Yukarı Çık




36   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   38 


           
26 Eylül (Cumartesi) – Ayase Saki





Tsukinomiya Kadın Üniversitesi, Yamanote Hattı’nın hemen yanında yer alıyor. Shibuya tren istasyonundan, Yamanote Hattı’nın kuzeyine (Yamanote Hattı’nın gözünde ise muhtemelen dışına) doğru ilerleyip Ikebukuro istasyonunda iniyorsunuz. Özel bir demiryolu hattında iki durak daha gidip biraz yürüdüğünüzde, kampüsün ana girişine ulaşıyorsunuz.

“Ne kadar büyük…“

İlk gözüme çarpan şey, kampüsün büyüklüğüydü. İç duvarların içinde kaç bina sığmış böyle? Şehrin tam merkezinde olmasına rağmen böylesine geniş bir alanı nasıl elde edebilmişler? Köklü bir geçmişe sahip ulusal bir üniversiteden beklenecek bir şey doğrusu. Ana girişe uzanan taş döşeli yolun sağında ve solunda uzun ağaçlar sıralanmıştı. Etrafımı saran dikdörtgen biçimli binalar, adeta birbirleriyle rekabet ediyormuş gibi duruyordu. Telefonumdaki haritaya göre, sol ve sağ taraftaki birçok bina üniversiteye bağlı ilkokul ve liselerdi. Biraz daha uzakta ise ortaokul vardı.

Şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. İlkokuldan başlayarak üniversiteye kadar tüm kademelerin aynı kampüste bulunacağını hiç düşünmemiştim. Girişin önünde toplanan kalabalığa kapılıp üniversiteye doğru ilerledim. Bugün cumartesi olduğuna göre, ders olmaması gerekiyordu. Yani, burada toplanan tüm bu insanlar açık kampüs etkinliği için mi gelmişti…?

Ana kapıdan geçtikten hemen sonra, üzerinde tişört olan olgun bir kadın bana günün programını uzattı. Muhtemelen personel üyelerinden biriydi. Eh, böyle bir etkinliğe sadece öğrenciler katılsa pek anlamlı olmazdı zaten. Etrafıma baktığımda, benimle birlikte yürüyen insanlar arasında benden daha büyük kızlar ve hatta yaşça epey büyük kişiler bile vardı. Büyük ihtimalle buraya devam eden öğrenciler ya da öğretim görevlileriydi.

Uzaklardan çeşitli spor kulüplerine ait enerjik sesler geliyordu. Ana binanın camlarının arkasında hareket eden gölgeler gördüm. Üniversitede hiç gerçek anlamda tatil olmuyor mu yoksa? Herkes her gün düzenli bir şekilde mi geliyor? Açıkçası bana pek inandırıcı gelmiyor.

Taş döşeli yolu takip ederek kampüsün içlerine doğru yürümeye devam ettim. İlgilendiğim beşeri bilimler fakültesi, epey içerideydi ve önümde duran devasa binayı dolaşmam gerekiyordu. Dikdörtgen yapının etrafından dolanırken, sağ tarafımda yükseltilmiş bir avlu fark ettim.

O yeşil çimenler gözüme o kadar hoş göründü ki… Ama orada, tam üzerinde uyuyan biri vardı. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Beyaz laboratuvar önlüğü giymiş bir kadın, sanki yatağında yatıyormuş gibi çimenlerin üzerine kıvrılmış, rahatça uyuyordu. Cidden mi? Ah, biri yanına gitti… ve şimdi azarlanıyor. Yani, ne bekliyordun ki? Güneşin altında uyumanın hoş hissettirdiğini biliyorum ama böyle de olmaz. Demek ki insanlar burada kafalarına göre takılabiliyor ama o işi biraz fazla ileri götürmüş gibi. Üniversitede her türden insanla karşılaşmak mümkün sanırım.

Önümdeki binanın tabelasına göz attım. Evet, burası olmalı ama içeri adımımı attığım anda, sanki biri adımı seslenmiş gibi geldi fakat bu imkansız olmalıydı. Bu üniversitede kimseyi tanımıyorum ki.

“Saki-chaaan! Waaaaa! Üniversiteme mi geldin?!“

…Ne?

“Yomiuri-san?“

Bu kişi, iş yerimdeki üst kıdemlim—Yomiuri Shiori-san çıktı. Üstelik, tam da danışma masasının arkasında oturuyordu. Yani, bu demek oluyor ki…?

“Sen bu üniversitenin öğrencisi misin?“

“Tabii ki. Belki öyle, belki de değil!“

’Belki’ mi? Sen de emin değil misin? Etrafıma baktığımda, her fakültenin danışma masasının farklı olduğunu fark ettim ve Yomiuri-san tesadüfen beşeri bilimler fakültesinin danışma masasındaydı.

“Eğer geleceğini önceden söyleseydin, senin için biraz ikram hazırlardım.“

“Aniden verdiğim bir karardı.“

Ayrıca, onun bu üniversitenin öğrencisi olduğunu bile bilmiyordum. Onunla iletişim kurabileceğim bir yol da yok zaten.

“Anlıyorum~ Buraya örnek derse mi katılmaya geldin?“

“…Evet, hazır gelmişken bir göz atayım dedim.“

Benden sonra gelen insanlara engel olmamak için biraz yana çekilip kısa bir cevap verdim. Aslında, ilgimi çeken herhangi bir derse girip bakmayı düşünüyordum ama burada bunu açıklamama gerek yok sanırım. Üstelik, bilge Yomiuri-san’ın okuduğu fakültenin dersini dinlemek için herhangi bir sebebim olmamakla birlikte karşı çıkacak bir nedenim de yoktu.

“Pekâlâ. Daha biraz zaman var, gel sana etrafı gezdireyim.“

“Gerçekten mi?“

Danışma masasına tekrar göz attım. Yomiuri-san’ın yanında başka bir kız daha oturuyordu ve gelenlere broşür dağıtıyordu. Benim henüz bir broşür almadığımı fark etmiş olacak ki hızla bana da uzattı. Bugünkü ders programı hakkında bilgiler içeriyor gibiydi.

