Yukarı Çık




0.1   Önceki Bölüm 

           
Yeni Bir Hayat

...Çok sıcak. Acıyor. Nefret ediyorum bundan...

Acı ve ıstırapla dolu bir çocuk sesi, doğrudan zihnimin içinde yankılandı.

Ee... Bana ne? Bu konuda ne yapabilirim ki? Ne yapacağımı hiç bilmiyordum, ve zaman geçtikçe ses yavaş yavaş azaldı.

Çocuğun sesini artık duyamadığımı fark ettiğim anda, beni çevreleyen baloncuk gibi bir şey patlayarak yok oldu, ve bilincimin yavaş yavaş yükseldiğini hissettim.

Aynı anda, vücudumun her yerine grip benzeri bir sıcaklık ve ağrı yayıldı. Çocuğun söylediklerine tamamen katıldım: Gerçekten de sıcak ve gerçekten acıtıyor. Ben de nefret ettim.

Ama çocuk artık cevap vermiyordu.

Çok sıcaktı. Yatakta daha serin bir yer bulmak için kıpırdamaya çalıştım. Sanırım ateşim olduğu için vücudumu pek istediğim gibi hareket ettiremiyordum. Ama yine de çabaladım ve vücudumu hafifçe hareket ettirirken altımdan kağıt ve kuru ot gibi bir şeylerin birbirine sürtünme sesi geldi.

“...Bu neyin sesi böyle?” Boğazım ateş yüzünden ağrıyor olmalıydı ama ağzımdan çıkan ses tiz, çocuksu bir sesti. Bu kesinlikle bana ait bir ses değildi; az önce kafamda yankılanan çocuğun sesine tıpatıp benziyordu.

Ateş yüzünden sersemlemiş olsam da uyumaya devam edemezdim; sonuçta tanımadığım bir yataktaydım ve bu ses benim sesim değildi. Ağır gözkapaklarımı yavaşça kaldırdım.

Ateşim o kadar yüksekti ki gözlerim yaşla dolmuştu, görüşüm dalgalıydı. Yine de gözyaşlarım adeta bir büyüteç görevi görüyordu; normalde gözlüksüz bu kadar net göremezdim.

“Ha?”
Karşımda zayıf, sağlıksız görünümlü küçük bir çocuğun eli vardı. Garipti. Elim bu kadar küçük olmamalıydı. Benim ellerim bir yetişkine aitti, bu kadar cılız ve solgun değildi.

Yine de o küçük eli açıp kapayabiliyordum. Bu beden bana ait değildi ama istediğim gibi hareket ettirebiliyordum. O an gelen farkındalık karşısında boğazım kurudu.
“...Neler oluyor böyle?”

Yaşlarla dolu gözlerimden yaşların düşmesine izin vermemeye çalışarak, başımı kıpırdatmadan gözlerimi etrafa gezdirdim.
Burası benim odam değildi, bu kesindi.

Yattığım yer sertti, şilte bile yoktu; dikenli ve kaba bir kumaşla doldurulmuş yastıklarla döşenmişti. Üstüme atılmış battaniye kirliydi, kötü kokuyordu, ve tüm vücudum kaşınıyordu — sanki pire ya da tahtakurusu basmış gibiydi.

“Bekle... Burası neresi?”
Hatırladığım son şey, kitapların altında kalmamdı. Büyük ihtimalle kimse beni zamanında kurtaramamıştı.

Ve kesinlikle Japonya’da bir hastanede değildim. Hiçbir Japon hastanesi böyle pis bir yatağı hasta tedavisinde kullanmazdı.
Neler oluyor?

“...Sanırım... gerçekten öldüm?”
Tüm işaretler bu yöndeydi. Kitapların altında kalıp ölmüştüm. O deprem olsa olsa 3-4 şiddetindeydi; ölümcül sayılmazdı.
Yani ölümüm kesin haberlerde yer almıştır:
“Üniversite mezuniyetine hazırlanan bir genç, kitapların altında kalarak hayatını kaybetti.“

...Ne rezil bir ölüm!
O gün iki kez öldüm: Fiziksel olarak ve sosyal anlamda.
O kadar utandım ki yatakta yuvarlanmak istedim ama başım ağrıyordu, bu yüzden çifte yüz kapama yapmaya karar verdim.

“Tamam yani, şaka yollu düşünüyordum. Hani, ‘Eğer öleceksem, kitapların altında öleyim bari’ diye. Ama bu böyle olmamalıydı!”
Ben kitapların içinde, huzur dolu bir yaşamın sonunda, güzel bir şekilde ölmek istiyordum. Bir depremin gelip beni cidden ezip geçeceğini kim tahmin eder ki?

