Yukarı Çık




44   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   46 


           
20 Ekim (Salı) – Asamura Yuuta





Öğleden sonra olduğundan beri içimde garip bir huzursuzluk vardı. Öğleden sonraki ilk dersim modern Japonca olmalıydı ama sınıf arkadaşlarım ders kitabından okurken sanki yabancı bir dil konuşuyorlarmış gibi geliyordu. Söylenen her şey bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. Basit beynimin odaklanabildiği tek şey vardı—Ayase-san ile yapacağımız alışveriş randevusu.

Aklım tamamen, bu buluşmayı harika bir deneyime dönüştürecek planlar yapmaya odaklanmıştı. Sadece benimle vakit geçirmesinin onun için yeterince eğlenceli olacağına dair kendime güvenim yoktu, en azından onu sıkıntıdan bayıltmak istemiyordum.

“Şimdi de neyin derdindesin, Asamura?“

Başımı kaldırdım ve bana dönmüş Maru’nun bakışlarıyla karşılaştım.

“Hey, Maru. Dersin ortasındayız.“

Mantıklı düşünenin ben olduğunu sanıyordum ama Maru bana yorgun bir bakış attı.

“Ne saçmalıyorsun? Dersler çoktan bitti.“

“Ha?“

Telaşla etrafıma baktım ve sınıf arkadaşlarımın eşyalarını toplayıp başka bir sınıfa geçmeye hazırlandıklarını fark ettim. Ah, doğru ya, bugünkü altıncı ders saatimiz, ayrı bir sınıfta yapılacak kimya deneyi değil mi?

“Yine panik yapıyorsun. Dinleyebilirim seni fakat yardımcı olacağıma dair söz vermem.“

“Tam da sana yakışan bir şey, Maru. Yarı yolda bırakmamak için hiç söz vermezsin zaten.“

“Yapamayacağım bir şey için boşuna söz vermem.“

Tam da bu yüzden ona güveniyorum ama neyse, o konuyu bir kenara bırakalım…

“Bu, geçen seferki konunun devamı mı?“ diye sordu.

“Pek sayılmaz…“

Yüzündeki şüpheli ifadeyi görünce, bana daha önce söylediklerini hatırladım.

“Hoşlandığın kişiye onun senin için ne kadar önemli olduğunu göstermek gerektiğini söylemiştin, değil mi?“

“Aynen öyle ama asıl önemli olan süreçtir. Sonuçlara tek başına güvenemezsin.“

Görünüşe göre bu konuyu tekrar açacağımı tahmin etmişti. Keşke haksız olduğunu söyleyebilseydim ancak ne yazık ki yanlış değil. Öte yandan, tamamen haklı da sayılmaz. Neyse, başka bir konuya geçelim…

“Sonuçlara tek başına güvenemezsin derken ne demek istiyorsun?“

“Bu, makyajla hiç ilgilenmeyen birinden geliyor, o yüzden çok da ciddiye alma. Diyelim ki karşında makyaj yapmış, kendine özen göstermiş bir kız var. Onun seni etkilemek için gerçekten ne kadar çaba harcadığını anlayabilir misin?“

“Ee… şey…“

“Bunu net bir şekilde söyleyebilecek tek erkekler, kendileri de makyaj yapanlardır. Benim düşüncem bu.“

“Hm, mantıklı aslında.“

Aklıma Ayase-san geldi. Onu en savunmasız hâlinde, sadece pijamaları ve dağınık saçlarıyla görmüştüm. Bu yüzden, günlük haline ulaşmak için ne kadar çaba harcadığını şimdi daha iyi anlıyordum.

“Sonuçlar sadece… sonuçtur. Ne eksik ne fazla. Beyzbolda da aynı şey geçerli.“

“Spor söz konusu olduğunda bu daha kötü değil mi?“

“Bir anda sevinçten üzüntüye düşebilirsin. Sonuçlarıma güvenmek için daha on yıl erken. Rakibinin antrenmanlarına ne kadar emek verdiğini göremiyorsan, sen de bir adım bile ilerleyemezsin. O yüzden bir an bile gardımı düşürmem.“

Anladım, sanırım? Oldukça disiplinli bir bakış açısı.

“Bu yüzden, karşındaki kişinin ne kadar çaba harcadığını görebilmek önemli. Çıkıyor olduğun kadın bile olsa,“ dedim, onun argümanını özetlemeye çalışarak.

“Aynen öyle. Beyzbolda da durum aynı. Normal şartlar altında çabalarımı göstermek gibi bir niyetim olmaz ama konu hoşlandığım kişi olunca işler değişir. Bunu, bir restorandan yemek yemeyle sevgilinin senin için yaptığı yemeği yemeye benzet. Restoran yemeği belki daha lezzetlidir ama sırf senin için uğraşmış olması, o yemeği çok daha değerli kılar.“

Güzel bir nokta, Ayase-san’ın yemekleri, dışarıda yediğim çoğu yemekten daha iyi.

“Zaten çok çalışmak başlı başına insanı daha çekici yapar. Gerçi ben olsam, sana benim tavsiyelerime uymanı söylemezdim.“

“…Kendi kendinle çelişmiyor musun? Bana tavsiyelerini takip etmememi söylüyorsun.“

“Asamura, sen bu denklemin istisnasısın.“

Kafamı yana eğerek ne demek istediğini anlamadığımı belli ettim. Neden istisna olduğumu çözemedim.

“Gerçekten bilmiyor musun?“

“Tamamen kayboldum.“

“Çünkü sen çok barizsin, seni okumak çok kolay. Bu yüzden bir şey olmaz, merak etme.“

Bir anlığına tamamen nutkum tutuldu. Ben… okunması kolay biriyim, öyle mi?

“Yani sadece kendin ol. Doğal davran, zaten karşı tarafa geçer.“

“Ee…?“

“Endişelenme, sevgili Asamura Yuuta. Sen zaten fazla sakarsın, böyle şeyleri yapamazsın. Üstelik, bir şeye ya da birine harcadığın çabayı saklayacak kadar becerikli de değilsin. Samimi olmaya çalışmak yerine, tüm gücünle devam et. Tam gaz, fren yok.“

Böyle bir şeyi duyunca rahatlamam mı gerekiyor? ‘Normal’ olmak da ne demek? Normal davran? Peki, ben genelde nasıl davranıyorum ki?

“Şu an daha da kafam karıştı.“

Maru ise benim çaresiz hâlime o kadar güldü ki neredeyse bir sonraki derse geç kalıyorduk.

Dersler bittikten sonra üstümü değiştirmek için eve kısa bir dönüş yaptım. Üniformayla gitsem çok fazla dikkat çekeriz diye düşündüm. Ne kadar tecrübeli bir çapkın olmasam da okul üniformasının bir erkekle bir kadın arasındaki randevu için pek de uygun olmadığını bilecek kadar farkındayım. 
Daha da önemlisi… kıyafet meselesi.

Saatlerce düşündüm ama giymekten gerçekten emin olabileceğim bir kıyafet bulamadım. Bir de sonradan fark ettiğim başka bir sorun vardı: Randevuya gideceğin kişinin seninle aynı apartmanda yaşaması, banyodaki aynada kendini kontrol etmeyi fazlasıyla zorlaştırıyor. Sürekli odamla banyo arasında gidip gelirsem, kesinlikle beni duyacaktır.

