Yukarı Çık




50   Önceki Bölüm 

           
30 Ekim (Cuma) – Asamura Yuuta





Yarın okul tatil ve bu, Cadılar Bayramı’yla da örtüşüyordu. Bu yüzden öğle arası geldiğinde sınıftaki heyecanı hissetmemek imkânsızdı. Bazı insanlar festival havası açısından Noel Arifesi’ni tercih eder, hatta kültürel festivalden önceki günün sürekli tekrarlandığı bir anime bile izlemiştim. Sanırım sınıf arkadaşlarımın bu kadar beklenti içinde olmasının sebebi de buydu. Açıkçası onları anlayabiliyorum. Festival günü geldiğinde, kaçınılmaz olarak sonun yaklaştığını hissediyorsun.

Ama yine de, sınıf arkadaşlarımın Cadılar Bayramı’na bu kadar hevesli olmasına şaşırdım. Sınıfın dört bir yanında bununla ilgili sohbetler dönüyordu. “Ne kostüm giyeceğiz? Nerede parti yapacağız?“ gibi birçok soru havada uçuşuyordu. Yalnızca sıramın etrafındaki 30 cm’lik alan bu havadan etkilenmemişti.

“Yuuta, bir dakikan var mı?“

“Ee… Ne oldu? Korkutuyorsun beni.“

Shinjou, daha önce hiç görmediğim kadar ciddi bir ifadeyle sınıfa girdi. İçimde, bu konuşmanın iyi bir yere varmayacağına dair kötü bir his vardı.

“Seninle bir şey konuşmak istiyorum. Balkona çıkabilir miyiz?“

“Benimle mi konuşmak istiyorsun?“

“Evet.“

“Dur bakalım, Shinjou. Kötü bir şey planlamıyorsun, değil mi?“

“Kesinlikle hayır. Çok ciddiyim. Lütfen, Tomokazu.“

“Hmph… Asamura’nın bir itirazı yoksa ben de karışmam.“

“Tamam, gidelim.“

Yerimden kalkıp Shinjou ile balkona çıktım. Mevsimin soğuk olmasından dolayı öğle arasında dışarı çıkan öğrenci yoktu. Aşağıya baktığımda birkaç öğrenci görebiliyordum ama gizlice konuşmak için buraya kadar gelmemize gerek var mıydı, emin olamadım.

“Şey…“ diye söze girdi Shinjou. “Sınıfımızın düzenleyeceği Cadılar Bayramı partisinden sonra, Ayase ile yalnızca ikimizin olacağı ikinci bir partiye gitmek istiyorum.“

“…Öyle mi?“

O gün Ayase ile benim vardiyamız olduğunu bildiğim için, etkinliğe katılamayacağını zaten biliyordum ama bunu bilmiyormuş gibi davrandım. Çalıştığı yeri başkalarının öğrenmesini istemezdim.

“Ama bundan önce emin olmak istediğim bir şey var.“

“Neymiş?“

“Yuuta, sen Ayase’den hoşlanıyorsun değil mi?“

Bir anlığına ağzımı açıp açmadığımı bile anlayamadım. “Ha?“ diye bir ses çıkarıp çıkarmadığımı bilmiyordum. Etrafımdaki tüm sesler bir anda yok olmuş gibiydi. Tek görebildiğim, korkuluğa tutunmuş olan Shinjou’ydu. Bileğindeki damarlar belirgin şekilde görünüyordu, bu da bana onun bu soruyu gerçekten içtenlikle sorduğunu gösteriyordu. Muhtemelen gergindi ancak beni asıl şaşırtan, ne kadar ciddi olduğuydu.

Benim gözümde Shinjou Keisuke zeki biriydi. Popüler olmasının bir sebebi vardı. Kızlara yaklaşımı her zaman özgüven doluydu ve bu da onun tek bir kıza odaklanmadığı izlenimini veriyordu. Hatta benimle arkadaş olmak istemesi bile—bunu bir çıkar için yapıyor olsa bile—tamamen o anki keyfine kalmış bir şey gibi görünüyordu. Sanki sadece ilginç bulduğu için anlık bir karar vermişti ama aslında onu kendi ön yargılarıma göre değerlendirdiğimi fark ettim.

Şu anki bakışları ise son derece netti, en ufak bir tereddüt bile içermiyordu. Ne benimle dalga geçiyordu ne de beni kandırmaya çalışıyordu.

