken asıl şey ne?“
“Ah, doğru, hemen alıyorum.“
Taşıdığı kitapların hepsi raflara yerleştirmemiz gerekenlerdi. Kasada biri bir kitap satın aldığında, elimizde o kitaptan hâlâ stok olup olmadığını kontrol edebiliyoruz. Asıl korkutucu olan şey, Shōwa döneminde (Japonya tarihinde 25 Aralık 1926-7 Ocak 1989 tarihleri arasında İmparator Hirohito’nun saltanatını kapsayan dönemdir.) bu işin tamamen kayıtlara dayanarak yapılıyor olması. O zamanlar stok takibi için kâğıt kullanıyorlardı ve envanter sayımı yaparak mağazada kaç kopya kaldığını görebiliyorlardı.
Ama asıl sorun, her şeyin günlük tutulan kayıtlara bağlı olmasıydı. Günümüzdeyse geniş veri tabanı sayesinde tek bir tıkla her şeyi öğrenebiliyoruz. Aldığım kitap yığını hemen önümdeki rafa yerleştirilecekti. Kitaplara yakından baktığımda, uzun süredir devam eden ve çok sezonluk bir animeye uyarlanmış bir seriden olduklarını fark ettim.
“Bu neden bu kadar iyi satıyor acaba? Yani, ilginç olduğunu biliyorum da yine de…“
“Okuduğunu söylemiştin, değil mi Junior-kun?“
“Evet. Aa?“ Hafızamda bir şeyler yerine oturdu. “Anladım, anime yeni başladı.“
“Aynen öyle. Şimdiden POP’ları kullandık ve ayrıca farklı bir rafta da bolca sergiliyoruz.“
Senpai bunu söyleyince, işaret ettiği yöne baktım. Cep kitaplarının olduğu rafın köşesinde küçük bir stand vardı ve kitaplar kapakları görünecek şekilde üst üste dizilmişti. İyi satan kitaplar, sadece sırtları görünecek şekilde rafa dizilmek yerine bu şekilde sergilenerek ekstra reklam alıyorlardı. Yanlarında el yazısıyla hazırlanmış tanıtım kartları ve tabelalar, yani POP’lar da vardı.
“O POP’u ben hazırladım.“
“Öyle mi?“
“Üzerine ‘Bunu okurken gözyaşlarım sel oldu, bir kaseyi dolduracak kadar ağladım!’ yazdım, bilgin olsun.“
“Seni yanıltıcı reklam yapmakla suçlamazlar mı?“
Yomiuri-senpai’yi tanıyorsam, yine saçma bir şaka yapıyordur. Yine de gidip o POP’u bir kontrol etsem iyi olur… Ama bekle, eğer kontrol edersem, onun oyununa çoktan gelmiş olacağım, değil mi?
“Dur bir dakika. O zaman…“
O anda nihayet büyük resmi kavradım. Eğer yeni yayına başladıysa ve şu an Eylül ayındaysak, demek ki bu sonbahar sezonu animelerinden biri. Bu durumda, bu seri muhtemelen önümüzdeki üç ay boyunca, Aralık’a kadar çok iyi satacaktır. Yomiuri-senpai’den kitapları aldım ve inceledim.
Tahmin ettiğim gibi, üzerlerinde “Şu an anime yayında!“ yazılı bir kâğıt kapak vardı. Muhtemelen yayınevi, animeyle eşzamanlı olarak birçok yeni baskı yapmış ve bu özel kaplamayı eklemişti. Aynı zamanda, bu kapak önümüzdeki ay yeni bir cilt çıkacağını da duyuruyordu.
“Yani yeni bir cilt çıkacak...“
“Junior-kun, biraz yorgun görünüyorsun.“
Senpai’nin beklenmedik yorumu üzerine ona şaşkınlıkla baktım.
“Ne demek istiyorsun?“
“Eskisi kadar enerjik değilsin diyorum.“
“Oysa düzgün besleniyorum.“
“Tam olarak kastettiğim şey bu değil. Eskiden sevdiğin bir serinin yeni cildinin çıkacağını en az üç ay öncesinden bilirdin, değil mi?“
Yeni kitap veya manga çıkışları genellikle üç ay önceden duyurulurdu. Yani biz kitapçılarda çalışanlar da bunu böyle öğrenirdik.