“Shiori~ Eğer çalışmayacaksan, en azından kenara çekil. Şuraya, şuraya geç.“

“Tamam! Sana minnettarım. Hadi gel, sana etrafı gezdireyim.“

“Ama…“

“Oh, Yomiuri-kun, bu arkadaşın mı?“

Sesin geldiği yöne döndüğümde, bu üniversitenin sıradan bir öğrencisi olmadığı belli olan bir kadınla göz göze geldim. Muhtemelen bir öğretmendi. Yaş olarak yirmili yaşlarının sonlarında ya da otuzlarının başlarında gibi duruyordu. Eğer burada bir öğretmense, büyük ihtimalle biraz daha yaşlıdır ama bu tamamen dış görünüşünden yaptığım bir tahmindi. Üzerinde açık mor bir takım elbise vardı, olgun bir hava yayıyordu ancak uykusuzluktan ya da başka bir sebepten dolayı gözlerinin altında belirgin halkalar oluşmuştu, bu da doğal güzelliğini biraz gölgeliyordu—

Bekle, onu daha önce bir yerde görmüştüm. Gözümün önüne, bu takım elbisenin üzerine beyaz bir önlük giymiş hali geldi.

“Ah.“

Bu, birkaç dakika önce çimenlerin üzerinde uyuyan kişi.

“Hm?“

“Oh, Saki-chan, onu tanıyor musun?“

“Ş-Şey, az önce, çimenlerin üzerinde…“

Cümlemi tamamlayamadım. Ancak Yomiuri-san, sadece bu kadarıyla bile ne demek istediğimi anlamış gibiydi.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCYoUPZziMpLKw8p-gpC1fnEjcYZy6mZAF8yf9REsk45x0qw4puWajpjBZy0AhshFaEY_8awgbUkdgqUl8xZw8ihjqhJ5PBvw-8AYJmHcU10TYWyvwLjr1HYx6LGJByra5nEI4d7P4VtfepitrQ0j7jPNOpZ0i0l-UzwIfNFtG1m8z0g4nKZOg9lpdVg/s1791/Chapter%209-1.png

“Kudou-sensei… yine mi yaptınız? Dışarıdan gelen misafirler için pahalı markalardan takım elbise aldınız, değil mi? Onu böyle kirletirseniz, takımınız ağlar…“

“Takım elbisemin üstüne bir önlük giymiştim.“

“Sorun tam olarak bu değil.“

“Sorun, kişinin kendi tanımına bağlıdır. Kısa hayatlarımız boyunca, pahalı bir etiket taşıyan kıyafetleri sadece giysi olarak görmekten başka bir şey yapmamak israf olur. Daha da önemlisi Yomiuri-kun, bana şu karizmatik birey hakkında daha fazla bilgi ver.“

Yomiuri-san’ın söyleyecek birkaç şeyi daha varmış gibi görünüyordu ama sonunda pes etmiş bir ifadeyle beni tanıttı.

“…Bu, yarı zamanlı işimdeki junior’ım, Ayase Saki-chan.“

“Ben Ayase. Memnun oldum.“ Nazikçe eğildim ve takım elbiseli kadın ürkütücü bir şekilde ’Hmm, tam zamanında’ diye mırıldandı.

Affedersiniz, neden bahsediyorsunuz acaba?

“Memnun oldum, Saki-chan. Ben Kudou Eiha. Bu üniversitede doçentim, etik ve ahlak felsefesi üzerine araştırmalar yapıyorum. Eğer tahmin edersem, sanırım bir lise öğrencisisin?“

“Evet… Lise ikinci sınıfa gidiyorum.“

“Çok iyi. Harika. Gerçekten büyük bir şans. Seninle konuşmak istediğim çok önemli bir konu var, lütfen dikkatle dinle.“ Hiç nefes almadan konuşmaya devam etti.

Sadece bundan bile zeki biri olduğunu anlayabiliyordum. Sonuçta bir üniversite profesörüydü, değil mi?

“Evet, buyurun?“

“Şimdiye kadar kaç kişiyle yaptın?“

“Ha?“

https://pbs-twimg-com.translate.goog/media/FG3SSapaUAAPtgw.jpg

Bir an için ne sorulduğunu tam olarak kavrayamadım. Neyi… kimle yapmışım? Ehh, bir dakika, gerçekten o anlamda mı?

“Şey, özür dilerim, tam olarak anlayamadım—“

Bunun ne hakkında olduğunu tamamen anlamıştım ama gerçekten anlamak istemiyordum.

“Profesör! Daha yeni tanıştığınız bir küçüğe ne soruyorsunuz siz?!“

Yomiuri-san, beni korurcasına Profesör Kudou’nun önüne geçti ve ona sert bir şekilde çıkıştı.

“Hmm?“

“Bunu burada, herkesin ortasında sormamanız gerekiyor.“

“Hımmm? Yani, bunun farkındayım tabii. Bu yüzden nazik davranarak üstü kapalı bir kelime seçtim. Hmmm ama belki de bu konu başlı başına çok da gizli bir şey değildir. İnsanlık için bu, son derece doğal ve sıradan bir olgu. Açıkça dile getirmek yerine saklamak ona daha büyük ve daha baskın bir anlam yükleyebilir… Yani, başka bir deyişle, kaç erkekle—tabii ki kadınlar da olur—cinsel ilişkiye girdin?“

“Profesör.“

“Hm? Neden yüzün birden asıldı? Beni uykusuz bir vampir gibi görenler sen değilsin, Yomiuri-kun. O yüzden güzelliğini koru lütfen. Şimdi dikkatle dinleyin. Aktif bir lise öğrencisiyle böylesine kıymetli bir konuşma fırsatı çok nadir karşıma çıkıyor, dolayısıyla bu, araştırmam için paha biçilemez bir veri.“

“Birini test konusu yapmadan önce rızasını almanız gerekiyor. Bu fakültedeki bir profesöre bunu hatırlatmak zorunda olmamalıyım, değil mi?“

Profesör Kudou’nun gözleri bir anlığına kocaman açıldı ve ardından nazik bir gülümseme belirdi.