“Bir kardeş olarak mı?“

“Ne demek istediğimi biliyorsun. Buraya bunu sormak için gelmedim ve sen de bunu gayet iyi anlıyorsun değil mi?“

“Diyelim ki bu soruya bir cevap verdim. Sonra ne yapacaksın Shinjou?“

“Cevaba bağlı.“

Geri adım atmaya ya da kaçmaya niyeti yoktu. Onun bu kararlılığını görmezden gelsem bile, nasıl cevap vermem gerektiğini bilmiyordum. Ayase-san ve ben hislerimizi hiçbir zaman net bir şekilde tanımlamamıştık—romantik bir şey mi, yoksa sadece aile içi sevgi mi? Aklımda o kadar belirsiz bir kavramdı ki bunu başkasına açıklamam imkânsızdı. O an fark ettim ki “sevgili” ya da “kardeş” gibi etiketler ne kadar da kullanışlıydı.

Şu an burada, Shinjou’nun karşısında, Ayase-san’dan hoşlandığımı açıkça söyleyebilir miyim?

O gün, bana sarıldığı an… O anda doğan ilişki ve ondan türeyen tanım, sadece iyi anlaşan iki üvey kardeşti. Bunun, Shinjou ile kız kardeşi arasındaki ilişkiden farkı olmamalıydı fakat yine de, şu an hislerimi itiraf edebilir miyim? Sanki çoktan bir çift olmuşuz gibi davranabilir miyim?

…Ama şu an önemli olan bu mu gerçekten?

Düşüncelerim bir anda duraksadı. Ayase-san bu konuda ne hissediyor, bilmiyorum. Peki ya ben? Bir örnek üzerinden düşünelim. Benim vereceğim cevaba bağlı olarak Shinjou, Ayase-san’a olan ilgisini sürdürmeye devam edecek. Bunu gerçekten istiyor muyum? Onun Ayase-san’ı bir randevuya davet etmesini ve Ayase-san’ın onunla birlikte uzaklaştığını izlemeyi kabullenebilir miyim? Bu beni mutlu eder mi?

Ben Ayase-san’dan hoşlanıyor muyum, hoşlanmıyor muyum?

Bilmeyen biri için, sanki Shinjou bana bir itici güç veriyormuş gibi görünüyordu. Bizim belirsiz ilişkimiz belki kelimelerle ya da tanımlarla ifade edilebilecek bir şey olmayabilir ama bu sadece benim ve onun dünyasına ait olduğu sürece, ona pek çok isim verebilirdim.

Fakat şu anda, tıpkı Shinjou’nun yaptığı gibi, başka biri bana bunun ne olduğunu sorduğunda, bu belirsizliğe sığınamam. O, ikimizin de anlayabileceği bir cevap bekliyor, bundan eminim.

Gerçekte, hislerimin romantik bir aşk mı, yoksa bir kız kardeşe duyulan şefkat mi olduğuna dair elimde kesin bir şey yok ama eğer biri beni bu iki seçenekten birini seçmeye zorlarsa…
O zaman, hangisini tercih edeceğimi biliyorum.

“Shinjou, sana cevabımı verebilirim ama önce bana bir şey için söz vermeni istiyorum.“

“Nedir?“

“Bu sadece benim kişisel cevabım olacak ve Ayase-san’ın hisleriyle hiçbir ilgisi yok. Aramızdaki ilişki kolayca kelimelere dökülebilecek bir şey değil, bu yüzden aceleyle bir sonuca varmanı istemiyorum.“

“Ö-Öyle mi… Pek anlamasam da, tamam.“

Ayase-san ya da ben, aramızdaki ilişkinin romantik bir his barındırdığını fark etsek bile, bu sadece kişisel bir algı olurdu—herkesin önünde ilan edilmesi gereken bir şey değil. Biz sevgili değiliz, sadece kardeşiz. Bunu, hislerimizi bu şekilde ifade ederek sürdürmek zorundayız. Üstelik Ayase-san, beni erkek arkadaşı olarak görmüyor. En azından şu an için.

Fakat kendi adıma kesin olarak söyleyebileceğim bir şey var.

“Biliyorum ki—“

Eğer Shinjou’yu Ayase-san’dan vazgeçirmem için hislerimi netleştirmem gerekiyorsa, o zaman bunu onun kendi kelimelerimle yapmalıyım.