Maru, kendimden emin olmam gerektiğini söyledi ama benim için bu imkânsız. Sıradan bir lise öğrencisi olduğumdan, odamda tam boy bir aynam da yok. Sonunda, modern çağın en kullanışlı ve taşınabilir aracını kullanmaya karar verdim: Akıllı telefonum ve kamerası. Ön kamerayı göz hizama ayarlayıp, tüm bedenimin görüneceği kadar geriye çekildim.

“Evet, sanırım bu olmalı.“

Sonunda içime en çok sinen kombini buldum ama  sorun şu ki, dışarı çıkarken genelde giydiğim şeylerden pek farklı değildi. Tamamen sıradan. Siyah bir ceket, açık gri örgü bir kazak ve ona uyumlu siyah kot pantolon. Fena değil, en azından öyle olduğunu umuyorum ama kendi tarzımdan pek de emin olamıyorum.

“…Diğer erkekler de böyle şeyler giyiyor, değil mi?“

Bir an düşündükten sonra çektiğim fotoğraflardan birini LINE üzerinden Shinjou’ya gönderdim. Mesaja, kız kardeşinin zarif zevkine danışmak istediğimi de ekledim. Normal şartlar altında böyle bir yönteme başvurmazdım ancak Ayase-san’ın beni sıkıcı bulma ihtimaliyle, rastgele bir ortaokul kızının beni yerden yere vurması ihtimalini kıyasladığımda, ikinci seçeneği tereddütsüz kabul ederdim.

Bu kararsızlık anları Shinjou’nun şu an kulüp aktiviteleriyle meşgul olduğunu fark etmemi geciktirdi. Kız kardeşinin de ondan daha müsait olacağını pek sanmıyordum. Büyük ihtimalle Ayase-san’la buluştuğumda ancak cevap alabilirdim, bu yüzden şikayet etme hakkım da yoktu. Nasıl olur da bu kadar ileriyi düşünemedim… diye kendime kızıyordum ki mesajımın okunmuş olduğunu fark ettim. Büyük ihtimalle tam o anda mola veriyordu. Üstelik, anında bir yanıt geldi.

“Cevap verdi.“

Bu kelimeleri okuduğumda sırtımdan soğuk terler süzülmeye başladı. Tanımadığım birine kendi selfimi gönderip değerlendirme istemenin utancı ancak o an fark ettiğim bir şeydi, yapabileceğim tek şey titreyen parmaklarımla bir yanıt yazmaktı.

“Ne dedi?“

“Normal.“

“Ha?“

“Tek söylediği şey buydu. Normal.“

Bana, kız kardeşiyle olan sohbetinin ekran görüntüsünü gönderdi. Bu onun aslında cevap vermeye bile değer bulmadığı anlamına mı geliyor? Yoksa kıyafetim o kadar mı zevksiz ki tamamen sıradan görünüyor?

“Üzgünüm, molam bitti.“

Bunu son mesaj olarak bıraktı. Ona bir teşekkür emojisi gönderip iç çekerek kendi kendime söylendim. Tam anlamıyla batırmıştım. Böyle belirsiz bir yanıt almak sadece kafamı daha da karıştırdı. Hiçbir faydası olmadı. Zaten kısıtlı bir zamanım varken başkalarına güvenmeye çalışmak baştan hataydı.

“Ama Shinjou ve kız kardeşi biraz fazla yakın değil mi?“ diye mırıldandım, sohbetin ekran görüntüsüne tekrar göz gezdirirken.

Her an sohbete girebilmeleri, kardeş olarak ne kadar yakın olduklarını gerçekten gösteriyor. Öte yandan bu konuda kendimi kıyaslayabileceğim tek kişi Shinjou, bu yüzden bunun normal bir ilişki olup olmadığı konusunda kesin bir şey söyleyemem.

Bu düşünceyle devam edip Ayase-san’la kıyasladım. Eğer tanıdığım bir çocuk bana bir selfisini gönderip Ayase-san’ın fikrini sormamı isteseydi, bunu ona iletir miydim? Büyük ihtimalle hayır. Bunu yapmamak için bir bahane uydururdum. Ne olursa olsun Ayase-san’ın başka bir erkek hakkında bir yorum yapmasını duymak istemezdim.

Buna karşılık Shinjou ve kız kardeşi, birbirlerine güvenebildikleri bir seviyeye ulaşmışlar. Öyle ki Shinjou rahatça ona fotoğraflar gönderebiliyor ve değerlendirmesini isteyebiliyor. İkisinin de bunda hiçbir sorun görmemesi, sağlıklı bir kardeş ilişkisine işaret ediyor. Bunu göz önünde bulundurunca, benim hislerim bundan biraz farklı mı acaba?

“Çıkmaya hazır mısın?“

Düşüncelerim, odanın kapısının diğer tarafından gelen bir sesle kesildi. Görünüşe göre Ayase-san çoktan hazırlanmıştı.

“Evet, ben de hazırım… sanırım?“

Kıyafetime dair hâlâ hiçbir güvenim yoktu ama bunun üzerinde daha fazla durup endişelenmek de hiçbirimize bir fayda sağlamazdı. Artık olduğu gibi kabul edip, iyi gitmesini ummaktan başka çarem yoktu. Kapıyı açtığımda, Ayase-san’ın salonun kanepesinden kalktığını gördüm. Önümden yürüdü ve ona baktığım an nefesimi tuttum. Aklımdan geçen tek şey—Tam da Ayase-san’a yakışan bir görüntüydü.

Üzerinde şarap kırmızısı renginde örgü bir üst vardı ve üzerine giydiği yosun yeşili ceket, renk farkını güzelce vurguluyordu. Birbirini tamamlayan renkler olmasına rağmen, göze fazla parlak gelmiyordu. Bir kez daha onun moda anlayışına ve kıyafetlerini ustaca kombinleme yeteneğine hayran kaldım. Göğsünde küçük, üçgen bir kolye ucu da sallanıyordu. Üniforması bir yana, onu çoğunlukla rahat şortlar giyerken görmüştüm, bu yüzden bugünkü görünümü oldukça farklıydı. Bugün etek giymişti, hem de dizlerinin epey altına kadar uzanan uzun bir model. Bu da ona sakin ve huzurlu bir hava katıyordu.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjI9_rfmlxNxQOriLHf-ciayL3WgNL-KnBD5KdZshZrd15qlIcrb4A5MAgzM4VHFB2oJzBKr8obqw_e0YA8O2BeH7COXQf-Vj8BYjYgx3as7m1ut8YyXObu1948P11tyYtyKSK70ZADiwwBH8bs4_fFolM18JtsYthfkbLCN5x1-fAEg2xne-_IirE_RQ/s2048/Chapter%203.jpeg

Genelde lise öğrencisine daha yakın bir tarzı vardı ama bugün sanki savunmasını biraz olsun gevşetmiş gibi görünüyordu… ya da en azından biraz daha ulaşılabilir hissi veriyordu. Her zamanki gibi güzel, her zamanki gibi sevimli… Tabii ben bir moda eleştirmeni değilim sadece kendi fikrimi söylüyorum.

“O zaman gidelim.“

“Ah… Doğru, bir saniye bekle.“

“Hm?“

Ayase-san tam çizmelerini giymek üzereydi ki bir anda durup tekrar bana döndü.