“Bu korkunç. Yeni işe başlamıştım daha!”
Bu işsizlik çağında, büyük çabalarla bir üniversite kütüphanesinde işe girmiştim.
Kitaplarla dolu bir hayat hayalimdi; sınavlar, mülakatlar derken bunu başarmıştım. Ve birkaç gün sonra... pat!

Annem... Annem kesin ağlamıştır.
“Bunca zaman o kitapları at diyen ben, haksız mıydım şimdi?” diye bas bas bağırdığına da eminim.

“Üzgünüm anne...”
Islak gözlerimi silmek için elimle yavaşça yüzüme dokundum.

Tüm vücudum cayır cayır yanarken doğruldum. Terden enseme yapışmış saçlar umurumda bile değildi.
Gözlerimi odanın içinde gezdirdim, bilgi toplayabildiğim kadar toplamalıydım.

Oda basit mobilyalarla döşenmişti: birkaç çekmece ve yatak olarak kullanılan yer sofrası büyüklüğünde platformlar. Hepsi üst üste kirli battaniyelerle kaplıydı.
Ama kitaplık yoktu.

“Kitap göremiyorum... Belki bu bir kabustur? Ölüm kabusu?”
Eğer bir tanrı dileğimi yerine getirdi ve beni yeniden doğurduysa, etrafımda kitaplar olmalıydı. Çünkü tek dileğim kitaplarla dolu bir yaşam sürmekti.

Buhar gibi dağılmış aklımda bunları düşünürken, tavandaki is lekesi ve örümcek ağlarına baktım.

Tam o sırada, kapı açıldı ve içeri bir kadın girdi.
Belki sesimi duymuştu, belki de kıpırdanmamı fark etmişti.
Yirmili yaşlarının sonlarında gibi görünen, başında üçgen bir bandana olan güzel bir kadındı.
Yüzü güzeldi, ama o kadar kirliydi ki sokakta görsem evsiz sanırdım.

Kim olduğunu bilmiyorum ama… biri bu kadına bir yüz sabunu alsın. Yazık yani, o kadar güzel suratı çöpe atıyor.

“Myne, %&$#+@*+#%?”

“Hyaaah!”
Kadının ağzından çıkan o anlaşılmaz kelimelerle birlikte bir baraj yıkıldı.
Benim olmayan ama bir yandan da tanıdık gelen anılar zihnimi istila etti.

Gözlerimi birkaç kez kırpmamla birlikte, “Myne“ isimli bir kıza ait yılların anısı beynimi dövdü adeta. Kafamı tutup inleyerek başımı kapadım.

“Myne, iyi misin?”

Hayır, ben Myne değilim!
Haykırmak istedim ama yapamadım.
Bu küçük eller, bu pis oda...
Her şey yabancıydı ama aynı zamanda tanıdıktı.

İçimde bir ürperti yükseldi.
Bir saniye önce anlayamadığım dil artık tamamen anlaşılır hale gelmişti.

Gelen bilgi seli beni panikletmişti.
Gördüğüm her şey tek bir şey söylüyordu:
Sen artık Urano değilsin. Sen artık Myne’sin.

“Myne? Myne?”
Kadın tekrar seslendi, endişeliydi.
Ama benim için o sadece bir yabancıydı...
Ya da öyle olması gerekiyordu.

Buna rağmen, ona karşı bir bağ hissediyordum.
Sanki onu tanıyordum.
Sanki... onu seviyordum.
O sevgi, iğrenç ve yabancıydı. Kendi hissettiğim bir şey değildi. Karşımda duran kadının annem olduğunu hâlâ itaatle kabul edemiyordum. Tiksinti ve sevgi birbirine sürtünürken, o kadın adımı tekrar tekrar seslendiriyordu. Myne.

“…Anne.”

Daha önce hiç tanımadığım bu garip kadına “Anne” dediğim anda, Urano olmaktan çıkıp Myne olmuştum.

“İyi misin? Başın ağrıyor gibi görünüyor.”

İçgüdüsel olarak anneme dokunmak istemedim; anılarımda var olan ama tanımadığım o kadına. Böylece uzattığı eli geri itip, kötü kokan yatağa geri yığıldım. Gözlerimi kapattım, görsel uyarılardan tamamen kopmak için. “...Başım hâlâ ağrıyor. Uyuyup dinlenmek istiyorum.”

“Tamam, tatlım. İyi dinlen.”

Annemin odadan çıkmasını bekledim, sonra içinde bulunduğum durumu anlamaya çalışmaya başladım. Ateş yüzünden kafam bulanıktı ama bu panik hâliyle rahat uyuyamazdım.