“—Ben, Ayase-san’dan hoşlanıyorum. Bu cevap seni tatmin eder mi?“

Bunu kelimelere döktüğüm anda, her şey yerine oturdu. Onun Ayase-san’dan vazgeçmesini istiyordum. Bu, içten içe hissettiğim şeydi. Bunu fark ettiğim an, Ayase-san ile şu an sahip olduğumuzdan bir adım öteye giden bir ilişki kurmak istediğimi de anlamış oldum.

Bir anda Shinjou’nun tepkisinden endişelenerek yüzüne baktım. Şimdiye kadar aşk konusunda hiç rakibim olmamıştı, bu yüzden bana nasıl bir tavır sergileyeceğini bile kestiremiyordum. Öfkelenir miydi? Üzülür müydü? Suratı asılır mıydı?
Aklımdan birçok ihtimal geçti ama hiçbiri gerçeğe yakın değildi.

“Anlıyorum.“

Shinjou’nun ifadesi garip bir şekilde… nötrdü. Ses tonunda da sanki bu cevabı en başından beri bekliyormuş ya da önceden kafasında canlandırmış gibi bir hava vardı. Tek kelimeyle… ürkütücü derecede sakindi.

“Cevabın için sağ ol Yuuta.“

“Sorun değil.“

“Sonra görüşürüz.“

“Tamamdır.“

Shinjou esnedi, arkasını dönüp yürümeye başladı. Onu kendi sınıfına doğru uzaklaşırken izledim, ardından kısa bir süre düşündüm ve tekrar dışarı baktım. Ben o cümleyi kurduğumda o ne hissetti? Bundan sonra nasıl davranacak? Bunlar ancak onun bilebileceği şeylerdi.

Ama teşekkür ederken sesi içtendi, bunu hissedebiliyordum. Bir şekilde bu durumu atlatacağımızdan emindim. Yoksa… sadece kendime fazla önem mi atfediyordum? En azından, Ayase-san’a karşı hislerimi açıkça ifade ederek biraz daha güçlü ve kendime daha güvenli hissettiğimi fark ettim.

Sınıfa geri döndüğümde, Maru başını masasındaki ders kitabından kaldırıp endişeli bir ses tonuyla konuştu.

“Ne konuştunuz?“

“Ufak tefek şeyler. Detay veremem ama artık bazı şeyler netleşti.“

“Hımm… Peki, madem öyle.“

Maru pek tatmin olmuş gibi görünmüyordu ama daha fazla sorgulamadı.

Aramızdaki sessizlik, sınıf arkadaşlarımızın konuşmalarını duymama sebep oldu. Yarın Shibuya’da bir parti planladıklarına dair sohbet ediyorlardı. O konuyu görmezden gelmeye çalışarak Maru’ya başka bir şey sordum.

“Planın var mı, Maru?“

“Cadılar Bayramı için mi?“

“Evet.“

“Öyle parti delilerinin arasına katılacak değilim.“

Böyle söylüyordu ama genel olarak bir planı olup olmadığını sorduğumda, karaoke için bir davet aldığını söyledi.

“Sen de gelmek ister misin Asamura?“

“O gün işte vardiyam var, maalesef gelemem.“

“Anladım.“

Maru bunu duyunca fazla ısrar etmedi, konuyu uzatmadan geçti.

Bunca zamandır arkadaş olmamızın sebebi, benim insanlarla bilinçli olarak yakınlık kurmaya çalışmamama rağmen, Maru’nun ne zaman geri çekilmesi gerektiğini bilmesiydi muhtemelen. Bu yönüyle Shinjou’nun tam tersiydi ama sanırım ben de biraz olgunlaştım çünkü Shinjou ile olan mesele de sorunsuz bir şekilde halloldu.

Bununla birlikte… sınıf arkadaşlarımın çoğu yarın Shibuya’da plan yapmış öyle mi? Öte yandan, Ayase-san ve ben bugün de yarın da tren istasyonunun yakınındaki kitapçıda çalışacağız. Muhtemelen bunu düşünmek için birkaç dakika geç kaldım ama Shinjou’nun tavrı beni düşündürüyor. En azından, Ayase-san’a söylediklerimi anlatmaz diye umuyorum.