“Hımm, bugün epey dişlerini gösteriyorsun, Yomiuri-kun. Güzel bir argümandı.“

“Rica ederim.“

“Gerçekten de haklısın. Peki, Saki-chan… yoksa sana Ayase-kun mu demeliyim?“

“Ah, hangisi olduğu fark etmez…“

“O zaman Saki-chan diyelim. En azından kulağa daha sevimli geliyor.“

Bunu tamamen ciddi bir yüz ifadesiyle söyledi. Ne tuhaf biri. Acaba bütün üniversite profesörleri böyle mi?

“Bak şimdi, ben özellikle erkek-kadın ilişkileri üzerinde çalışıyorum, yani ailevi ilişkiler üzerinde. Etik ve ahlak araştırmaları yapıyorum.“

“Ailevi ilişkiler…?“

“Kesinlikle. Etik, sözlük anlamı itibarıyla, ahlak ve insan hayatı çerçevesinde düzen ve disiplindir… Yani bir tür toplumsal norm. İşte ben, bunları araştırıyorum.“

“Böyle bir şey araştırılabiliyor mu?“

“Tabii ki. Dikkatle dinle. Toplumun kendisi de çeşitli etik kurallar üzerine kuruludur. Ne yapmanın tercih edildiği, neyin yasak olduğu—hatta tabular bile ama bunlar sonsuza kadar değişmeden kalacak şeyler değildir. Örneğin… kardeşler arasındaki romantik aşkın yasak olduğu fikrini ele alalım.“

Konu doğrudan beni ilgilendirdiği için tepki vermemem gerektiğini biliyordum ama yüzümün gerildiğini açıkça hissedebiliyordum.

“Etik ve ahlak bir bilim değildir. En azından, bilim olmak için oluşturulmadılar.“

“Ortaya çıkış sebeplerine benzer bir durum ama her araştırmanın bir şekilde bilimle ilişkisi olması gerekir.“

“Bu şu anki ana tartışma konumuz değil, dolayısıyla bunu başka bir zaman tartışabiliriz, Yomiuri-kun. Şu an önemli olan şey, etik ve ahlakın yaşayan varlıklar için hayati olduğu ve zaman içinde sürekli değişime uğradığıdır ancak toplum için gerekli olan değişim ve bu değişime yönelik farkındalık her zaman senkronize ilerlemez. Sonuç olarak toplumumuz—“

Kudou-sensei bir an duraksayıp etrafına göz gezdirdi, muhtemelen konuşmasına fazla kaptırdığını fark etmişti.

“Hm. Sen… Saki-chan, eğer biraz vaktin varsa, ders bitiminde ofisime gelir misin?“

“Yine başladı işte, insanları tavlamaya çalışıyor.“ Yomiuri-san iç geçirerek söylendi.

Profesör Kudou, bu yorumu ustalıkla görmezden gelip konuşmasına devam etti.

“Saki-chan… şu an kafanı kurcalayan bir şeyler var, değil mi?“

Bedenim istemsizce kasıldı.

“Bunun cevabını sana verebilirim, biliyor musun?“

“Ne, şey…“

Dürüst olmak gerekirse, ne söyleyeceğini merak etmiyor değildim. Ünlü bir üniversitenin doçenti olarak bu kadar zeki birinin bana doğru yolu gösterebileceği ihtimali oldukça cazip geliyordu.

“Birazcık zaman ayırabilirim sanırım.“

“Öyleyse karar verilmiştir. Takip et beni.“

“Kudou-sensei sana kötü şeyler yapacak!“ Yomiuri-san hemen peşimize takılmaya çalıştı.

“Hey hey, açık kampüsteyiz. Durup dururken bulunduğun yeri terk edemezsin,“ diye uyardı Profesör Kudou.

“Affedersiniz ama Saki-chan’a kampüsü gezdirmeyi ben teklif ettim ve herkesin iznini al—“

“Raporunun teslim tarihi üç gün sonra, değil mi?“

“Urk.“

“Hâlâ bitirmediğini tahmin ediyorum.“

“Yani…“

“Endişelenme. Onu zamanında geri getireceğim ama o zamana kadar, biraz ödünç alıyorum. Hadi, Saki-chan, benimle gel. Üniversitedeki bir araştırma ofisinin nasıl göründüğünü merak etmiyor musun?“

Bu sözlerle birlikte, etik doçenti Kudou Eiha yürümeye başladı ve ben de kendimi onu takip ederken buldum.

“Hangisini tercih edersin, kahve mi, yoksa siyah çay mı?“

“Ah, çay lütfen.“ diye yanıt verdim ve beni getirdiği odayı incelemeye başladım.

Oda yaklaşık 13 metrekare genişliğindeydi fakat içeri girer girmez bunun en fazla 7 buçuk metrekare gibi hissettirdiğini fark ettim. Bu izlenim, etrafa dağılmış kitapların yarattığı yoğunluktan kaynaklanıyordu. Sadece duvara yaslanmış çelik raflar değil, her masa kitaplarla kaplıydı. Zeminin farklı köşelerinde ise üst üste yığılmış kitap kuleleri vardı ve odayı geçip arkadaki masaya ulaşabilmek için bunların arasından dikkatlice ilerlemek gerekiyordu. Temiz bir alan olarak kalabilmiş tek yer, masanın hemen çevresiydi.

Masanın önünde, alçak bir sehpa ve karşılıklı iki kanepe bulunuyordu. Muhtemelen burası ziyaretçilerini ağırlamak için kullandığı bölümdü. Kudou-sensei elektrikli su ısıtıcısını çalıştırıp bir demlik ve iki fincan çıkarırken, oturmam için kanepeyi işaret etti. Ardından, çay kutusunu açtı.