“Bir şey mi unuttun?“

“Tam olarak değil. Sadece tren istasyonuna birlikte yürümemizin iyi bir fikir olup olmadığını düşündüm.“

“Günlük kıyafetler giydiğimiz için mi? Bence bir sorun olmaz. Bu normal kardeşlerin de yaptığı bir şey sonuçta. Benim için sıkıntı değil.“

“O zaman mantıklı. Böyle garip bir konuyu açtığım için kusura bakma.“

“Boş ver, önemli bir konu aslında, o yüzden hatırlattığın için teşekkür ederim. Kararsız kaldığımız her durumda, her zamanki gibi birbirimize uyum sağlayalım.“

Ayase-san’ın bu sözleri içimi tarifsiz bir rahatlıkla doldurdu.

…İşte bu. Onu gerçekten sevme nedenim tam da bu.

Son bir kontrolü de tamamladıktan sonra Ayase-san ve ben dairemizi arkamızda bırakarak dışarı adım attık.

Shibuya tren istasyonunda bir sonraki treni beklerken içimi garip bir rahatsızlık hissi kapladı. İlk başta tam olarak neyin beni bu kadar huzursuz ettiğini bilmiyordum ama sonra fark ettim ki yan yana durduğumuz halde bakışlarımız sürekli kesişiyordu. Ayase-san’ın yüzü… ya da daha doğrusu, ifadesi. Sanki gülmemek için kendini tutuyordu.

Ne zaman bana göz ucuyla baksa dudakları hafifçe seğiriyordu… Sanırım. Kıyafetimle mi dalga geçiyordu? Onun böyle biri olduğunu sanmıyorum… Umarım. Belki de kıyafetimde onu güldüren bir detay fark etti? Bunu sorarsam, konuşmadan bıçak yemiş gibi çıkabilirim. O yüzden sormamalıyım. Belki de sadece kibar davranıp bir şey dememeye çalışıyordur.

Ne kadar düşünürsem düşüneyim, bu ihtimal gittikçe daha gerçekçi gelmeye başladı. Hemen kafamı sallayıp bu kötü düşüncelerden kurtulmaya çalıştım. Doğru da olsa yanlış da olsa, bu konuyu açmak sadece ortamı garip bir hale sokardı. O yüzden üzerine gitmemeye karar verdim. Yine de… garip hissettirdi. Tamam, yeter! Sürekli ifadesine bakıp durmam da iyi bir şey değil. Yoksa kaba davrandığımı düşünebilir.

Bakışlarımı Ayase-san’dan kaçırıp trene binerken ona bakmamaya çalıştım.

Yaklaşık yirmi dakika sonra nihayet Ikebukuro istasyonuna vardık. Perondan merdivenleri inerek yer altı geçidinden kısa bir yürüyüş yaptık ve bilet turnikelerinden geçtik. Doğu girişindeki, sıkça buluşma noktası olarak kullanılan ünlü taş heykelin yanından geçip tekrar merdivenlerden yukarı çıktık ve kendimizi sokakta bulduk. Sunshine Caddesi boyunca yürürken bizi krepe stantları, kafeler, ayakkabı mağazaları, vintage moda dükkanları, giyim mağazaları, bir oyun merkezi, bir sinema ve daha birçok farklı işletme karşıladı.

Şehrin eğlence bölgesi, adının hakkını fazlasıyla veriyordu. Bu yüzden çevremiz normal arkadaş gruplarından romantik çiftlere kadar her türden insanla doluydu. Nereye baksak farklı bir sahneyle karşılaşabiliyorduk.

“Wuoh…“

Sokağın köşesinde, bedenleri birbirine yapışmış halde tutkulu bir şekilde öpüşen bir çift gördüğümde farkında olmadan şaşkınlıkla mırıldandım. Tabii ki bu, Ayase-san’dan hafif bir dirsek darbesi yememe neden oldu.

“Öyle bakmak kabalık olur.“

“Ah, Özür dilerim. Düşünmeden konuştum.“

“Anlayabiliyorum… İnsan böyle bir şeyi aniden görünce şaşırıyor.“

İkimiz de bir gülümsemeyle birbirimize baktık ve kendi kendimize durumu sorguladık. İnsan duyguları gerçekten karmaşık ve garipti. Kim neyi, nerede yaparsa yapsın, bu onların özgürlüğüydü ve dışarıdan bir gözlemcinin bakışı onların eylemlerini etkilememeliydi. Ben de bu prensiple yaşamayı tercih ederdim. Buna rağmen gözümün önünde böylesine açık bir öpüşme sahnesiyle karşılaşınca, kendi felsefemi sorgular hale geliyordum.

Eğer bana bir ankette “Önünüzde bir çift öpüşse ne hissedersiniz?“ diye sorulsa, muhtemelen hiçbir şey hissetmeyeceğimi söylerdim. İşin aslı, beklenmedik bir sahneyle karşılaştığım anda, zihnim bulanıyordu. Bir yanım hala kendi inançlarını savunuyordu ama içgüdülerim de devreye giriyordu. Yıllar içinde deneyim ve bilgiyle inşa ettiğim değerler bir anda sarsılmış, beynim kısa süreliğine durmuştu ve sığındığım düşünce kalıplarının ötesini görmeme neden olmuştu.

“Bu, senin de yapmak istediğin bir şey mi, Ayase-san?“

“Pek sayılmaz. Ayrıca biri bana bunu isteyip istemediğimi sorsa biraz şaşırırdım.“

“Kesinlikle katılıyorum. Bu konuda birbirimize uyum sağlamak zorunda değiliz sanırım.“

“Sorun değil. Bu da önemli bir soruydu sonuçta.“

Onun işaret ettiği postere göz gezdirdim. Renkli saçları olan, büyük parlak gözlü bir anime karakteriydi. Şirin ama aynı zamanda biraz da gösterişli bir tasarıma sahipti. Açıkçası, Narasaka-san’ın böyle şeylere ilgisi olduğunu bilmiyordum.

“Gerçekten mi?“

“Evet, bayağı seviyor. O yüzden burada onun hoşuna gidecek bir şey bulabiliriz diye düşündüm.“

“Hmm… Yani, mantıklı aslında.“

Açık konuşmak gerekirse bir kız arkadaşına doğum günü hediyesi olarak anime ürünleri almak ilk aklıma gelecek şey olmazdı ama eğer Narasaka-san seviyorsa, mesele tamamen onun zevkine uygun bir şey bulmaya kalıyordu.

“O zaman, içeri girelim mi?“ dedim, içimi ufak bir tedirginlik kaplarken.

“Tabii!“

Ayase-san önden yürüyerek içeri girdi. Onu takip ederken içimde bir heyecan ve garip bir his vardı. Burası, bildiğim dünyadan biraz farklı bir yerdi, Narasaka-san’ı mutlu edecek bir hediye bulacaksak, keşfetmeye değerdi.

“Ona uygun bir şey bulabilirim,“ dedim, etrafı incelerken.

Mağazanın içi beklediğimden bile daha büyük ve renkliydi. Raflar, posterler, figürler, anahtarlıklar ve her türlü anime temalı ürünle doluydu. Farklı serilere ait reyonlar vardı ve her birinde hayranların ilgisini çekecek bir şeyler bulunuyordu. Bunca çeşit arasında Narasaka-san için en uygun hediyeyi bulmak biraz zaman alacak gibi görünüyordu.

“Genelde hangi serileri seviyor?“ diye sordum, Ayase-san’a dönerek.

“Son zamanlarda şu seriyi izlediğinden bahsetmişti,“ dedi ve bir raftaki belirli bir karakterin olduğu ürünlere işaret etti.

Gösterdiği karakter, mağazanın girişinde gördüğümüz posterdekiyle aynıydı. Demek ki Narasaka-san gerçekten bu seriyi seviyordu. Raflarda figürlerden defterlere, bardak altlıklarından anahtarlıklara kadar her şey vardı.