Ama bundan bile daha fazla, garip dedikoduların yayılmasını istemem. Sınıf arkadaşlarımızın bizi görmesini tercih etmem. Kalabalığın yoğunluğunu düşünürsek, çevremizdeki insanların yüzlerini seçmek zor olacaktır ama ikimiz de aynı anda çalıştığımız için, vardiyamız bittiğinde Ayase-san’ı eve bırakmam gerekecek. Yani, yine de kalabalığın arasından geçmek zorundayız. Acaba o durumda başkalarının gözünde nasıl görüneceğiz? O esnada dikkatli olmamız gerekebilir.

Dersler bittikten sonra eve kısa bir uğrayıp ardından işe gittim. Tren istasyonunun etrafındaki kalabalığı görünce bisiklet kullanmaya hiç kalkışmak istemedim. İstasyona yaklaştıkça, kostüm giymiş insan sayısı artıyordu. Siyah gotik elbisesiyle süpürge taşıyan bir cadı, kafasına balta saplanmış bir zombi… İlk başta sıradan bir kadın grubu sandığım bir grup bile, ağızlarından kan sızan sargılarla kaplanmıştı.

Cadılar Bayramı yarın değil mi? Eğer bu, Azizler Günü’nün giriş festivaliyse, Cadılar Bayramı da Noel Arifesi gibidir ama çoğu insan çoktan kutlamaya başlamış… Yoksa bana mı öyle geliyor? Gelenekler yeni bölgelere uyarlanırken genellikle asıl anlamları değişime uğrar. Bu çok sık olur fakat bunu gözlerinin önünde görmek yine de insanı şaşırtıyor. Sanki tüm Shibuya dev bir korku evine dönüşmüş gibi. Burada tam anlamıyla yüz iblisin geçit töreni yapılıyor.

Kitapçıya vardığımda, kapıdan girer girmez zihinsel olarak kendimi hazırladım. Dışarıda gördüğüm insanlara benzer kostümler giymiş müşteriler mağazada oyalanıyordu. Bunu gerçekten Cadılar Bayramı’ndan bir gün önce yaşamak zorunda mıyım? Ve yetmezmiş gibi üniformamı değiştirdikten sonra mağaza müdürü bana garip bir şapka uzattı.

“Al bakalım, Asamura-kun.“

“Bu… nedir?“

“Bir şapka.“

Yanlarından aşağı sarkan soyulmuş muzlara benzeyen parçalar olan bir taçtı. Mümkün olduğunca komik görünmesi için tasarlanmıştı. Bildiğin soytarı şapkasıydı.

“…Bunu takmak zorunda mıyım?“

“Evet. Sonuçta Cadılar Bayramı, en azından bugün ve yarın için. Müşteri hizmetlerimizin bir parçası.“

Buna… gerçekten hizmet mi denir? Etrafa bakınca, müdürün ve diğer tüm tam zamanlı ve yarı zamanlı çalışanların da bu şapkayı taktığını gördüm. Gerçekten tuhaf bir manzaraydı. Belki de bugün ve yarın için vardiya almam en baştan hataydı. Mecburen şapkayı takıp mağazanın arka tarafına doğru ilerledim.

Bugün Cumartesi ve yarın da Pazar olduğu için yeni gelen bir teslimat yoktu. Çoğu kitap Cuma günü gelmişti ve raflarda yer açsak bile hepsini sığdırmamız mümkün değildi. Ayrıca, kalın dergileri üst üste yığarak dağlar oluşturamayacağımıza göre, sadece boşluk buldukça yavaş yavaş yerleştirebiliriz. Yani, bir şey satıldıkça stoğu dolduracağız.

“Geliyorum!“ diye seslenerek, kalan stoklarla beraber depoya girdim.

“Geciktin, Junior-kun.“

“Merhaba, Asamura-ku—san.“

“Ah, siz ikiniz çoktan buradasınız.“

Depoda, el arabasına karton kutuları yerleştiren iki kişi vardı: Yomiuri-senpai ve Ayase-san. Benden çok önce gelmiş gibiydiler. Ayase-san’ın yüzüne bakınca kalbim bir an için duracak gibi oldu, bedenim istemsizce kasıldı. Shinjou ile yaptığım konuşma aklıma geldi ve kan beynime sıçradı. Artık Ayase-san’ı aklımda bir sevgili olarak görmeye başladım. Artık düşünmenin ya da kendi hareketlerimi sorgulamanın bir anlamı yok.

