Bugün cuma. Hem Ayase-san’ın hem de benim için veli-öğretmen toplantısının olduğu gün. Sabah her zamanki gibi başladı; ikimiz de yemek masasında oturmuş kahvaltımızı yapıyorduk. Babam ise çoktan tabletinden haberleri okumaya koyulmuştu.
“İşte, miso çorban.“
“Ah, sağ ol, Saki-chan.“
Babam minnettarlıkla kâseyi kabul etti. Tam o sırada giriş kapısı açıldı.
“Ben geldim~“
Akiko-san’ın sesi salona ulaştı.
“Ah, hoş geldin, Akiko-san.“
Babam ilk tepki veren oldu, ardından ben ve Ayase-san da ona katıldık.
“Hoş bulduk, Taichi-san.“
“Kolay gelsin. Kahvaltı yapacak mısın?“
“Yapacağım. Direkt eve geldim ki biraz daha uyuyabileyim, bu yüzden henüz bir şey yemedim.“
“Anladım. Peki, uyandıktan sonra kalkabilecek misin?“
“Bence kalkarım. Ah, bu arada, saatleri tekrar kontrol etmek istiyorum, Yuuta-kun, Saki.“
İkimiz de telefonlarımızı çıkarıp toplantı saatlerimizi kontrol ettik.
“Benim toplantım 16:20’de ve yirmi dakika sürecek.“
“Benimki hemen ardından, 16:40 ile 17:00 arasında. Çok fazla zamanımız yok ama sonuçta sınıflarımız yan yana.“
Biz bunları anlatırken Akiko-san da telefonuna bakarak saatleri aklında tutmaya çalışıyordu.
“Evet, tamam. Anladım.“
“Ama bu programa bakarsak, o zamana kadar çok fazla uyuyamayacaksın, öyle değil mi?“
“Okula gitmek için taksi çağırmayı planlıyorum, o yüzden 16:00’dan biraz önce çıksam yeterli olur. Ondan önce uyanıp duş alırım, yemek yerim, dişlerimi fırçalarım, üstümü değiştiririm, makyaj yaparım… Evet, 14:00’te kalkarsam rahat yetişirim.“
“Şu an saat 07:00, yani 08:00’de yatarsan altı saat uykun olacak… Bu senin için normalden az değil mi?“ diye sordu babam.
Genellikle akşama kadar uyuduğunu düşünürsek, bu gerçekten kısa bir uyku sayılırdı.
“Eve döndükten sonra biraz daha uyuyabilirim çünkü bu gece vardiyam yok. Tek problem, beni uyandıracak kimsenin evde olmaması.“
Akiko-san, bazen uyanmakta zorlandığını açıkça belli etmişti.
“Taichi-san, saat 14:00 olduğunda senden sarsıcı bir uyandırma bekliyorum!“ Akiko-san ellerini birleştirip gülümsedi.
“Babam işteyken ona yük olamazsın, anne.“
“Amaaaaa!“
“Ahaha, sorun değil, bana bırak Akiko-san. İşim o kadar yoğun değil, halledebilirim.“
Babamın sözleriyle Akiko-san’ın yüzü aydınlandı ama Ayase-san sadece omuz silkti. Normalde babam biraz gevşek biridir ancak böyle zamanlarda inanılmaz güven verici ve olgun görünüyor. Akiko-san da keyiflenmişti lakin bir anda kaşlarını çattı.
“Ama gerçekten uyanabilir miyim? Öğretmenler benim garip bir anne olduğumu düşünür mü?“
“Bence dünyada seni garip diye nitelendirecek kimse yoktur.“
“S-Sence gerçekten öyle mi?“
Akiko-san, babamın sözlerinden sonra mahcup bir şekilde gülümsedi.
“Tabii ki öyle.“
Babam gülümsemesini gördü ve ikisi birbirlerinin gözlerine bakarak bir an duraksadı.
Ayase-san ve ben bu flört dolu sahne karşısında biraz rahatsız olmuş olabiliriz ama yine de ona her şeyin yolunda olacağını söyledik.