“…Sanırım öyleydi.“
“Son zamanlarda iyice cansızlaştın, Junior-kun.“
“Öyle değil...“
“Şşşt, bahaneye gerek yok. Eskiden bayıldığın bir serinin yeni cildine ilgini kaybetmiş olman, epey büyük bir olay, değil mi?“
“Gerçekten mi? Belki de.“
Hayır, tamamen haklıydı. Bir zamanlar, sevdiğim bir serinin yeni cildinin çıkış tarihini asla unutmazdım.
“Belki de Saki-chan’la eskisi kadar sık vardiyan çakışmadığı için yalnız hissediyorsundur?“ Yomiuri-senpai şüpheli bir şekilde sırıttı.
“Dikkat etmelisin, Senpai. Böyle bir gülümsemeyle popülerliğini kaybedebilirsin.“
“Şimdi şimdi, büyük ablan olarak dertlerini benimle paylaşabilirsin, genç adam. Hadi, kalbini aç ve kollarıma atıl.“
“Hâlâ yaşlı bir adam gibi konuşuyorsun. Ayrıca, biz kardeşiz, dolayısıyla bu söylediğin imkânsız.“
“Neymiş imkânsız olan?“
“Yalnız olmam. Sırf kız kardeşimle çalışamıyorum diye neden yalnız hissedeyim ki?“
“Benim bir abim olmadığı için bu konuda fazla iddialı olamam. Mantıklı konuşuyorsun ama üvey kız kardeşin, değil mi?“
“Üvey de olsa, kardeş kardeştir,“ dedim. Daha fazla bir şey söylemekten kaçındım.
“Mantıklı cevaplar çok sıkıcı oluyor ama.“
“Ve bu neden önemli?“
“Pekâlâ, o zaman, şu üzgün Junior-kun’uma ilginç bir şey söyleyeyim.“ Yomiuri-senpai bir parmağını kaldırdı. “Yakında üniversitemde açık kampüs etkinliği olacak. Gelmeye ne dersin?“
“Açık kampüs? Üniversitelerin ve uzmanlık okullarının, ilgilenen insanları davet edip okulu tanıttığı etkinliklerden mi bahsediyorsun?“
“Aynen öyle. Sevimli üniversiteli kızların arasında kaldığında enerjin anında geri döner.“
Dediği gibi, sıradan bir erkek için Yomiuri-senpai gibi güzel üniversiteli kızlarla çevrili olmak heyecan verici olurdu. Daha önce onun okul arkadaşlarıyla konuştuğunu görmüştüm ve çevresindeki herkes gerçekten çekiciydi ancak bu planında büyük bir kusur vardı.
“Senpai, sen bir kız üniversitesine gidiyorsun, değil mi?“
“Evet, ne olmuş?“
“Peki, ben, yani bir erkek, nasıl açık kampüse gelebileceğim?“
“Aman Tanrım, nereye gitti bizim cinsiyet eşitliğimiz?!“
Ne yazık ki, zaman henüz bir erkeğin bir kız üniversitesinde okuyabileceği kadar ilerlemiş değil. Senpai’nin benim için endişelendiğini anlıyorum ama yine de ona gülümseyerek karşılık veremedim. Son zamanlardaki keyifsizliğimin sebebini ben de merak ediyordum. Böyle hissetmem için bir neden olmamalıydı.
Vardiyam bittiğinde doğruca eve döndüm. Eve vardığımda, yemek masasında akşam yemeği ve küçük bir not buldum. Oysa dün uzun bir aradan sonra birlikte akşam yemeği yemiştik ama bugün sadece bir not bırakılmıştı. Ayase-san’ın odasından çıkmaya hiç niyeti yoktu. Beni bilerek mi görmezden geliyordu?
Onunla yüz yüze görüşememiş olmanın pişmanlığı içimi kemirdi ve Yomiuri-senpai’ye az önce söylediğim sözlerin tamamen yalan olduğunu fark ettim. İçimde, onun söyledikleri yankılanıyordu. Ama yapacak bir şey yok, değil mi? Sonuçta, Ayase-san benim gerçek kız kardeşim değil.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.