“Nilgiri çayı senin için uygun mu?“

“Ah, evet, fark etmez—Bir dakika, emin misiniz? Bu Nilgiri çayı.“

“Ohh, demek biliyorsun?“

“…Adını duydum.“

“Bildiğin her şeyi anlat.“

Gerçekten bir öğretmen olduğu buradan belliydi. Ama aynı zamanda, konuşma tarzının sıradan bir öğretmenden farklı olduğunu da hissettim. Tanıdığım çoğu öğretmen, sorularına “Doğru“ diyebilecekleri net yanıtlar bekler ama Kudou-sensei’in amacı bu değildi. O, bildiklerimi kendi kelimelerimle ifade edip edemeyeceğimi görmek istiyordu.

“Güney Hindistan’da hasat edilen çay yapraklarının genel adıdır. Yaygın olarak ’Mavi Dağ Siyah Çayı’ olarak bilinir.“

“Ohh, ne kadar bilgiliymişsin.“

“Sonuçta internetten kolayca ulaşılabiliyor.“

“Peki, hiç denedin mi?“

“Hayır, hiç.“

Tıpkı Blue Mountain Kahvesi gibi, Blue Mountain Siyah Çayı da oldukça pahalı olmalıydı. Eskiden sadece annem ve ben birlikte yaşarken, 50’lik çay poşeti kutularıyla idare ederdik. Bunlar 500 yen tutuyordu, yani bir bardak çay başına 10 yen düşüyordu. Ben bununla bile mutlu oluyordum, dolayısıyla Nilgiri çayı hakkında sadece teorik bilgiye sahiptim ama hiç tatmamıştım.

“Öyleyse, bu senin ilk deneyimin olacak.“

Uzmanlık gerektiren kelimeleri telaffuz ederken sesi keskinleşiyordu. Bir tıklama sesiyle elektrikli su ısıtıcısı kapandı. Suyu bir süre kaynamaya bıraktı ardından küçük bir miktarını demliğe dökerek onu ısıttı. Sonra tekrar düğmeye bastı, suyu yeniden kaynattı. Demliğe yöneldi, içindeki suyu boşaltıp bir bardağa döktü ardından hızla çay yapraklarını demliğe ekledi, sıcak suyu içine boşalttı ve kapağını kapattı. İşlem tamamlandıktan sonra masanın üzerindeki kum saatini ters çevirdi.

“Bazı kitaplar, kaynar suyun soğumasına izin vermemen gerektiğini bu yüzden su ısıtıcısını ocaktaki ateşten uzaklaştırmaman ya da suyu demliğe dökmemen gerektiğini söyler. Ne yazık ki, bu odada bir gaz ocağı yok. Su sıcaklığı alıştığından biraz daha düşük olabilir ama idare et lütfen.“

“Benim için sorun değil.“

Açıkçası, burada bir gaz ocağı olsaydı, yanında eski tip bir çaydanlık da getirir miydin acaba?

“Bir arkadaşım Hindistan’a gittiğinde bana bu çayı gönderdi.“

“Seyahat mi etti?“

“Alan araştırması yaptı.“

“Yani işi gereği mi?“

“Hayır, araştırma için. O bir araştırmacı.“

“Aradaki farkı pek anlayamıyorum. Araştırmacı olmak da bir meslek değil mi? O zaman yaptığı iş de araştırma olmuyor mu?“

“Ahh, anlıyorum. Dünyanın gözünde mesele böyle özetlenebilir, evet. Benim için de durum aynı ama bunu bir iş olarak algılamam oldukça zayıf.“

“Gerçekten mi? Peki, öyleyse sen tam olarak ne yapıyorsun?“

“Yaşıyorum.“

“Efendim?“

“En azından, yaptığım tek şey hayatta kalmak. Araştırmacı dediğin sadece yaşayan bir varlıktır.“

“…Bu farkı tam olarak anlayamıyorum.“

“Anlayamaman normal. Pek çok insan da anlayamıyor, bu yüzden açıklaması da epey zahmetli oluyor.“

Bu sırada çayın demlenme süresi dolmuştu. Kupaları boşalttı ve içlerine çayı döktü.

Beyaz buhar, kendine özgü bir kokuyla havaya yayıldı ve burnumu gıdıkladı.

“Ne yazık ki, bugün ikram edecek bir şeyim yok. Normalde olurdu ama tam da tükendiği zamana denk geldin—“

“Hayır, önemli değil. Çok teşekkür ederim.“

“Eh, deneme dersine kadar da fazla vaktimiz kalmadı zaten.“

Karşılıklı olarak koltuklara oturduk ve çayımızı yudumladık. Kupayı iki elimle kavrayıp kırmızı sıvının boğazımdan akmasına izin verdiğimde, içeriden gelen bu sıcaklık bedenimi ısıttı. Aynı anda, klimanın soğuk havası da üzerime esiyordu. Özellikle midemin etrafında hissettiğim sıcaklıkla, rahatlamış bir nefes verdim.

“Aslında, senin hakkında Yomiuri-kun’dan duymuştum.“

“Beni mi?“

“Daha doğrusu, siz ikiniz hakkında. Senin… onun adı neydi?“

“Asamura-kun’dan mı bahsediyorsunuz?“

“Anladım, yani adı Asamura-kun.“

“…Bilmiyordunuz, değil mi?“

“İyi tahmin.“ Hiç utanmadan söyledi bunu.

Yani az önceki her şey, sadece onun adını öğrenmek için sergilediği bir oyundu ve ben tamamen tuzağına düştüm.

“Aslında adını bilmiyordum. Sadece Yomiuri-kun’un yarı zamanlı işinde birlikte çalıştığı ilginç bir çocuk olduğundan bahsettiğini duymuştum. Sanırım geçen yazdı. O zamandan beri siz ikiniz hakkında konuşmaya başladı ama hiç isim vermedi. Dışarıdan pek belli olmasa da, Yomiuri-kun kişisel bilgileri koruma konusunda oldukça titizdir.“

“Dışarıdan belli olmasa da…? Bana sorarsanız, Yomiuri-senpai gayet ahlaklı biri gibi görünüyor.“

“Ohh, ona Senpai diyorsun, demek. Ne güçlü bir kişilik. Sanki bu üniversiteye çoktan kabul edilmiş gibi konuşuyorsun.“

“…Yomiuri-san.“ Hemen önceki sözlerimi düzelttim.