“Anne, kahvaltı yapacaksan artık otur. Öyle ayakta durunca sadece yolun ortasında kalıyorsun.“
“Tamam tamam, anlaşıldı.“
“Hala zamanın var mı?“ diye sordu Ayase-san, saatine göz atarak.
“Ah… doğru ya, artık çıkmalıyım. Teşekkürler.“
Akiko-san makyajını silmek için banyoya yönelirken, babam çantasını alıp ayağa kalktı.
“Akiko-san’a göz kulak olun, tamam mı?“
Aynı anda başımızı salladık. Sorumluluğun en büyüğü asıl sende değil mi?
Az sonra Akiko-san masaya oturdu ve kahvaltısını yapmaya başladı.
“Anne, uyandıktan sonra öğle yemeği için ne yapacaksın? Curry’yi dondurabilirim, uyanınca yersin. Hem baharatı sayesinde seni kesin uyandırır.“
“Öğretmenlerinizle görüşmeden önce fazla baharatlı bir şey yemek istemem, o yüzden bugünkü yemekten kalanlarla idare ederim. Ayrıca hala bir yumurta kaldı, değil mi?“
“Şey… evet, ama…“
“Kendime bakabilirim, tamam mı? Asıl siz artık çıkmalısınız.“
Akiko-san’ın dediği gibi artık Ayase-san’ın evden çıkma vakti gelmişti.
“Bulaşıkları düşünmene de gerek yok, Yuuta-kun. Kahvaltımı bitirdikten sonra ben hallederim.“
“Tamam, çok teşekkür ederim.“
Her zamanki gibi Ayase-san çıktıktan birkaç dakika sonra çantamı aldım.
“Tamam, şimdi kısa bir uyku çekip vaktinde kalkacağım!“
Kapıdan çıkarken, arkamda Akiko-san’ın motive olmuş sesi yankılandı.
Dördüncü dersin bitişini haber veren zil çaldı. Bu öğleden sonra veli-öğretmen toplantısı var ama benim sıram gelene kadar dört saatim daha var. Maru ile öğle yemeği yerken, bu zamanı nasıl değerlendireceğimi düşünmeye başladım.
“Yarın görüşürüz, Asamura.“
“Evet, sonra görüşürüz!“
Maru her zamanki gibi benden önce yemeğini bitirdi ve hızla sınıftan çıktı. Kulübüne olan tutkusu hiç değişmiyor. Sonunda yine yalnız kalmıştım. Böyle anlarda, benim gibi “eve dönüş kulübü” üyelerinin gidebileceği pek bir yer olmuyordu. Çoğu oda veli-öğretmen toplantısı için kullanılıyordu sonuçta.
Bir anlığına kütüphane aklıma geldi. Kitapları seven biri olarak en hızlı aklıma gelen yer burasıydı tabii ama genellikle okuduğum kitaplar kütüphanede bulunmazdı, bu yüzden oraya pek uğramazdım.
Yine de bu, kütüphaneye göz atmak için mükemmel bir fırsat olabilirdi. Çantamı aldım ve oraya doğru yola koyuldum. Suisei’deki kütüphane binası, ana binadan izole bir yerdeydi. Okulun bir köşesinde, iki katlı olan “Kütüphane Binası” bulunuyordu ve buradan ana binaya bir geçit uzanıyordu. Birinci katta çeşitli müzik odaları vardı, ikinci kat ise kütüphaneye ayrılmıştı. Böyle bir düzen varken buraya “Müzik Binası” denmesini beklersiniz ama adının böyle olmasının tarihi bir sebebi vardı—gerçi ne olduğunu tam hatırlamıyordum.
Kütüphane binasına yaklaşırken nefesli çalgılar kulübünün çaldığı müzik kulağıma geldi. Suisei’de veli-öğretmen toplantısı tüm sınıflar için aynı anda yapıldığından, öğleden sonra ders işlenmezdi. Bu yüzden de çoğu kulüp faaliyetlerine erkenden başlardı ki bu durum okulun o kadar da ileri seviye bir lise gibi hissettirmemesine neden oluyordu.