“Sence hangisini alsak?“

Ayase-san biraz düşündü, sonra bir anahtarlık aldı ve elinde çevirmeye başladı.

“Bu fena olmaz gibi. Hem günlük kullanabileceği bir şey hem de fazla büyük ya da pahalı değil.“

Gerçekten mantıklıydı. Bir figür alsak odasında sergilemek isteyebilir ama bu kadar büyük bir şeyin hoşuna gidip gitmeyeceğini bilemezdik. Hımm bir anahtarlık… onu çantasına, cüzdanına ya da anahtarlarına takabilirdi. Fazla gösterişli de sayılmazdı.

“Bence de güzel seçim. Alalım mı?“

“Alalım!“

Böylece Narasaka-san için hediyemizi belirlemiş olduk. Şimdi geriye sadece kasaya gitmek kalmıştı.

Mükemmel doğum günü hediyesini bulma arayışımızda, Ayase-san ve ben mağazanın bir köşesinden diğerine yavaşça ilerledik. Bu süreçte, modern anime ürünlerinin cinsiyetlere göre nasıl ayrıldığını öğrenmiş oldum. Kadınlara yönelik ürünlerin bulunduğu bölüm, genellikle gördüğümüz “KESİNLİKLE ANİME ÜRÜNLERİ“ diye bağıran türden bir yer değildi. Bunun yerine favori karakterlere özel olarak tasarlanmış ürünler sunuyorlardı—çoğunlukla öğrenci rozetleri, anahtarlıklar ya da defterler. Üzerlerindeki tasarımlar yalnızca köşeye işlenmiş olduğundan, ilk bakışta tamamen normal aksesuarlar gibi görünüyorlardı.

“Bu oldukça normal görünüyor...“

“Evet, şık duruyor.“

“Sana da mı öyle geldi?“

“Şuradakiler ise—“ dedi Ayase-san ve yanımızdaki kitap rafını işaret etti.

Raf, benim bile çocukken izlediğim animelerden tanıdığım karakterlerin peluş oyuncakları ve anahtarlıklarıyla doluydu.

“…Bunları kullanmak biraz daha zor olabilir.“

“Anladım, anladım.“

Başka bir deyişle anime ürünlerinin ticarileşmesi giderek artıyor mu? Şimdi düşününce, Maru bana daha önce buna benzer bir şey söylemişti. Otaku kültürünün daha genel bir kabul görmesi, otaku ürünleri pazarının büyümesine yol açıyor ve bu da ürün çeşitliliğinin artmasını sağlıyor ancak otaku olmanın ve şık görünmenin bir arada var olabileceği fikrine hiç sahip olmadığım için bu keşif beni biraz şaşırttı.

Şaşkınlıkla etrafıma baktım ve mağazadaki müşterilerin çoğunun tamamen normal hatta oldukça şık giyindiğini fark ettim. Erkek ve kadın sayısı neredeyse eşitti… Hayır, şu anda kadınlar daha fazlaydı. Aa, evet… Bir süre önce Ayase-san, kaşlarımın şeklini kıskandığını ve onlarla ilgili bir şey yapıp yapmadığımı sormuştu. Etrafımdaki erkeklerin çoğu da bu konuda benzerdi sadece kadınlar değil. Eğer genetikleri onlara bu avantajı sağlamadıysa, muhtemelen kaşlarını düzgün tutmak için özen göstermişlerdi.

Anlıyorum. Demek ki Ayase-san bu yüzden benim kaşlarımla ilgilendiğimi varsaymış. Maru, son zamanlarda otakuların dış görünümlerine daha fazla önem vermeye başladığını söylemişti; bu da onun bir parçası olmalı.

“Maaya gibi sosyal biri söz konusu olduğuna göre, muhtemelen ne alırsak alalım çok da umursamayacaktır.“

“Mantıklı…“

Narasaka-san olduğu için ne alırsak alalım uygun gibi geliyor ama bunun iyi mi kötü mü olduğunu kestiremiyorum. Sonuçta, yine de onun için bir şey seçmemiz gerekiyor. Ufak da olsa bir ödül gibi, en azından onun gülümsemesini görmek isterim. Ara ara Ayase-san’ın fikirlerini dinleyerek sonunda, son zamanlarda ilgisini çeken bir animeden (hedef kitlesi daha çok çocuklar olduğu için adını daha önce hiç duymamıştım) bir kupa almaya karar verdik. Üzerinde, animenin amblemi kazılıydı.

Narasaka-san gibi kalabalık bir ailesi olan biri için, ekstra bir sofra takımı parçası her zaman işine yarayacaktır. Üstelik, bu animeyi kardeşleri de izliyor olabilir, yani eğer kendisi kullanmak istemezse onlara verebilir.

“Phew… Yardımcı olduğun için teşekkür ederim, Ayase-san. Gerçekten iyi fikirler verdin.“

“Gerçekten mi? Yardımcı olabildiysem sevindim.“

Elimde hediye paketinin bulunduğu plastik poşetle, işimizi tamamladığımızı ilan ederek dükkândan ayrıldık. Saat daha yeni beşi geçmiş olmasına rağmen hava kararmaya başlamış, akşamın yaklaştığını hissettiren bir gökyüzü belirmişti.

“Şimdi düşündüm de sen kendin için bir şey almadın değil mi Ayase-san? Zaten aldığın bir şeyin var mıydı?“

“Aslında planımı değiştirdim. Yarın gidip alacağım.“

Bunu söylese de, en sonunda ne almayı planladığını bana hiç söylemedi.

Eve doğru yol alırken, hareket hâlindeki trenin içinde hafifçe sağa sola sallanıyorduk. Geriye dönüp baktığımda, bugünün pek de bir randevu gibi hissettirmediğini fark ettim. Mağazada dolaşıp fikir alışverişi yapmak ve birkaç şaka patlatmak eğlenceliydi elbette ama el ele bile tutuşmamıştık. Gittiğimiz yeri değerlendirince, burası erkeklerle kızların birlikte vakit geçirdiği bir randevu mekânı olmaktan çok, Maru gibi insanların sıkça uğradığı bir yer gibiydi. Şimdi düşündüğümde, oyun merkezleri ve giyim mağazaları da elimizin altındaydı ama Ayase-san bunlara pek ilgi göstermediği için uğramayı bile düşünmemiştik… Oysa buralar tam anlamıyla randevu için uygun yerlerdi.

Ve Narasaka-san için hediyemi aldıktan hemen sonra, günü bitirip eve dönmeye karar verdik. Baş başa olacağımız bir randevu olması gerekiyordu, ama sanki bir şeyler eksik kalmış gibiydi. Aslında, kısa bir mola vermek için bir fast food restoranına uğrayabilirdik. Gerçi evde akşam yemeği bizi bekliyordu, o yüzden pek de gerekli değildi sanırım.

Bütün gün boyunca Ayase-san’ın gülümsediğini fark etmiştim ama yine de içinde bir gariplik vardı. Tabii ki bunun tam olarak ne olduğunu bilmeme imkân yoktu. Sadece, doğrudan kelimelere dökemediğim tuhaf bir huzursuzluk içimi kemiriyordu. Eğer ne olduğunu bilseydim, ona uyum sağlamak daha kolay olurdu ama onun yerine, kendi içimde bu düşüncelere boğulup kalıyordum…

Tıpkı içinde oturduğumuz tren vagonu gibi içimdeki hisler de sağa sola savruluyordu. Dakikalarca, dışarıda hızla yanımızdan geçen seyrek sokak lambalarını saydıktan sonra, kendi gölgemi aşmaya karar verdim ve ona sormaya niyetlendim. Birkaç sıradan kelime alışverişinden sonra, konuyu açtım.