“Junior-kun, geç kaldın! Geç, geç, geç!“

“Ne…?“

İmkansız…!

“Hâlâ beş dakikan var Asamura-san. Merak etme.“

“Ah, çok şükür.“

Depo odasındaki saate baktım ve Ayase-san’ın haklı olduğunu gördüm. Demek ki Yomiuri-senpai yine bana şaka yapıyordu ha? O sırada Yomiuri-senpai, yeni dergileri karton kutuya yerleştirirken çömelmişti ancak bir anda kollarını esneterek ayağa kalktı. Sanki saatlerdir çalışıyormuş gibi davranıyordu ama eminim vardiyası benim gibi daha yeni başlamıştı.

“Yaşlanıyor musun Senpai?“ Ona ufak bir misilleme yapmak için takıldım.

“Gaaaah! Saki-chan, duydun mu bunu? Beni resmen bir nine gibi görüyor!“

“Sen de o içeri girmeden önce yorgun olduğunu söylemiştin, o yüzden ona pek kızamıyorum.“

“S-Sen ne hain birisin… Waaah, waaaaaaah! Ne kadar zalimsin! Hangi taraftasın Saki-chan?!“

“Ağlamak çok da etkili olmuyor, özellikle o hâlde,“ dedi Ayase-san.

Haksız sayılmazdı. Soytarı şapkası takarken sahte ağlama pek bir etki bırakmıyordu. Şu an tam anlamıyla bir palyaçoya benziyordu.

“Vay, vay, vay. Saki-chan, işe iyice alışmışsın. Anlıyorum, anlıyorum. Demek ki saldırı stratejimi değiştirmem gerekecek.“

“Saldırmamak gibi bir seçeneğin olduğunu hatırlatmam gerekir mi?“ dedi Ayase-san.

“Öyle bir seçeneğim yok. Bu çok sıkıcı olurdu, o yüzden tam güç saldırıya geçme vakti!“ Kendini savaşa giden bir savaşçı gibi görüyordu. Ayase-san’a arkasını dönerek bana doğru yürümeye başladı.

Kollarını öne uzatıp parmaklarını tentakül gibi oynatıyordu.

“Hehe! Küçük Junior-kun, şeker mi oyun mu? Eğer bana şeker vermezsen sana bir şaka yaparım!“ Bir zombi gibi bana doğru yaklaşıyordu.

Parmakları kıpır kıpır titriyordu.

“Cadılar Bayramı’nın yarın olduğunu unutma.“

“Ne saf bir düşünce! Böyle bir festivalde, bir gün öncesinden bile gardını düşürmemelisin! Yoksa uğursuz bir şey tarafından lanetlenirsin! Hadi, şekerlerinle beni kutsa!“

“Sadece şeker yemek istediğin için böyle diyorsun değil mi? Ayrıca, zombilerin üstüme çıkacağı bir festivali pek hoş bulduğumu söyleyemem.“

“Bana hâlâ karşı mı geliyorsun?!“ Bir anda arkasını döndü ve Ayase-san’a sarıldı. “Gör bakalım! Onu rehin aldım! Bana bir şey vermezsen… küçük kız kardeşinle istediğimi yaparım!“

“Wha, hey. U-um, bu biraz gıdıklıyor…“

“Heh, heh, heh. Şeker vermeyen yaramaz kızlar işte böyle cezalandırılır!“

Yomiuri-senpai, kel kafalı, orta yaşlı bir adam gibi konuşuyorsun.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhmKpVaL_zEtfOb5xF0FMphNn3Eam0QRnJCGDlu_QK41LZXa6OJBxxgDI6DYL9fNgT79vS1KrT1QC-2KgbtDxipAnf-oTQ0TiUwvtS6BjF4FU_idhf4qPvz1aGVqaFVIhzaR4so9Kvr4Tl6KKglrP9NIE1BwuJFTv7dyupRWvktKN6q1mk3hhURVYPIPQ/s2048/Chapter%209.jpeg

“Burada bir duralım olur mu? İş yerinde taciz sınırlarına yaklaşıyorsun. Anladım, aslında tek istediğin şey şeker değil mi?“

Cümlemi bitirir bitirmez hareketleri durdu. Ne açgözlü biri…

“İyi, iyi, sevgili Junior-kun. Bunu sakın unutma. Ne zaman beni tatlı kız kardeşinle görsen, cebinde mutlaka biraz şeker bulundurmalısın.“

Hangi abi böyle bir şey yapardı ki? Ayase-san’la üvey kardeş olduğumuzu öğrendiğinden beri benimle böyle takılıyor. Peki, tamam. Şekerini alacaksın.