Merdivenleri çıkıp kütüphane kapısını açtım. İçeri adımımı atar atmaz eski kitapların kokusu beni karşıladı. Bu, Jimbōchō İstasyonu’ndaki eski kitapçılardan tanıdığım, nostaljik bir kokuydu. Pek çok insan bu kokuyu sevmez ve o yüzden yeni basım kitaplara yönelir ama ben hiç rahatsız olmazdım. Bu koku, insanlığın nesilden nesile aktardığı bilginin kokusu gibiydi.
Sınavlar yaklaşırken olduğu kadar kalabalık değildi burası. Etrafıma göz gezdirdiğimde, üç masadan yalnızca birinin dolu olduğunu gördüm. O anda, Ayase-san’ın şu an nasıl vakit geçiriyor olabileceğini düşünmeden edemedim.
Bu düşünce aklımdan geçerken kütüphanede dolaşmaya başladım ve gözlerimle onu aradım ama düşündüğüm o kızı burada göremedim. Ancak onun yerine -
“Ohhh? Bir şey mi oldu?”
Karşımda Narasaka Maaya duruyordu.
“Ah, sadece biraz vakit öldürmek istiyordum. Bugün veli-öğretmen toplantım var.”
“Asamura-kun’un da mı?”
“Görünüşe göre öyle.”
Elini sallayarak beni yanına çağırdı. Fazla uzağa oturursam sesimizi yükseltmemiz gerekecekti ve bu da çevremizdekileri rahatsız ederdi. Neyse ki masada sadece Narasaka-san vardı, arkamızda bir kitaplık olduğu için kütüphanedeki diğer insanlarla aramızda bir bariyer oluşuyordu.
“Senin toplantın ne zaman?”
“16:20’de.”
“Yakınmış. Benimkisi 16:00’da.”
Demek onun da benim gibi zaman öldürmesi gerekiyordu. Peki ama neden Ayase-san ile değil? Bunu sorduğumda, Ayase-san’ın eve gittiğini söyledi. Toplantıya kadar hâlâ vakit olduğu için geri dönmesi kolay olurdu. Ben de aynı şeyi yapabilirdim aslında.
Ama eğer şimdi eve giderse… Etrafa bir saat olup olmadığını görmek için baktım ama bulamayınca telefonumu çıkardım. Daha saat 13:00 bile olmamış… Acaba ben de mi eve gitsem? Ama gidersem… Ayase-san şu an evde, öyleyse ona katılmam biraz garip olur… Hem sadece o da değil, Akiko-san da evde ve uyuyor. Gerçi yakında uyanması gerekiyor. Tam o sırada, sabah söylediği sözler aklıma geldi.
“Tek problem, beni uyandıracak kimsenin evde olmaması.”
Yoksa Ayase-san eve bu yüzden mi gitti?
“Asamura-kun? Düşüncelere mi daldın?”
“Ah, hayır, önemli bir şey değil.”
Eğer şimdi eve gidersem, Akiko-san’ın uyuyabileceği birkaç dakikaya daha engel olurum.
“Yoksa veli-öğretmen toplantısı konusunda mı endişelisin?”
“Pek sayılmaz ama—”
Sorunlarımı anlatmak üzereydim. Belki de bu sadece onun beni konuşturmaya çalışmasının bir yoluydu?
“Ondan daha önemli bir şey var.” dedi Narasaka-san. “Sen neden eve gitmedin peki?”
“Kardeşlerimle ilgilenmeye kısa bir ara vermek istedim.” diye gülümsedi.
Anlattığına göre annesi toplantıya katılmak için izin almış ve şu an okuldayken küçük kardeşleriyle ilgileniyormuş.
“Zor olmalı.”
“Hepsi çok tatlı ama insan bazen biraz rahatlamak istiyor. Neyse, onu boş verelim.” Narasaka-san başını masaya koydu ve bana yukarıdan baktı. “Asamura-kun, Saki’yi seviyor musun?”
“Hayır, sevmiyorum.”