Her şeyin nasıl böyle olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Ama geçmişe takılmaktan çok, şimdi ne yapacağımı düşünmek daha önemliydi. Nasıl olduğunu bilmek, bir şeyler yapmak zorunda olduğum gerçeğini değiştirmezdi.

Myne’in anılarını tam olarak anlamadan çevreme uyum sağlayamazsam, ailem hemen şüphelenirdi. Yavaş yavaş Myne’in sayısız anısını hazmetmeye başladım. En geriye kadar düşünmeye çalıştım ama onun anıları, dili zayıf kavrayan küçük bir kıza aitti. Anne ve Babamın söylediklerinin tamamını anlayamıyordu, bu yüzden çok şeyden habersizdi. Kelime dağarcığım o kadar sınırlıydı ki, anıların yarısından fazlası anlamsızdı.

“Aman Tanrım, ne yapacağım ben...?”

Anılarından yola çıkarak birkaç şeyi belirledim. Birincisi, ailem dört kişiden oluşuyordu: Annem Effa, ablam Tuuli ve babam Gunther. Babamın asker ya da benzeri bir işte çalıştığı belliydi.

Ama en şaşırtıcı olan şey şuydu ki, bu dünya benim dünyam değildi. Bandanasını takan annemin anılarında, açık yeşil — yeşim yeşili diye tarif edilebilecek — saçları vardı. Bu yapay boyanmış bir yeşil değil, gerçek yeşil bir saç rengiydi. O kadar gerçekçiydi ki saçını çekip peruk olmadığını kontrol etmek istedim.

Bu arada Tuuli’nin yeşil saçı, babamın ise mavi saçı vardı. Benim saçlarım ise koyu maviydi. Saçımın siyaha yakın olmasına sevinecek miydim, yoksa aslında siyah olmamasına mı üzülmeliydim bilmiyordum.

Görünüşe göre evde — yüksek bir binanın üst katında bir apartman gibi — ayna yoktu. Anılarımı ne kadar karıştırırsam karıştırayım, görünüşüm hakkında bundan öte bir detay bulamadım. Anne, baba ve Tuuli iyi görünüyorsa, ben de fena gözükmüyordum diye tahmin ettim. Ama görünüşüm benim için önemli değildi, yeter ki kitap okuyabileyim. Urano olarak da pek şirin sayılmazdım zaten. Sevimli olmadan da yaşarım.

“Haaah. Gerçekten sadece kitap okumak istiyorum. Elimde bir kitap olsa, ateşim hemen geçer gibi hissediyorum.”

Kitaplar olduğu sürece her yerde yaşayabilirim. Her şeye dayanırım. Lütfen. Kitaplar. Bana kitap verin.

Çenemize dokundum ve hafızamda kitap aramaya başladım. Acaba bu yerde kitaplar nerede saklanıyor?

“Myne, uyandın mı?” Düşüncelerimi kasten bölmek istercesine, yedi yaşlarında görünen küçük bir kız hafifçe odama girdi.

Ablam Tuuli’ydi. Yeşil saçı, biraz yamuk bir örgü halindeydi ve o kadar kuru görünüyordu ki, hiç yıkanmadığı hemen belliydi. Annem gibi, yüzünü yıkasa keşke diye düşündüm. O da yakışıklılığını heba ediyordu.

Bunu düşünmemin sebebi, büyük ihtimalle Japonya’da büyümemdi; temizlik takıntısıyla meşhur, diğer ülkelerin “takıntılı” olarak gördüğü bir ülke. Ama umurumda değildi. Dünyada daha önemli şeyler vardı. Ve şu anda öncelik vermem gereken tek şey vardı.

“Tuuli, bana bir (kitap) getirir misin?” Ablam artık okuyabiliyordu, bu yüzden en azından bir düzine resimli kitap vardı evde. Hasta olup yatakta yatmama rağmen okuyabiliyordum. Böyle yeniden doğmuş olmam bir mucizeydi, çünkü bu farklı dünyanın kitaplarını okumak her şeyden önemliydi benim için.

Ama Tuuli, tatlı gülümsememe rağmen şaşkın bir ifadeyle bana baktı. “Hı? (Kitap) ne demek?”

“Bilmiyor musun...? Şey, üzerinde (harfler) ve benzeri (yazılar) olan şeyler. Bazılarında (resimler) de var.”

“Myne, ne diyorsun sen? Düzgün konuşamıyor musun?”
“Sana diyorum, (kitap)! Bir (resimli kitap) istiyorum.”