“Tamam, yarın işe getiririm.“

“Oh, bu bir söz! Ve eğer o sözü tutmazsan…“

Yomiuri-senpai, Ayase-san’ı serbest bıraktı ve ellerini havaya kaldırarak tekrar bana doğru sendeledi.

“Bugün sadece fragmandı! Yarın daha da çılgın bir şey göreceksin!“

“Pekâlâ, anladım.“

Bu şakalar bir kenara, odadaki saat vardiyamızın başladığını gösteriyordu.

“Ah, zaman doldu. Mola bitti! Junior-kun, Saki-chan, işe dönüyoruz! Hup, hup!“

“En az çalışan kişi olduğunu unutuyorsun, biliyorsun değil mi…?“

Ama iş ciddiye bindiğinde, deneyim farkı hemen ortaya çıkıyordu. Kitap raflarını ve dergileri kontrol etmiş, en çok satılanları kutuya doldurmuştu bile. Biz de depo ile ana dükkân arasında mekik dokuyarak rafları doldurduk ve ara sıra kısa molalar verdik. Ofiste bir bardak su içerken muhabbet arasında konu doğal olarak yarınki Cadılar Bayramı’na geldi.

Cumartesi olduğu için normalde dışarı çıkıp eğlenmek ya da evde vakit geçirmek mantıklı olurdu ama bizim vardiyamız olduğu için bunları sadece işten önce ya da sonra yapabilirdik. Yomiuri-senpai, iş çıkışı üniversitedeki arkadaşlarıyla buluşacağını, kostümlerle Shibuya’da dolaşıp ardından karaoke yapacaklarını söyledi. Tam da bir üniversiteli gibi gece dışarı çıkmaya alışkındı. Hatta çalıştığı profesör bile katılacakmış. Profesör, gençlerin nasıl eğlendiğini yakından görmek istiyormuş.

“Bana ‘Bu akademik bir araştırma, sevgili Yomiuri-kun,’ dedi ama bence sadece eğlenmek için bahane arıyor.“

“Bu daha önce bahsettiğin profesör mü?“ diye sordu Ayase-san, Yomiuri-senpai’nin kimi kastettiğini anlamış gibiydi.

“İyi tahmin. Evet, Kudou-sensei’den bahsediyorum.“

“Ah… Anladım.“

Ayase-san o ismi duyunca tavrı değişti. Yomiuri-senpai bir gülümsemeyle karşılık verdi, sanki aralarında benim bilmediğim bir şey vardı.

“Sanırım unutulmaz bir izlenim bırakmış?“

“Tüm profesörler böyle mi olur?“

“Hmmm… Sanmıyorum. Kudou-sensei istisna bir karakter. Mantık sınırlarını ve geleneksel düşünce tarzını aşan biri olarak ünlüdür. Tam bir çılgın deha tipi.“

“Eh, melek olmadığı kesin, bunda hemfikirim.“

Bunları dinlerken bile içimi bir ürperti kapladı. Ayrıca, bir dakika…

“Bu, senin daha önce o pancake dükkânında çay içtiğin profesör mü?“

“Oh, doğru ya, bizi dinliyordun o zaman. Evet, ta kendisi.“

Beni Ayase-san’ın önünde kötü göstermese iyi olurdu. O gün oradan sadece tesadüfen geçmiştim ve konuşmalarını duymuştum.

“Her halükârda, eğer böyle devam ederse üniversitemize başvuran öğrenci sayısı azalabilir~!“ diye iç çekti Yomiuri-senpai.

Bu sırada Ayase-san, neredeyse duyulmayacak bir sesle mırıldandı.

“Belki o kadar da değil.“

Yomiuri-senpai’nin bunu duyup duymadığını tam olarak kestiremiyordum.

“Gerçekten, çok baş belası bir profesör,“ dedi ama yine de yüzünde bir gülümseme vardı.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


50   Önceki Bölüm