Bu soruya bu kadar hızlı cevap vermek hata mıydı acaba? Narasaka-san bazen boş kafalı biri gibi izlenim verse de, önemli konularda oldukça anlayışlı olabiliyordu.
“Gerçekten mi~?”
“Biliyorsun işte, biz kardeşiz, yani böyle bir şey mümkün değil.”
“Ama, hani…”
“Hani ne?”
“Hâlâ ona ‘Ayase-san’ diyorsun, değil mi?”
İstemsizce kalbim hızlandı. Demek bunu demek istiyordu…
“Kardeşiz diyorsun ama kan bağınız yok. Üstelik üvey kardeş olmanız daha çok yeni. Bence dışarıdan bakınca, aranızda karşılıklı hisler varmış gibi görünüyor~”
Sanki bunu bana değil de masaya anlatıyormuş gibi bir hali vardı.
“Öyle bir şey yok.”
“Hmmm, demek çok derine inmişim.” diye kendi kendine mırıldandı, başını masaya dayamaya devam ederek.
O pozisyonda durmak canını yakmıyor mu, hanımefendi? Birden doğruldu, kollarını yukarı uzatıp gerinirken hafifçe inledi.
“Anlıyorum~ O zaman, başka bir erkeği desteklememde sakınca yok?”
“N-Ne?”
“Yani, diyelim ki Saki’den hoşlanan biri var. Onu, Saki’yi kazanması için desteklememde bir sorun olur mu?”
Söylediklerinden, böyle birinin gerçekten var olduğu izlenimini aldım.
“Bunu yapmak için benden izin alman gerektiğini sanmıyorum.”
“Hmmm, öyle mi dersin?” Narasaka-san kollarını kavuşturdu bir yandan da ‘Hmmm’ ve ‘Anlıyorum~’ diyerek kendi kendine düşünmeye devam etti.
Onu kendi düşünceleriyle baş başa bırakmaya karar verdim ve okuyacak bir kitap aramaya koyuldum. Daha üç saatten fazla vaktim olduğuna göre iki kısa kitap bitirebilirim. Biraz araştırdıktan sonra eski yabancı kitaplardan birkaç tane buldum. Theodor Storm’un Immensee’si, 142 sayfa ve Henrik Ibsen’in Bir Bebek Evi, 148 sayfa. Bu iki kitap, sahip olduğum zaman için tam ideal görünüyor.
Kitapları elime alıp masaya döndüğümde, Narasaka-san’ın gitmiş olduğunu fark ettim fakat çantası hâlâ durduğuna göre muhtemelen o da kitap bakmaya gitmişti. Oturup okumaya başladım. Bir süre sonra mola vermek için başımı kaldırdığımda, yanımda oturduğunu fark ettim. Fazla konuşmadık, sadece sessizce yan yana kitaplarımızı okuduk.
“Ben çıkıyorum~“
Tekrar başımı kaldırdığımda, Narasaka-san çantasını almış ve kütüphaneden ayrılıyordu. Demek onun sırası geldi, huh? Bu da demektir ki benim toplantıma yaklaşık yirmi dakika kaldı. Kalan sayfaları hızla bitirdim ve yerimden kalktım. Tam o anda, sessiz moda aldığım telefonum titredi. Akiko-san bana LINE üzerinden mesaj göndermişti. İlk kısımda yakında burada olacağını yazıyordu, bu yüzden onu okulun ön kapısında karşılamaya karar verdim. Kitapları geri yerine koyduktan sonra kütüphane binasından ayrıldım.
Saat 16:10’da, Akiko-san okulun girişinde belirdi.
“Beklettiğim için üzgünüm, Yuuta-kun.“
“Ben de daha yeni geldim.“
Genellikle işe giderken giydiği kıyafetlerin aksine, bugün profesyonel ve şık bir takım giymişti. Koyu mavi bir ceket ve altına yuvarlak yaka bir bluz tercih etmiş, eteğin yerine de lacivert bir pantolon giymişti. Omzuna iki tonlu bir el çantası asmıştı. Sanırım buna resmi ama rahat bir ofis kombini denebilir. Ne fazla katı ne de fazla rahat. Akiko-san’ı böyle bir kıyafet içinde ilk kez görüyordum. Veli toplantısına gelenler için hazırlanan terliklerden birini ona uzattım.