Onun benim iş yerindeki kıdemlim olduğunu biliyor olmalıydı ama yine de benimle dalga geçiyordu.

“Haha, kendini kasmana gerek yok. Sadece seninle biraz şakalaşmak istedim. Ama şunu söylemeliyim ki, siz ikiniz beklediğimden çok daha ilginçsiniz.“

“Asamura-kun ile daha önce tanıştınız mı?“

“Hayır, tanışmadım ama Yomiuri-kun, sizinle birlikteyken epey eğleniyor gibi görünüyor. Sen de oldukça ilgi çekici bir bireysin bu yüzden onun da en az senin kadar ilginç biri olduğuna eminim. Bu Asamura-kun ile konuşmayı gerçekten isterim.“

Ağzım farkında olmadan büzüldü, açıkça isteksiz olduğumu belli eden bir ifadeye büründü. İçten içe, Asamura-kun’un bu kişiyle tanışmasını istemediğimi fark ettim.

“Öyleyse, asıl konuya gelelim.“

“Asıl konu…?“

Kudou-sensei abartılı bir şaşkınlık ifadesi takındı.

“Ne diyorsun? Sana, sorununa yardımcı olabileceğimi söylemiştim.“

“Ah, doğru.“

Bunu söyleyince, gerçekten de tamamen unutmuş olduğumu fark ettim.

“O halde, direkt konuya gireceğim. Muhtemelen bu Asamura-kun’a âşıksın, değil mi? Ancak genel ahlak ve etik kuralları çerçevesinde, aynı zamanda asla âşık olmaman gereken biri.“

“Bunu neden düşünüyorsunuz?“

“Bu soruyu yöneltme biçimine bakılırsa, doğru yolda olduğum belli oluyor.“

“…Sizden gerçekten hiç hoşlanmıyorum.“

“Ha ha ha, ben de senin gibi dürüst insanları severim.“ Kudou-sensei gülümseyerek devam etti. “Bak, senin yarı zamanlı işinle ilgili sahip olduğum bilgilere dayanarak hayal gücüm epey hareketlendi. Açıkça birbirinizden hoşlanıyorsunuz ama aranızda belli bir mesafeyi korumaya çalışıyorsunuz. Neden? Çünkü bir tabu ile çatışıyorsunuz. Örneğin, üvey kardeş olmak gibi.“

Gerçekten de daha doğrudan olamazdı. Ben, böyle hızlı ve direkt sorular karşısında berbat biriyim.

“Üvey kardeş olduğumuzu bile bildiniz.“

“Eğer kan bağınız olsaydı, bunun üzerine bu kadar kafa yorulacak bir şey olduğunu düşünmezdim… Yani, Asamura-kun’dan hoşlanıyorsun, öyle mi?“

“…Yani, onun harika bir abi olduğunu düşünüyorum.“

“Ben ’hoşlanmak’ derken onu kastetmedim. Ona karşı romantik hisler besleyip beslemediğini soruyorum.“

“…Ama o benim abim, biliyorsunuz değil mi?“

“Temelde alakasız.“

“Kan bağımız olmasa da, o benim abim.“

“Üç ay önce abiniz oldu.“

Zaman aralığını bile tam olarak biliyor. Küçük bilgi parçalarını mükemmel bir şekilde birleştirerek büyük resmi oluşturma yeteneği, onu uğraşması gerçekten zor biri yapıyor.

“Ama o ailemden biri. Böyle hissedemem. Annem, ona güvenmesinden dolayı mutlu. Onu, çok sevdiği Üvey Babamın çocuğu olarak kesinlikle çok değerli görüyor.“

“Çevrendeki insanların durumu önemli değil, Saki-chan. Sen nasıl hissediyorsun?“

“Ben…“

Tereddüt ettim. Bu kadar şüpheli bir profesöre bunu gerçekten anlatmalı mıydım? Üstelik o, Yomiuri-san’ın da profesörüydü. Düşünmeden ağzımdan bir şey kaçırırsam, Yomiuri-san öğrenebilirdi… Ama tüm bunları hissetmeme rağmen, en sonunda—

“Ben de tam olarak anlayamıyorum ama onun düşünemeden edemiyorum…“

Kendi farkıma varmadan, son üç aydır yaşadığım değişimi anlatmaya başlamıştım bile. Her şeyi bitirdikten sonra bir yudum çay aldım. Artık soğumuş çay, öncekinden bile daha acı geliyordu.

“Bunun gerçekten romantik duygular olup olmadığından emin değilim…“ dedim.

“Hm, anlıyorum.“ Kudou-sensei koltuğa yaslandı, çenesini kaldırdı ve gözlerini kapattı.

Kollarını göğsünün önünde çaprazladı ve düşünmeye başladı. Sadece sağ elinin işaret parmağı, ritmik bir şekilde yukarı aşağı hareket ediyordu.

“Hm.“ Gözlerini açıp pencerenin dışına baktı. “Görünüşe göre yanlış bir algı.“ diye mırıldandı.

…Eh?

“Ne demek istiyorsunuz?“

“Ya bunlar aslında romantik duygular değilse?“

“Bu—“

Bu imkansız olmalıydı. Göğsümü sıkıştıran bu hisler bir yanılgı mıydı?

“Ama acele etmene gerek yok. Kendi hızında düşünmelisin.“ Kudou-sensei kollarını gevşetip sağ işaret parmağını kaldırdı.

Ve ardından beni analiz etmeye başladı.
Öncelikle dış görünüşüm ve neden böyle davrandığımla ilgili bir noktaya parmak bastı.