“Kıyafetimde garip bir şey mi var?“

“Ha? Hayır, hiç de değil. Neden soruyorsun?“ Ayase-san şaşkın görünüyordu, bu da beni rahatlatmıştı—ya da öyle hissetmek isterdim ama kendime o kadar güvenmiyorum.

“Seninle kıyaslandığında kıyafetlerime ve saç stilime pek dikkat etmiyorum. Kendi moda anlayışım konusunda epey güvensizim de.“ İçimden geçenleri olduğu gibi dile getirdim.

“Bence gayet iyi. Sana en çok yakışanı bu.“

“Mhm, teşekkür ederim. Ama—“ Bunu söyleyeceğini tahmin ettiğim için devam ettim. “Senin kıyafetin öyle güzel uyum içinde ki insanlar ne kadar şık olduğunu söylemeden geçmez değil mi?“

“Sanırım?“

“Yani, bunu iyice düşündükten sonra şu an giydiğin kıyafetlerin o an için en iyisi olduğuna karar verdin öyle değil mi?“

“Muhtemelen.“

“Bence de o kıyafetle harika görünüyorsun biliyor musun?“

Bunu söylediğim anda Ayase-san’ın ifadesi dağıldı ve bir ’Ha…’ sesi duyduğumu sandım.

“…Teşekkürler.“

Bana teşekkür ettiğinde, gülümsemesi garip bir şekilde donup kalmış gibiydi ama kafam o kadar doluydu ki ifadesindeki değişimin nedenini anlamaya fırsatım olmadı.

“Biliyor musun, bana neyin yakışacağını bile bilmiyorum. Bunu değerlendirecek bilgiye sahip değilim Ve kendi tarzıma dair neredeyse sıfır özgüvenim olduğu için, biri bana ’Bu tam senlik’ dediğinde ne demek istediğini hiç anlayamıyorum.“

“Yani… Başka bir deyişle, dünyaya göre şık görünen bir şekilde giyinmeyi denemek mi istiyorsun? Ama senin bunu pek umursayan biri olduğunu düşünmezdim.“

“En azından bir kez deneyimlemem gereken önemli bir ders gibi hissediyorum. Sonunda hoşuma gider mi bilmem ama böyle durumlar için resmi giyim kurallarını öğrenmek isterim.“

“Ahh… Anlıyorum, anlıyorum. Bu tam senin kafana takacağın bir şey olurdu zaten.“

Sanırım tüm bunlarda en büyük pay, kendi güvensizliğime ait.

“Yani temelde, normal bir randevu kıyafeti ya da genel olarak kıyafetler hakkında pek bilgin yok. Öğrenmek istiyorsun ama kendi zevkine güvenmiyorsun öyle mi?“

Bu tam Ayase-san’a göre bir çıkarımdı. Hemen anladı.

“Aynen öyle.“

“Hmmm…“ Başını eğip düşünmeye başladı.

Tren bir istasyonu geçtikten sonra aniden başını kaldırdı.

“Eve dönerken küçük bir yere uğrayabiliriz.“

“Ne, şimdi mi?“

“Eğer benim zevkime ve neyin şık göründüğüne dair fikrime güveniyorsan, sana bir şeyler seçmende yardımcı olmaktan çekinmem.“

Bunu hiç düşünmemiştim bile. Eğer seçim tamamen Ayase-san’a aitse, kesinlikle güvenebilirim. Üstelik bu sayede onun kıyafet ve moda zevkini de öğrenmiş olurum. Yani bu durum tam anlamıyla bir taşla iki kuş vurmak gibi.

“O zaman, lütfen yardım et.“

“Çok fazla beklentiye girme. Sadece kendi zevkime göre seçeceğim.“

Tam da umduğum şey buydu.

“Peki, aklında neresi var?“

“Daikanyama buraya oldukça yakın, ilk tercihim orası olurdu.“

“Doğru… Ama gerçekten kusura bakma. Eğer bunu biraz daha erken açmış olsaydım, belki Ikebukuro’daki bir yere gidebilirdik.“ Sesim biraz mahcuptu ama Ayase-san hoş bir gülümsemeyle yanıt verdi.

“Önemli değil. Bunu dert etme. Zaten ikimiz de konuşmak için doğru anı sürekli kaçırıyoruz.“

“Ahaha, gerçekten öyle. Teşekkür ederim.“

Böylece kararımızı verdik ve Shibuya tren istasyonunda başka bir trene binerek Daikanyama’ya doğru yola çıktık. Yol tarifini tamamen Ayase-san’a bırakarak dükkâna doğru ilerledik. Çevremizdeki mağazaların ışıkları henüz sönmemişti ve vitrinlerden yansıyan parlak ışıklar asfaltı aydınlatıyordu. Tren istasyonundan kısa bir yürüyüşün ardından bir erkek giyim mağazasına girdik.

İçeri adım attığım anda buranın öylesine uğranan bir süpermarket ya da market olmadığını hemen anladım. Gözlerim alışveriş sepeti ya da alışveriş arabası aradı fakat hiçbir şey bulamadım. Şaşkınlık içinde etrafa bakınırken bir kadın çalışan sessizce yanıma yaklaştı.

“Size nasıl yardımcı olabilirim, efendim?“

“Ah, şey…“

“Önce biraz etrafa bakmak istiyoruz.“ Ayase-san arkamdan belirip bana adeta bir can simidi uzattı.

Çalışan nazikçe gülümsedi, önce Ayase-san’a sonra bana kısa bir bakış attı ve başını hafifçe eğdi.

“Pekâlâ. Yardıma ihtiyacınız olursa lütfen çekinmeden bana seslenin.“ Bu sözleri söyleyerek neredeyse hiç ses çıkarmadan uzaklaştı.

“Korkutucuydu…“

“Belki de buraya tek başına geldiğini düşündü?“

Nedense Ayase-san’ın tonunda bir rahatsızlık sezdim. Acaba bunun sebebi, kıyafetimin onunkinden tamamen farklı olması ve bu yüzden ayrı müşteriler gibi görünmemiz miydi? İçimde bir huzursuzluk oluşmaya başladı ve dürüst olmak gerekirse, kendimi yabancı bir dünyada yapayalnız hissetmeye başladım. Bu baskıyı kendi kendime kurduğumu biliyordum ama elimden gelen bir şey yoktu. Buna karşın, Ayase-san en ufak bir tereddüt bile göstermiyordu. Öyle bir özgüvenle önden yürüyordu ki sanki mağazanın sahibiymiş gibi bir havası vardı.

“Buraya sık sık mı geliyorsun?“

“Ha? Ne münasebet.“

“Ah… Öyle mi.“

“Burada ağırlıklı olarak erkek kıyafetleri satılıyor, unutmadın değil mi?“

Evet, mantıklı aslında.

“Yani, erkek kıyafetleriyle uyumlu kombinler yapmak mümkün tabii ama Asamura-kun… Bunun bana yakışacağını gerçekten düşünüyor musun?“

Sorusu ilgimi çekmişti, bu yüzden biraz düşündüm. Dün gece uyumadan önce, birkaç gün önce aldığım moda dergisine göz atmıştım. Yine de elimde yeterli referans olmadığını hissediyordum, bu yüzden “erkek giyimi“ ve “uyumlu kombinler“ diye arama yaptım ancak sonuçlarda hep kadın modeller çıktı.