Benim ve Ayase-san’ın sınıfları okul binasının ikinci katındaydı. Onu merdivenlere doğru yönlendirdim ve yol boyunca okul hakkında kısa kısa bilgiler verdim.
“Yani sınıfın Saki’ninkinin hemen yanında huh?“
“Evet.“
“Peki aile olmadan önce hiç karşılaşmadınız mı? Bu kadar yakında olduğunuzu düşününce, en azından bir kere birbirinize denk gelmişsinizdir diye düşünmüştüm.“
“Büyük ihtimalle karşılaştık ama...“
Beden eğitimi dersinde aynı grupta olduğumuzu göz önüne alırsak, birbirimizi birkaç kez görmüş olma ihtimalimiz yüksek. Belki koridorlarda bile denk gelmişizdir.
“...Ama hatırlamıyorum.“
“Aaa, ne kadar da centilmence. Güzel bir kız bile dikkatini çekememiş, öyle mi?“
“Mesele o değil. Üstelik birine bakmak bile artık taciz olarak görülebiliyor.“
“Her şeyi fazla ciddiye alıyorsun. Eğer bakışlarının arkasında masum bir niyet varsa kimse bunu sorun etmez.“
“Gerçekten mi? Bunu tek bakışta anlayabiliyor musun?“
“Tabii ki.“
“Ne kadar da kendinden emin.“
Bunu bu kadar basitmiş gibi anlatıyor ama aslında kanıtlaması neredeyse imkânsız bir şey. İşte bu yönüyle Ayase-san’dan tamamen farklı. İnsanlara söylediklerinin ve yaptıklarının sorumluluğunu hiç hissettirmemesi, Akiko-san’ın nasıl biri olduğunu ve hangi sektörde çalıştığını en iyi şekilde gösteriyor. Bir anlığına, söylediklerine gerçekten inanabilirmişim gibi hissettim.
“Kendinden emin olmak iyidir. Yanılırsan, basit bir ’Özür dilerim’ her şeyi çözer.“
“İnatçı… sonuna kadar.“
Bir an bile ona inanmış olmamı kendime kızarak fark ettim.Tanrım… Şu tavırlarıyla resmî kıyafetini tamamen mahvediyor ama bu halinden de pek hoşlanmadığımı söyleyemem. Daha birkaç ay öncesine kadar yabancı biri olan üvey annemle okulun içinde yürümek gerçekten garip hissettiriyor. Aynı zamanda, onun evdeki gibi davranmaya devam ettiğini görmek içimi rahatlatıyor.
Öz annem benimle birlikte okula geldiğinde, evde olduğundan tamamen farklı biri gibi davranırdı. Sanki yerini başka biri almış gibi. Küçükken, özellikle ilkokuldayken, bu durumu ürkütücü ve korkutucu bulurdum ama muhtemelen onun da böyle olmasının bir sebebi vardı. Zamanı, yeri ve durumu göz önünde bulunduruyordu. Yine de, kişiliğini bu kadar değiştiren insanlara pek güvenemem. Bu yüzden Akiko-san’ın her zamanki gibi davrandığını görmek bana garip bir rahatlık veriyordu.
Bir veli toplantısı için neden bu kadar çaba göstermesi gerektiğini anlayamıyorum ama neyse… Saatimi kontrol ettim ve kapıyı çaldım. Sınıf öğretmenimin içeriden verdiği yanıtın ardından kapıyı açtım.
“Buyurun, lütfen oturun.“
Bize oturmamız için yeri gösterdi, bu yüzden Akiko-san ve ben sıraya oturduk, sınıf öğretmenimle karşı karşıya geldik. Ortaokuldayken ve Suisei’deki ilk senemde de veli toplantılarına katıldığım için bu benim için bir ilk değildi ancak annemin yanımda olduğu böyle bir deneyimim pek olmadığı için ister istemez biraz gergindim.