“Bugün okul üniformanı giymişsin?“

“Okul öyle söyledi.“

Suisei, kurallar konusunda oldukça esnek olsa da üst düzey meslek odaklı bir üniversitenin açık kampüs etkinliği söz konusu olduğunda, kıyafet kurallarına dikkat etmeliydim. Yani ya takım elbise ya da üniforma giymem tavsiye edilmişti ama takım elbisem olmadığı için her zamanki üniformamı seçmiştim.

“Yomiuri-kun bana senin günlük tarzından bahsetti. Nasıl desem… yüksek savaş gücüne sahip kıyafetler, değil mi?“

“Öyle denebilir.“

Demek moda anlayışımın ’savaş gücü’ olduğu fikrini anlayabiliyor? Maaya bile bazen bu düşüncemi takip etmekte zorlanıyordu. Gerçi o, daha çok küçük kardeşlerini giydirmeyi seven biri.

“Gerçi bunun iki aşamalı bir saldırı mı yoksa alan etkili bir saldırı mı olduğu konusunda emin değilim.“

“Bu tarz şakalar şu an popüler mi?“

Sanki Asamura-kun da buna benzer bir şey söylemişti.

“Neyse, bu konuya takılmaya gerek yok. Büyük çoğunluğun gözünde, sen sadece modayla oynuyormuşsun gibi görünüyorsun.“

Profesör Kudou’nun argümanı, bana Satou-sensei’nin dün söylediği şeyi hatırlattı. Beni endişelendiren şeyin gösterişli kıyafetlerim olduğunu söylemişti. Etrafımdaki insanların benim her zaman Shibuya’da bir yerlerde eğleniyor olduğumu düşündüğünü biliyorum ama her seferinde bunu açıklamaya çalışmak çok zahmetli olduğu için genellikle bu konudan kaçınmayı tercih ediyorum.

“Ancak bu şıklık sadece bir gösteriş, değil mi?“

“Bir gösteriş mi?“

“Şöyle ki, muhtemelen çevrendekilere kendi moda anlayışını sergilemeye çalışıyorsundur.“

“Ahhh…“

Bunda haksız sayılmaz. En azından bunu saklama niyetim yoktu. Derslerinde başarılı ama tarz sahibi değil—Tatlı görünen ama içi boş biri gibi yorumlar duymak istemiyordum. İki konuda da kaybetmeye niyetim yoktu. Bunu Asamura-kun’a daha önce söylediğimi hatırlıyorum. Annemin beni nasıl yetiştirdiğine saygı duyuyorum ama onun dış görünüşü ve akademik geçmişi yüzünden, insanlar genellikle onun saygıyı hak etmediğini düşünüyor. Ben de o insanların hepsini susturmak istiyordum.

“Yani dış görünüşün bilinçli olarak bu şekilde oluşturulmuş.“

“Aynen öyle.“

“Peki, içten nasıl davrandığına gelirsek… Henüz lise ikinci sınıftasın ama ulusal düzeyde bir üniversitenin açık kampüs etkinliğine katıldın. Bu da demek oluyor ki, oldukça disiplinli bir insansın.“

“Yakın zamanda yapılan veli-öğretmen toplantısında önerildiği için geldim, evet.“

“Hayır hayır hayır. Ben onu demek istemedim. Sırf dış görünüşüne önem veren biri, okulundaki öğretmen tavsiye etti diye buraya gelmezdi.“

Gerçekten mi? Sanki… burada bir şeyler farklı gibi.

“Öyle değil aslında.“

İtiraz ettiğimde, Profesör Kudou derin bir nefes aldı ve yüzüne eğlenen bir ifade yerleşti.

“O halde lütfen, karşı argümanınızı gösterin.“

“Ben ’Eğlenceyi seven kız’ rolünü oynamak istemiyorum. Öyle biri olduğumu göstermek için çabalamıyorum. Sadece etrafımdaki insanlara, dış görünüşümle ’Tatlı’ ya da ’Güzel’ olmanın mümkün olduğunu göstermek istiyorum.“

Tıpkı Annem gibi.

“Öyle mi? Peki devam et.“

“Buraya gelmemin sebebi çalışkan biri olmam değil, aksine zeki olduğumu göstermek istemem. Bu da onun bir parçası.“

“Yani buraya, açık kampüse gelerek bunu çevrendeki insanlara duyurmak mı istedin?“

“Tam olarak değil. Bunu bilerek yapmadım ancak buraya gelerek kendi hayatımı iyileştirebileceğimi düşündüm. Bunu her şeyden önce kendime kanıtlamak istedim. Ne kadar tembellik yaparsam yapayım, bir başkasının bunu fark edeceğinin garantisi yok ama ben her zaman kendi yaptıklarımın farkındayım.“

Profesör Kudou yüzümü dikkatlice inceledi, söylediklerimi sessizce dinledi. Gözlerimi kaçırırsam bir şekilde kaybedecekmişim gibi hissettiğim için ona kararlı bir bakışla karşılık verdim. Bir süre sonra, ikimiz de bakışlarımızı başka yöne çevirdik. Profesör Kudou çayının kalanını tek seferde içti ve ayağa kalktı.

“Anlıyorum. Yani dış görünüşünle iç dünyan arasındaki bu çelişki, tamamen senin kendi arzularınla şekillenmiş ancak bunu farklı bir şekilde de ifade edebiliriz.“

“Nasıl?“

“Sen, zayıflıklarını insanlara göstermek istemeyen birisin, değil mi?“

Gözlerim kocaman açıldı.

“Beni dinle. Az önce çok önemli bir şey söyledin. Dışarıdaki ve içindeki davranışlarının aynı prensibe dayandığını belirttin. Buradaki kilit nokta şu: Kaybetmek istemiyorsun.“

Sessizce dinledim.