Bazı sitelere göz attığımda, aslında erkek modasını kadınlara uyarlayan bir tür moda akımı olduğunu fark ettim. Bunlar bir erkeğin giyeceği kıyafetler değil, daha çok “erkeksi bir hava“ taşıyan kombinlerdi. Çoğu, topuklu ayakkabı ve şık elbiseler yerine daha rahat ve salaş bir tarzdaydı. Yine de aralarında takım elbiseler ve ceketler de vardı. Burada da Ayase-san’ın sorusuna yanıt olabilecek benzer bir şey bulabilmeliyim…

Omuzlarını vurgulayan açık renkli bir denim ceket… Evet, şu köşedeki gibi bir şey. Siyah bir ceket ve kalın bir erkek kemeri takılmış bir manken gözüme çarptı ve bunu Ayase-san’ın üzerinde hayal ettim. Sanki bir mobil oyunda karakterime kıyafet almak için oyun içi para harcıyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Moda anlayışım hâlâ oldukça yetersizdi ama mağaza çalışanlarının özenle giydirdiği bu manken sayesinde, kıyafeti gerçek hayatta Ayase-san’ın üzerinde kolayca gözümde canlandırabiliyordum. Hayalimde, Ayase-san’ı bu kombini giymiş şekilde giydirdim. Siyah ceketi omzuna atılmıştı, sırtını dikleştirerek podyumda yürüyen bir model gibi poz veriyordu.

“Bence oldukça yakışıklı görünürdün.“

Bunu söylediğim anda, sanki üzerine basılmış bir kedi sesi duydum. Hızla o yöne baktım ve tam o anda Ayase-san’ın başını başka tarafa çevirdiğini gördüm.

“B-Ben öyle şeyler giymem.“

“Ha? Ah, evet, tabii ki. Eminim giymeyeceksindir. Ama eğer bana yakışıp yakışmayacağını sorarsan… Kesinlikle harika görünürdün. Özellikle de şuna benzer bir şeyle—“ Siyah ceket giydirilmiş mankeni işaret ederek devam ettim. “Böyle bir kombini çok rahat taşıyabilirdin bence… Dur, ne oldu?“

Ayase-san panikle ellerini sallamaya başladı.

“Yeter. Tamam mı? Yeter. Buraya senin için kıyafet seçmeye geldik, Asamura-kun. Benim kıyafetlerimi konuşmaya değil!“

“Evet, evet. Peki, hemen önerebileceğin bir şey var mı?“ Buraya asıl geliş amacımızı hatırladım.

“Off, sen gerçekten… Neyse, bir düşüneyim.“

Ayase-san rastgele bir kıyafet aldı, askısıyla birlikte kaldırıp benim üzerimde tuttu ve mevcut kıyafetlerimle karşılaştırdı. Sonra arkasını dönmemi söyleyerek omuz genişliğimi ve kıyafetin boyunu kontrol etti.

“Hmmm. Asamura-kun, bu tarafa.“

“Mmm, hm? Bu kadar çabuk mu bitti?“

“Evet, kontrol ettim.“

“Ö-Öyle mi…“

O sadece bir parçaydı, değil mi? Ama o anın ardından Ayase-san beni mağaza boyunca sürüklemeye başladı. Belli aralıklarla durup bir ya da iki kıyafet alıyor, üzerimde tutarak kontrol ediyordu. Bu döngü defalarca tekrarlandı. Belki de bana neyin yakıştığını anlamaya çalışıyordu. Kıyafetleri askısıyla birlikte alıp göğsüme tutuyor, sonra tekrar çekiyordu—sanki sonsuz bir döngü içindeydik. Her seferinde yumruğu göğsüme çarptığında, garip bir gıdıklanma hissi kaplıyordu içimi.

“Hey, kıpırdama.“

“Ah, pardon.“

“Hmm? Bu değil. Bu da değil. Ah, tam öyle dur.“

“T-Tamam…“

Ayase-san’ın emirlerine harfiyen uyan bir mankene dönüşmüş gibiydim. Yanımızdan geçen diğer müşteriler, neden olduğunu bilmediğim bir şekilde gülümsüyordu ama Ayase-san, kıyafet seçmeye o kadar odaklanmıştı ki bunu fark bile etmiyordu ve tam da bu yüzden, bu anın gerçek bir randevu gibi hissettirmeye başladığını düşündüm.

İkebukuro’da alışveriş yapmak güzeldi, gittiğimiz yer keyifliydi, aramızdaki atmosfer de gayet iyiydi. Zihnimde canlandırdığım klasik bir randevudan tamamen farklıydı. Buna karşın, şu an içinde bulunduğumuz bu durum—birbirimize o kadar yakındık ki bazen istemeden de olsa çarpışıyorduk—işte bu an, tam olarak “randevu“ kategorisine giriyordu.

…Ama gerçekten öyle mi? Bir anda, Shinjou’nun kız kardeşiyle olan ilişkisi aklıma geldi. Onlar da birlikte alışverişe çıkıyor, Shinjou’nun kız kardeşi onun için kıyafetler seçiyordu, değil mi? Yani, şu an Ayase-san’la yaptığımız şeyin birebir aynısı. Bunu sıradan kardeşler bile yapardı. Bu yolu seçmemiz gerektiğine karar vermiştik ama yine de boğazıma bir şey takılmış gibi huzursuz hissediyordum.

Gerçekten sadece iyi geçinen birer üvey kardeş olarak kalmaktan memnun muyum, yoksa aslında şu an sahip olduğumuzdan daha fazlasını mı istiyorum? Daha da önemlisi, ben Ayase-san’la ne yapmak istiyorum? Onunla ne kadar ileri gitmek isterdim?

…Ve neden sürekli onu düşünüyorum? Eğer şu an kafamdan geçenleri bir başkası bilseydi, kesinlikle beni garip biri olarak görürdü. Kendi düşüncelerimin içinde kaybolduğumu fark ettiğimde, kanım hızla vücudumda dolaşmaya başladı, yüzüme hücum etti. Dışarısı soğuk olmasına rağmen terlemeye başlamıştım. Sanırım buradaki ısıtma biraz fazla yüksek ayarlanmış.

“Tamam, anladım,“ dedi Ayase-san ve iki parça kıyafeti eline aldı. “Ben bunları seçerdim.“

“Ee… Şu an tam olarak neye bakıyorum?“

“Üzerindeki ceket gayet iyi ama bu dikim ceket de sana çok yakışır gibi görünüyor.“

Bu yabancı kelimeler karşısında refleks olarak bir adım geriye attım.

“Dikim… ne?“

“Bilmiyor musun? Özel dikim bir ceket türü.“

“Ahh, terzide dikilen yani.“

“Yani biliyorsun?“

“Bunu bir kitapta okumuştum.“

1870’lerin İngiltere’sinde, yani Viktorya döneminde geçen bir roman okumuştum. Hikâye, terzilik yapan bir kız hakkındaydı. O yüzden bu kelimeyi daha önce duymuştum. Ayase-san’ın elinde tuttuğu ceket açık gri renkteydi ve yakası oldukça ince görünüyordu. Normal bir takım elbise ceketiyle karşılaştırıldığında, omuzları daha çok vurguluyor ama aynı zamanda açık renkleri sayesinde daha rahat bir hava katıyordu.