Gelecek planlarımı içeren anketin başlangıç konusu olmasıyla birlikte, sınıf öğretmenim kendi genel görüşünü açıklamaya başladı.
Aslında, sınıf öğretmenim pek dikkat çeken özellikleri olmayan bir erkek öğretmendi ve ‘Suzuki’ gibi oldukça yaygın bir isme sahip olması da onu daha akılda kalıcı yapıyordu. Bu arada, Ayase-san’ın sınıf öğretmeni de aynı şekilde sıradan bir isim olan ‘Satou’ya sahip bir kadın öğretmendi.
Bu konu, Ayase-san ile veli toplantılarımız hakkında konuşurken gündeme gelmişti ve ikimiz de Japonya’daki en yaygın üç soyadından ikisine sahip olmalarına epey gülmüştük. İstatistiksel olarak imkânsız değildi ama yine de düşük bir ihtimaldi.
“Durum böyleyken—“
Sınıf öğretmenimin sözleri beni gerçekliğe geri çekti. Öğretmenlerin benim hakkımdaki izlenimlerini duymayı pek sevmediğim için genellikle söylediklerini bir kulağımdan girip diğerinden çıkmasına izin veririm ama görünen o ki konu gelecek hedeflerimle ilgiliydi.
“Yuuta-kun şu anki çabalarına devam ederse, Tokyo’daki ünlü bir üniversitenin giriş sınavını kazanma şansı oldukça yüksek.“
Bu olumlu değerlendirme beni gerçekten şaşırttı. Yan gözle Akiko-san’a baktığımda, onun gülümsediğini gördüm. Muhtemelen çok mutlu olmalıydı amcak hemen ardından yüzündeki ifade donuklaştı.
“Bu kesinlikle sizin bilinçli eğitiminiz sayesinde—“
Suzuki-sensei, ebeveynlere yönelik yaptığı sıradan övgülerden birini dile getirmişti ama babamın Akiko-san ile yeni evlendiğini geç fark etmişti.
Hiç tereddüt etmeden söze girdim.
“Evet, ona gerçekten minnettarım.“
Bu sözleri elimden geldiğince içten bir şekilde ve sınıf öğretmenimin gözlerinin içine bakarak söyledim, bu yüzden Akiko-san’ın nasıl bir ifade takındığını göremedim ama göz ucuyla baktığımda, gözlerinin şaşkınlıkla açıldığını fark ettiğimi sanıyorum.
Suzuki-sensei kısa bir an duraksadı fakat ardından sözlerine kaldığı yerden devam etti. Çalışmalarıma bu şekilde devam edersem, istediğim herhangi bir üniversitenin sınavını kazanabileceğimi söyledi.
Son vedalaşmalarımızın ardından, Akiko-san ile birlikte sınıftan çıktık. Kapının önünde, sıradaki veli-öğrenci ikilisi bekliyordu. Biz geçerken içeri girip kapıyı kapattılar. Görünüşe göre bize ayrılan süreyi tamamen kullanmıştık. Saatime baktım: 16:38. Sadece iki dakika kalmıştı.
“Ayase-san’ın sınıfı şu tarafta.“
“Çabuk olmam lazım! Ve az önceki için teşekkür ederim, Yuuta-kun. Beni böyle kabullenmen o kadar mutlu etti ki neredeyse ağlayacaktım.“
Bunu bana parlak bir gülümsemeyle söylediği için içimde garip bir sıcaklık hissettim. Birkaç kelimemle bu kadar mutlu olabiliyor, öyle mi?