“Sen, 7/24 mücadele içindesin. Hem de tamamen tek başına. Dışarıda olduğunda da, evinde—yani güvenli bir liman olarak gördüğün yerde bile. Hiçbir zaman zayıflık göstermiyorsun çünkü kaybetmek istemiyorsun fakat bu tarz insanlar genellikle sevgi ve takdir görme açlığı çekerler ve en küçük desteği gördüklerinde hemen bağlanırlar.“

“Bağlanırlar mı…?“

Kafamın içinde, sahibine doğru koşup kuyruğunu sallayan bir köpek canlandı—Ne yani, ben bir yavru köpek miyim şimdi? Ayrıca, bu hayalimdeki sahibin aslında Asamura-kun olması gerçeğini de görmezden gelmeye karar verdim.

“Bu araştırmaları yürütürken, genellikle bu tarz vakalarla karşılaşırız.“

“Ne tarz vakalar?“

“Üvey kardeşler ya da üvey ebeveynler ile üvey çocuklar. Yani, bir anda aynı çatı altında yaşamak zorunda kalan yabancılar. Eğer karşı cinsten onay görmeye aç bir insan, böyle biriyle aniden birlikte yaşamaya başlarsa ve onunla daha fazla etkileşime girme şansı bulursa, romantik duygular geliştirmesi çok daha kolay olur.“

…Yani ben de onlardan biri miyim? Bir an için içim öfkeyle kaynadı ama derin bir nefes alıp kendimi sakinleştirdim.

“İtiraz ediyorum.“

“Buyur.“

“Bu mantığa göre, bir bireyin gelişimi için karşı cinsten onay almak hayati bir unsur olarak görülmeli. Eğer bu eksikse, doğal dürtülerden çok daha öte, en ufak şeyden karşı cinse karşı özel duygular geliştiriliyor demektir—Bunu mu söylemeye çalışıyorsunuz?“

“Bunda yanlış olan ne?“ Ses tonu, beni devam etmeye teşvik eder gibiydi.

“Peki, bu önyargı ne kadar doğru? Eğer değilse, bu mantık günümüz dünyası için geçersiz olur. Bu, eşcinsel evliliklerin ya da tek ebeveynli ailelerin varlığını tamamen inkâr etmek anlamına gelir. Tarihsel açıdan baktığımızda ise, bir çocuğun büyürken yakınında karşı cinsten bireylerin olacağına dair bir garanti yoktur.“

“Örneğin?“

“Şu eski sözü bilirsiniz: ’Yedi yaşından sonra erkek ve kız çocukları ayrı tutulmalıdır.’

“Evet, biliyorum. Ama artık oldukça eski bir anlayış.“

“Ancak, eskiden işler böyle yürütülüyordu. İşte bu yüzden, hala sadece kız öğrencilere yönelik yatılı liseler veya kadın üniversiteleri var.“

“Oho.“

Sanırım ilk darbeyi indirebildim.

“Eğer mantığınızı takip edecek olursak, bu tür ortamlarda yetişen bireyler, en küçük temas veya etkileşimde karşı cinse hemen romantik duygular geliştirecektir, değil mi?“

“Evet, evet. Peki?“

Ne kadar da eğleniyor gibi görünüyor.

“Bunu destekleyen araştırma sonuçlarını görmek isterim. Eğer bunu sağlayamazsanız, sadece spekülasyon yapmış olursunuz ve bu, benim büyüdüğüm ortamı da tamamen reddetmek anlamına gelir.“

Annemin beni tek başına büyütmek için elinden geleni yapması yüzünden “kolay bir kadın“ olduğumu söylemek… İşte bunu asla sessizce kabul edemem.

“Peki ya içgüdüleriniz akıl yürütme yeteneğinizi sınırlıyorsa?“

“Aksine, bence akıl yürütme yeteneğimiz, içgüdülerimizi toplumsal normlara uyarlamak için var.“

“Anlıyorum. Bu bakış açısı kesinlikle mantıklı. Peki ya sonra?“

“Eğer bir bireyin büyüme sürecinde karşı cinsle az temas kurmasının romantik hislerini istikrarsız hale getireceği fikrini destekleyen sağlam bir temel yoksa, bu sadece tek taraflı bir iddiaya dönüşür. Aynı zamanda, ’Bir çocuğun annesi de babası da olmalıdır’ gibi modası geçmiş bir toplumsal normu savunmaktan başka bir şey olmaz. Bunu kabul edemem.“

“Yani, modern toplumun değerlerinin farklı olduğunu mu söylüyorsun?“

“Öyle olmasını istiyorum.“

“Sadece inanmak hiçbir şeyi çözmez.“

“Ancak, eğer her canlının belirli bir ’gerekli çevreye’ ihtiyacı olduğu düşüncesine dayalı hareket edecek olursak, o zaman akıl yürütme ve zekânın var olma amacını kaybederiz. Eğer insan içgüdülerini kontrol etmek için belirli bir çevreye ihtiyaç duyuyorsa, o zaman toplumun standartları değişmeli ve eski geleneklere körü körüne bağlı kalmanın—örneğin, ’Bir çocuğun babaya ihtiyacı var’ gibi gelişigüzel savların—bir anlamı kalmaz. Bence.“

Sözlerimi meydan okurcasına söyledim ve Profesör Kudou, kollarını kanepeye dayamış şekilde dururken başını salladı.

“İşte ahlak felsefesi ve etik tartışmalarında yaptığımız şey tam olarak budur.“

…! Vücudumdaki tüm güç çekildi gitti. Demek olay buydu.

“Sonsuz kanıtlar sunup, argümanlarının dayanağını gösterebilirsin. Biyoloji veya psikoloji makalelerinde bu hipotezi destekleyen tonlarca araştırma vardır ancak bunlar sadece birer eğilim ya da olasılıktır, kesin bir yanıt değil. Kalbinde var olan sorunun cevabını yalnızca sen bulabilirsin.“

“Beni avucunun içinde oynattınız resmen.“

Kanepeye yığıldım, adeta karaya vurmuş bir denizanası gibi hissediyordum. Sadece tavana bakıp iç çektim.