“Sade tuttum ki kombinlemesi kolay olsun.“

“Sade olmak kötü bir şey değil mi?“

“Eğer desenli veya çok dikkat çeken bir şey seçersen, diğer parçalarla uyum sağlamak zor olur ve… Ah, sanırım açıklama gerektiren bir noktaya geldim.“

“En içten özrümü sunarım.“

“Ve işte ceketin altına giyeceğin şey de bu. Kışın en soğuk zamanlarında giymeni tavsiye etmem fakat kasım ayı için gayet uygun olur.“

Bunu söylerken kolunun üzerine aldığı sade beyaz bir tişörtü bana uzattı.

Tıpkı ceket gibi, bu tişört de sade ve düz bir tasarıma sahipti—üzerinde hiçbir desen ya da baskı yoktu. Göğüs cebinin varlığını fark edebilmem için iki kez bakmam gerekti, o kadar küçük ve önemsizdi. Ceketle birlikte tişört de omuzları eğimli bir tasarıma sahipti. Oldukça basit görünüyordu ama elimdeki tişört, sahip olduğum sıradan tişörtlerin en az iki katı fiyatındaydı. Demek ki kalite ve tasarım açısından tamamen farklı bir seviyedeydi… Ama bunu anlayabilecek bilgiye sahip değildim, sanırım.

“Kot olarak şu an giydiğin pantolonu kullanabilirsin. Hem yeni bir tane alırsan bütçeyi aşarsın.“

“Teşekkür ederim.“

“Güzel. Denemek ister misin? Böylece beğenip beğenmediğine karar verebilirsin.“

“Anladım.“

Ayase-san’dan kıyafetleri alıp ona Narasaka-san’ın hediyesinin olduğu plastik poşeti verdim. Ardından soyunma kabinine gidip aynada yeni görünüşüme baktım. Bunu doğru kelimelerle tarif edecek kadar bilgim yoktu ama bu kıyafetlerle fena görünmediğimi hissettim. Rahat ama şık bir sonbahar kombini gibiydi. Omuzlarımı çok vurgulamadığı için, daha huzurlu ve yumuşak bir izlenim yaratıyordu—daha önce sahip olmadığım bir şeydi bu. Ceketin kumaşı çok hoştu ve serin rüzgârlara karşı sağlam duracak gibi görünüyordu. Artık bu mevsime hazırdım.

Ama her şeye rağmen, kendi tarzımla kıyasladığımda büyük bir fark göremiyordum. Bu… gerçekten yeterli mi? Emin olamıyordum. İnsan yeterince iyi bilmediği bir alanda, küçük farkları ayırt etmekte zorlanır. Bu da benim özgüvenimi iyice sarsıyordu. Sanki eski nesilden bir ebeveynin, telefonlarını her şey için kullanan çocuklarına “Oyun oynama!“ demesi gibi. Onlar için mobil oyun, müzik, LINE ve eğitim uygulamaları aynı şeydi, çünkü farkları bilmiyorlardı. Ben de şu an önceki tarzımı geliştirmiş olsam bile, farkın yeterince belirgin olup olmadığına karar verecek durumda değildim.

“Nasıl görünüyor?“ Soyunma kabininden çıkıp yeni halimi Ayase-san’a gösterdim.

“Evet, bence gayet iyi görünüyor.“

“Umm… Bu yeterli mi? Yani, belki hazır buradayken saçımı da boyatmalıyım?“ diye biraz kaygılı bir sesle sordum.

Shinjou’nun kız kardeşi önceki tarzıma “normal” demişti, bu yüzden bu kadar küçük bir değişikliğin çok fark yaratmayacağını düşünmeden edemedim. Belki daha köklü bir değişim gerekiyordu ancak Ayase-san, sanki bir anaokulu öğretmeni küçük bir çocuğu azarlıyormuş gibi bir tavırla cevap verdi.

“Hey, kimin izlenimini önemsiyorsun ki?“

“Huh?“

“Eğer sokaktaki rastgele insanlara iyi görünmek istiyorsan, benim moda anlayışımdan şüphe etmen gayet doğal olurdu. Bunu anlıyorum ama sen gerçekten böyle bir stil mi yakalamak istiyorsun?“

“Hayır, hiç de öyle bir şey değil…“

“İyi o zaman,“ dedi Ayase-san, nazik bir gülümsemeyle. “O halde belki de bana güvenebilirsin? Bunları senin için ben seçtim ve bence içinde harika görünüyorsun.“

“Anlıyorum… Evet, haklısın. Kusura bakma, bu soruyu sormam kabalık oldu.“

“Hayır, tamamen haklısın. Sonuçta herkes, başkalarının gözünde nasıl göründüğünü düşünür.“

Muhtemelen içtenlikle bana katılıyordu ve o nazik ifadesini gördüğümde kafamda nihayet bir şeyler yerine oturdu. Kendi düşüncelerimin ve kendi standartlarımın içinde sıkışıp kalmıştım. Ayase-san’ın yanında gururla durabilecek bir adam olma isteğim, başkalarının hislerini önemsemekten çok uzaktı. Kendimi öz-nefretten korumak için zihinsel bir bariyer inşa etmiş, kendi yargımdan kaçınarak üçüncü bir tarafın görüşüne sığınmıştım.

Shinjou’nun kız kardeşinin nasıl göründüğünü ya da nasıl biri olduğunu bile bilmiyordum ama yine de onun fikrini hiç sorgulamadan kabul etmeye hazırdım. Büyük ihtimalle, içten içe her zaman yakınımda olup bana bir şeyler söyleyebilecek ama aynı zamanda beni üzmeyecek kadar uzak birinin fikrini duymak istemiştim. Yomiuri-senpai de daha önce buna benzer bir şey söylememiş miydi?

“Bunun dışında, onun aşırı şık giyinmesine gerek yok. Sadece bana daha kolay bir zaman geçirtmeye çalıştığını bilmek bile bana değer verildiğimi hissettirmeye yeter.“

Burada önemli olan, herhangi bir üçüncü tarafın görüşü değil, benimle ilgilenen kişinin izlenimi. Maru ve Shinjou da bunu söylemişti. Asıl mesele, şık görünmeye çaba göstermek. Sonuç ikinci planda. Çevremdeki herkes beni doğru yola yönlendirirken, ben o kadar uzun süre yolumu kaybettim ki şimdi utanıyorum. Başkalarının ne düşündüğünün hiçbir önemi yok, eğer Ayase-san kıyafetlerimi beğeniyorsa, benim için en iyi stil budur.

Ödemeyi yaptıktan sonra mağazadan ayrıldık. Tren istasyonuna doğru yürürken, Ayase-san aniden konuştu.

“Asamura-kun, eve giderken markete hızlıca uğrayabilir miyiz?“

“Bana uyar.“

“Süpermarket daha ucuz olabilir ve daha fazla çeşit sunuyor ama oraya gitmek fazla dolambaçlı olur. Sadece hardal almam gerekiyor çünkü bir süredir bitmişti.“

“Neden hardal?“

“Bu akşam oden yapmayı düşünüyordum.“

“Ahhh... Son günlerde hava fazlasıyla soğuk, mantıklı aslında.“

“Dünden beri canım sıcak bir yemek çekiyor. Malzemelerimiz var ama daha çok sebze ağırlıklı bir güveç olacak.“

“Bu da onu daha sağlıklı yapıyor, yani bana uyar. Almamız gereken başka bir şey varsa söyle, ben taşırım.“

“Teşekkürler... Şey, az önce garip bir şey mi söyledim?“ Ayase-san bana şaşkınlıkla göz kırptı.