“Gerçekten çok mutluyum!“
“H-Hey, kolumu çekiştirme.“
Bana o anda sarılacağını hiç düşünmemiştim ama beni asıl şaşırtan şey, bu sıcaklığı hiç de rahatsız edici bulmamamdı. Sonuçta ben onun gözünde yalnızca “Asamura Taichi’nin oğlu“ olmalıydım ama fark ettim ki, daha ilk tanıştığımız andan beri beni ailesinin bir parçası olarak kabul etmişti. Öz annemin bana en son ne zaman sarıldığını hatırlamıyorum, hatta belki de hiç olmamıştı. En azından hatırlayabildiğim yaştan itibaren ama en azından şimdi, genç bir delikanlı olarak, böyle gülümseyebiliyorum. Evet, babamın bu kadınla evlenmiş olmasından gerçekten memnunum.
Biraz yürüdükten sonra diğer sınıfa vardık ama bekleme koltuklarında kimse yoktu. Bir an şaşırdım fakat sonra Ayase-san’ın ayakkabılıklardan bize doğru yürüdüğünü gördüm. Akiko-san ona seslenerek yanına gitti. İkisi sınıfa girmek üzereyken, Ayase-san bana döndü. Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Bir şey söylemeli miydim?
“Veli toplantısında başarılar.“
O an aklıma gelen tek şey buydu.
“Evet. Sonra görüşürüz, Nii-san.“
Bunu söyledikten sonra, Akiko-san ile birlikte sınıfa girdi.
Şimdi ise—Bugünkü tüm işlerim bittiğine ve iş yerinde de vardiyam olmadığına göre…
“Sanırım eve gidip biraz dinleneceğim.“
Ayakkabılıklara doğru ilerlerken, merdivenleri döndüğüm sırada biri adımı seslendi. Başımı kaldırdım. Tenis kıyafetleri giymiş ve elinde bir tenis raketi tutan bir çocuktu.
“Sen Asamura-kun’sun, değil mi?“
“…Evet?“
Kimdi bu? Sanki yüzünü daha önce görmüştüm ama tam hatırlayamıyordum.
“Beni hatırlamıyor musun? Ben, Shinjou Keisuke.“
İsmini duyduğumda nihayet onu hatırladım.
“Ah, geçen yazdan.“
“Evet, evet.“
O, Ayase-san ve Narasaka-san’ın sınıf arkadaşlarından biriydi ve bizimle birlikte havuza gelenlerden biriydi. O zamanlar, Narasaka-san’ın özel tanıtımı sayesinde, ismini duyar duymaz kim olduğunu anımsamıştım.
“Öncelikle bir özür dilemem gerekiyor. Dinlemek gibi bir niyetim yoktu aslında.“
“Huh?“
Kafamı yana eğerek şaşkınlıkla baktım.
“Aslında, bir sonraki veli toplantısı sırası bendeydi, bu yüzden birkaç dakika önce kulüp çalışmalarından ayrıldım. Sonra buraya geldiğimde—“
Ah, sanırım ne söylemeye çalıştığını anladım.
“Toplantıdan annenle çıktın, sonra o da Ayase-san ile onun toplantısına girdi… Bu tam olarak ne anlama geliyor?“
Bir an için ona gerçeği söylemek istemedim ama sonra Akiko-san’ın az önceki neşeli gülümsemesini hatırladım. Bunu burada inkâr etmemem gerekirdi, değil mi?
“Biz kardeşiz ama bunu çok belli etmiyoruz.“
“Huh? Ama senin soyadın Asamura, o ise…“
Muhtemelen soyadlarımızın neden farklı olduğunu merak ediyordu.
“Ailelerimiz evlendi.“
“Yani, kısacası…?“
“Bu yakın zamanda oldu. Yani basitçe söylemek gerekirse, Ayase-san benim üvey kız kardeşim.“
Bu sözleri tamamladığım anda ağzımda buruk bir tat hissettim.
“Anlıyorum, ben de kesinlikle sizi—“
Ne sanıyordun, tam olarak?
“Her neyse, benim gitmem lazım.“
Eve giderken, bisikletimin pedallarını çevirirken, bunları düşündüm. Bir yanda, içimi Akiko-san’ın gülümsemesinin sıcaklığı doldururken diğer yanda Ayase-san’ın kız kardeşim olduğunu kabul etmenin bıraktığı o buruk tat vardı. Bir süre boyunca, ikisini de düşündüm.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.