“Nedir o? Ne dediğini anlamıyorum.” Anlaşılan Myne’in anılarında olmayan kelimeler Japonca çıkıyordu ağzımdan. Ne kadar anlatmaya çalışsam da Tuuli sadece kafasını karışık şekilde sallıyordu.

“Aaah, amann! (Hadi çalışsana, otomatik çevirici!)”

“Neden kızıyorsun, Myne?”

“Kızmıyorum ki. Sadece başım ağrıyor.”

İlk işim, insanların söylediklerine dikkat etmek ve mümkün olduğunca çok yeni kelime öğrenmek olacak gibi görünüyordu. Myne’in genç zekasıyla, benim üniversite mezunu bilgi birikimimle, bu dili öğrenmek çocuk oyuncağı olmalıydı. Umarım gerçekten kolay olur.

Urano’yken bile elimde sözlükle yabancı kitapları anlamaya çalışırdım. Bu dünyanın dilini öğrenmeyi, buradaki kitapları okuyabilmenin yolu olarak görürsem, bu zahmete katlanırdım. Kitaplara olan sevgi ve tutkum öyle büyüktü ki, insanları kendimden uzaklaştırırdı.

“...Hâlâ ateşin olduğu için mi kızgınsın?” Tuuli, kirli elini uzattı; muhtemelen alnımı yoklamak istiyordu.

Refleksle elini tuttum. “Hâlâ hastayım, sen de hasta olursun.”

“Doğru. Dikkat ederim.”

Güvende. Ablamın kirli elinin dokunmasından kaçınmak için yetişkinlerin gelişmiş sosyal tekniklerini kullandım. Kötü bir abla değildi, ama temizlenmeden bana dokunmasını istemiyordum. Ta ki kendi ellerime baktığımda durumun daha da kötü olduğunu fark edene kadar, derin bir iç çekişle.

“Haaah. (Banyo) yapmak istiyorum. Başım kaşınıyor.” Bu sözleri fısıldar fısıldamaz Myne’in anıları acı gerçeği bildirdi: En fazla başıma bir kova su dökecekler ve üstümde eskimiş bir bezle silinecektim.

Hayır! Buna banyo denmez. Ayrıca tuvalet yok mu burada?! Sadece tabure potu mu var?! Yeter! Buraya koyan tanrı kimse... Modern ve kullanışlı bir yerde yaşamak istiyorum.

Çevrem o kadar kötüydü ki, ağlamak istedim. Urano’yken çok normal bir evde yaşıyordum. Yemek, kıyafet, tuvalet ya da kitap konusunda hiçbir sorunum olmamıştı. Bu yeni hayat büyük bir gerilemeydi.

Japonya’yı özledim... Orada öyle çok güzel şey vardı ki, onları hafife almışım. Yumuşak havlular, rahat yataklar, kitaplar, kitaplar, kitaplar... Ama ne kadar nostalji yaşasam da, bu yeni dünyada yaşamak zorundaydım. Ağlamak hiçbir işe yaramazdı. Aileme temizliğin önemini öğretmek zorundaydım.

Anılarıma göre Myne zayıf bir çocuktu, sık sık ateşlenir ve günlerce yatağa bağlı kalırdı. Anılarının çoğu yatakla ilgiliydi. Ortamı düzeltmezsem, muhtemelen kısa sürede ölecektim. Hasta halde koyulduğum kötü şartlardan anlaşılıyordu ki, tıbbi müdahaleden kaçınmak en iyisi olacaktı.

...Odamı temizlemem ve banyo yapmanın yolunu bir an önce bulmam lazım. Ben, hatta modern elektronikler varken bile işlerden mümkün olduğunca kaçan tembel bir insanım. Kitap okumak, anneme yardım etmekten daha önemliydi. Burada yaşayabilecek miyim?

Bu düşünceleri kafamdan atmak için başımı salladım. Hayır, hayır. Söylediğim gibi, yeniden doğmuş olmam bir mucizeydi. Daha pozitif olmalıyım. Ne kadar şanslıyım! Dünya’da bile olmayan kitapları okuyabilirim! ...Tamam. Yeniden hevesleniyorum.

Öncelikle, kitap okumaya odaklanabilmek için bedenime iyi bakmalıyım. Yavaşça gözlerimi kapattım, dinlenmeye hazırlandım. Bilincim karanlığa doğru kayarken, tek bir düşünce hakim oldu aklıma:

Ne olursa olsun, en kısa sürede bir kitap okumak istiyorum. Ah, beni buraya koyan tanrı, lütfen bana kitap ver! Ayrıca biraz fazlasını istiyorsam, dolup taşan bir kütüphane de isterim.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


0.1   Önceki Bölüm