Muhtemelen bir saniye önce kıkırdadığım içindi.

“Hayır hayır, hiç de değil. Kusura bakma.“ Özür diledim ve açıkladım. “Şu ana kadar moda, kıyafet uyumu ve bu tarz şeyler benim için tamamen farklı bir boyuttaydı. Sanki başka bir dünyaya ışınlanmış gibi hissediyordum.“

“O kadar da kötü değildi değil mi?“

“Gerçekten öyle hissettim ve şimdi birden akşam yemeğinden bahsediyoruz. Bu bana en iyi bildiğim gerçekliğe geri döndüğümü hissettirdi.“

“O anın tadını çıkarıyor musun?“

“Pek değil. Bugünlük o farklı dünyadan fazlasıyla nasibimi aldım. Şu an sadece eve gidip sıcak bir oden yemek istiyorum. Açıkçası biraz yoruldum.“

“Doğal olarak. Umarım yeni kıyafetlerini sık sık giyme fırsatın olur.“

“Tabii ki. Sonuçta senin seçtiğin bir şey olduğu için olabildiğince sık giyeceğim.“

Kendi sonumu hazırlamış gibi, ne dediğimi ancak iş işten geçtikten sonra fark ettim. Az önce söylediğim şey, sanki bundan sonra Ayase-san’la çok daha fazla randevuya çıkmayı umuyormuşum gibi bir anlama geliyordu, değil mi? İçten içe panikliyordum ama Ayase-san her zamanki mahcup gülümsemesini takınıp kısaca “Haklısın.“ dediğine göre, muhtemelen gereksiz yere endişeleniyordum. Ve böyle utanç verici bir sözle noktalanan ilk randevumuz sona erdi.

Saat yaklaşık akşam yedide, en yakın marketten alışverişimizi tamamlayıp eve doğru yürümeye başladık. Aydınlatılmış girişten geçerek asansörün düğmesine bastık.

“Bu arada... Bugün nasıldım?“

Ayase-san bunu o kadar kısık bir sesle mırıldandı ki önce sorunun bana yöneltildiğini fark etmedim.

“Neden bahsediyorsun?“

“Benimle konuşmak daha mı kolaydı? Yanımda olmak daha mı rahattı? Ya da bugün bende farklı bulduğun bir şey var mıydı?“

Adımlarımı durdurdum ve ona döndüm. Tavandan gelen LED ışıkları sayesinde yüzünü net bir şekilde görebiliyordum. Emin olmak için baştan aşağı bir kez daha göz gezdirdim. Hâlâ öncekiyle aynı kıyafeti giyiyordu: Örgü bir üst ve yosun yeşili bir ceket. Hava son birkaç saatte daha da soğuduğu için ceketinin düğmelerini iliklemişti. Yani göğsündeki aksesuarla ilgili bir şey sormuyor olmalıydı.

Saçları da her zamanki gibiydi. Ne farklı bir şekilde toplamıştı ne de herhangi bir saç aksesuarı kullanmıştı. Kayda değer bir değişiklik de görünmüyordu, yani saçlarıyla ilgili bir şey sormuyordu ama sanki bugün farklı olan bir şeyi ima ediyordu… Ne olabilir? Tırnakları mı? Parfümü mü? Apartmandan çıkarken ona dikkatlice bakmıştım zaten. Soluk pembe ojeleri ona yakışmıştı ancak “Daha kolay konuşulabilmek“ ile alakası yoktu, o yüzden bu ihtimali eledim.

Parfümü mü? Bir saniye… Öylece yanına sokulup kokusunu almam pek mümkün değil. Bugün daha sakinleştirici bir koku kullanmış olabilir ama Ayase-san’ın kişiliğini düşününce, bunun çok mantıklı bir tahmin olmadığı sonucuna vardım. Ayrıca, Ayase-san’ın bana “Farkı bul“ tarzı sorular soracak biri olduğunu da düşünmüyordum. O halde neydi bu?

Bugün boyunca beni rahatsız eden şey olabilir mi?

“Yüz ifaden… olabilir mi?“

“Aynen öyle.“

“Gülmemek için kendini tutuyordun, değil mi?“ diye sordum.

“Aksine, daha sıcak ve arkadaşça görünmeye çalışıyordum.“

İkimiz de aynı anda konuştuk ama tamamen farklı şeyler söyledik. Bakışlarımız kesişti. Az önce ne dedi?

“Tüm gün boyunca kıyafetimde garip bir şey mi var diye endişelenip durdum. Yüz ifaden sanki gülmemek için kendini tutuyormuşsun gibiydi.“ diye açıkladım.

Duygularımı saklamaya çalışmak, durumu daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramazdı. İçimde bir alarm çalıyordu sanki büyük bir yanlış anlaşılma çıkmak üzereydi. Daha önceki tecrübelerime dayanarak, bunu hemen konuşmam gerektiğini biliyordum.

“Öyle değil… Sana söylemiştim değil mi? Olduğun gibi iyisin.“

“Üzgünüm ama kendime o kadar güvenemiyordum.“

“Demek sana öyle geldi...“ Ayase-san omuzlarını düşürdü ve bu beni tuhaf bir suçluluk duygusuyla doldurdu. “Daha yaklaşılabilir biri gibi görünmeye çalışıyordum... Daha eğlenceli biri olmaya...“

“Ah, demek o yüzden… Üzgünüm.“

“Sanırım böyle şeyler benim için fazla zor... Ve sonunda ikimiz de pek tarzımız olmayan bir şey söylemiş olduk, değil mi?“ Ayase-san eski ifadesine geri döndü.

Asansör katımıza ulaştı. Işıklar yandı ve kapılar açıldı. Önce Ayase-san içeri girdi, ben de elimde alışveriş poşetleriyle onu takip ettim. Katımızın düğmesine bastı ve kapılar kapanırken konuşmaya başladım.

“Bence, her zamanki halinle gayet iyisin.“

“Nihayetinde bu senin karakterin.”

“Ha…?“

Onun yüz ifadeleri ve tavırları, kendi çabasıyla oluşturduğu şeylerdi. Bunu değiştirmeye çalışması bence gereksizdi. Ayase-san’dan bir cevap gelmedi ve asansör yavaşça yukarı doğru ilerlemeye devam etti.

O gece, daha önce zorlandığım matematik sorularını çözerken Shinjou’dan bir LINE mesajı aldım. İçerik olarak, öğleden sonra yaptığımız konuşmanın devamı gibiydi.

“Akşam yemeğinde onunla tekrar konuştum, senin giydiğin kıyafeti gerçekten beğenmiş. Çoğu arkadaşım öyle bir giyinmeye çalışıyor ki sonunda kendilerini rezil ediyorlar ama senin bunu yapmaman hoşuna gitmiş.“

Anlaşılan, onun “sıradan“ kelimesi “sıkıcı“ ya da “kötü“ anlamına gelmiyordu; aksine, olumlu bir anlam taşıyordu. Keşke bunu en başından beri açıkça söyleseydi, bu kadar gereksiz endişelenmek zorunda kalmazdım. Ama şikayet etmenin bir anlamı yoktu, bu yüzden ona sadece kısa bir “Teşekkürler.“ mesajı gönderdim.

Sanırım kaybolarak ve dolambaçlı yollar seçerek elde ettiğim bu sonucun, doğrudan bir yol izlemekten daha değerli olduğu zamanlar da var.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


44   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   46