“Demek Yomiuri-senpai her gün böyle şeylerle uğraşıyor...“

Profesör Kudou tekrar kanepeye oturdu—yeni marka takım elbisesinde küçük kırışıklıklar oluşmasına sebep olacak kadar rahat bir şekilde ama “Tam olarak değil.“ dedi.

“Belki haftada iki ya da üç kez.“

“…Bu bile çok fazla.“

Kendimi tükenmiş hissediyorum. Gerçekten, gerçekten tükenmiş. Bunu bir daha yapmak istemeyecek kadar.

“Siz yorulmuyor musunuz, Profesör?“

“Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Düşünmemeyi beceremiyorum. Bu konuları sürekli düşünüyorum. Sürekli. Uyumadığım sürece… hatta bazen rüyalarımda bile.“

“Biraz ara vermelisiniz bence.“

“Ara veremem. Defalarca denedim ama yapamadım. Düşüncelerim ancak öldüğümde tamamen durur.“

Yüzemediği takdirde ölecek olan bir balık gibi. Anlıyorum. Demek “Sadece bir araştırmacı olarak yaşıyorum“ dediğinde kastettiği buydu. Artık her şey mantıklı geliyordu.

“Neyse, yeni bir tartışmaya girmeden önce, bu sadece iyi niyetli bir tavsiye.“

“Nedir?“

“Bu Asamura bilmem neyi sevdiğini düşünüyorsun ama onun dışında başka bir erkekle ne zaman yakın bir ilişkin oldu?“

“Urk… Şey…“

Asamura-kun dışında tanıdığım tek erkek, çocukluğumda hatırladığım kadarıyla babamdı—gerçi onunla ilgili anılarım oldukça silik. Son üç aydır üvey babam hakkında öğrendiklerim de bundan ibaret.

“Yakın çevrende sadece tek bir erkek olması tamamen tesadüf ve sen de ona âşık oldun. Bunun doğru olmadığını kesin bir dille söyleyebilir misin? Gerçi, bu soruyu biraz sert bir şekilde sorduğum için özür dilerim.“ dedi Profesör Kudou.

Bunca zamandır süren tartışmamızın ardından, en sonunda böyle bir özür duymak beni şaşırtmıştı.

“Bunu bana böyle söyleseniz de… Kesin bir şey diyemem.“

“Öyleyse, genç yaşını da göz önünde bulundurursak, daha fazla insanla etkileşime girmen en iyisi olabilir. Belki bir gün ilgini çeken başka biriyle karşılaşır ve bütün bu düşüncelerden kurtulursun.“

“Başka insanlarla…“

“Bir sevgili edinmen şart değil. Ben sadece ’etkileşim’ kelimesini kullandım. Bakış açısının dar olması, hem zekânın hem de akıl yürütme yeteneğinin düşmanıdır.“

“Bunda haklısınız… Katılıyorum.“

“Tabii ki, söylediklerimi tamamen görmezden de gelebilirsin. Bunu bir ahlak felsefesi profesörünün sözleri olarak değil, hayatta daha tecrübeli birinden gelen bir tavsiye olarak kabul et.“ Bir an duraksadı ve devam etti. “Ancak bir gün başka biriyle etkileşim kurduğunda ve duyguların buna rağmen değişmezse, o zaman hissettiğin şeyin değerini bil.“

Bunu söyledikten sonra ayağa kalktı ve elini bana uzattı.

Duvardaki saate göz gezdirdiğimde, dersin başlamak üzere olduğunu fark ettim. Onun elini minnetle kabul ettim.

“Doğru. Bazen dürüst olmak önemli, Saki-chan.“

“…Aslında, bana Ayase demenizi tercih ederim.“

Bu sözlerim üzerine, Profesör Kudou’nun yüzünde tuhaf bir hayal kırıklığı belirdi.

Beni almaya gelen Yomiuri-san, yüzümdeki yorgunluğu fark etmiş olmalı ki, endişeyle baktı ama her zamanki gibi, hafifçe takılarak da olsa nazik davranmayı ihmal etmedi.

Açık kampüsteki ders de oldukça ilginçti. Konu, ahlak ve etik anlayışlarının zaman içinde nasıl değiştiği temeline dayanarak “kardeşler arasındaki aşk“ meselesiydi. Üvey kardeşler arasındaki aşkın toplumda ahlaki açıdan kabul edilmemesinin tek sebebi, günümüz toplumunun genel ahlaki normlarının bunu öyle görmesiydi. Oysa bireysel değer yargıları bundan tamamen bağımsız olmalıydı. Toplumsal ahlak anlayışı, özellikle bireylerin özgür iradesi bu normlarla çatıştığında, her zaman değişim geçiriyordu. Açıkçası, konu oldukça düşündürücüydü.

Tabii ki, dersi veren Profesör Kudou’ydu. Sınıfın önünde bir o yana, bir bu yana yürüyerek tahtayı anahtar noktalarla doldurdu ve öyle tutkulu konuşuyordu ki neredeyse ağzından köpükler saçılacaktı. Dersin son on dakikası soru-cevap için ayrılmıştı ama kimse elini kaldırmadı. Profesör Kudou, biraz hayal kırıklığına uğramış gibi göründü ve sınıftan çıkıp gitti.

Eğer biraz daha enerjim olsaydı, belki ben de birkaç soru sorardım ama o an için sadece tükenmiş hissediyordum fakat bir gün—çok da uzak olmayan bir gelecekte—onu gerçekten bir şeyler sormak için görmek istiyordum. O zaman geldiğinde, sorabilirmişim gibi hissediyordum.

Şimdilik yapmam gereken, Asamura-kun dışında vakit geçirebileceğim başka insanları bulmak olmalıydı. “Bakış açısının dar olması, hem zekânın hem de akıl yürütme yeteneğinin düşmanıdır.“ Kudou-sensei’nin bu sözlerini düşünerek eve doğru yola koyuldum.

Tren istasyonuna yürürken sırtıma hafif bir rüzgâr esti. Yaklaşmakta olan soğuk mevsimi hatırlatan bir sonbahar rüzgârıydı.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


36   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   38