Urano Motosu kitapları çok seviyordu. Psikoloji, din, tarih, coğrafya, eğitim, antropoloji, matematik, fizik, jeoloji, kimya, biyoloji, sanat, dil, edebiyat... Kitaplar, insanlığın tüm bilgi birikimiyle doluydu ve Urano onları kalbinin derinliklerinden seviyordu.
Her yeni bilgi kırıntısı, her küçük detayla dolu kitap ona adeta bir ödül gibi gelirdi. Haritalar ve resimli ansiklopediler aracılığıyla hiç tanımadığı dünyaları keşfetmek, onun için büyüleyici bir hazdı. Eski zamanlara ait efsaneler ve yabancı ülke mitleri bile ilgisini çekiyordu; çünkü ona geçmiş çağların kültürlerinden bir pencere sunuyorlardı. Bu hikâyeler öylesine tarih kokuyordu ki, Urano onların gizemlerini çözmeye çalışırken saatlerin nasıl geçtiğini fark etmezdi bile.
Urano, kütüphanelerin tozlu arşiv odalarındaki o eski kitap kokusunu severdi. Hatta o kuru, ağır toz kokusu bile onun için öyle cezbediciydi ki, gittiği her kütüphanede önce arka raflara yönelirdi. Derin bir nefes alıp o bayat havayı içine çeker, yaşını belli eden kitaplara göz gezdirirken sırf bundan bile mutluluk duyardı. Elbette yeni mürekkep ve kağıdın kokusunu da severdi. O sayfalarda ne yazıyor olabilir? Ne gibi bilgilerle karşılaşacak? Bu düşünceler bile onun için başlı başına bir heyecandı.
Ama her şeyden önemlisi, Urano’nun gözleri kitap satırlarında gezinmiyorsa, kendini tamamlanmamış hissederdi. Hayatta kalmak için her an elinin altında bir kitap bulunmalıydı; ister banyo yapsın, ister tuvalette olsun ya da sadece yürüyüşe çıksın... Çocukluğundan üniversite mezuniyetine kadar hep böyle yaşamıştı. Kitaplara öylesine tutkuyla bağlıydı ki, onu tanıyan herkes ona “o tuhaf kitap kurdu” diyordu. Hatta kitaplara olan bu takıntısının hayatını mahvettiğini söyleyen bile vardı.
Ama Urano umursamazdı. Kitapları vardı ya, işte bu ona yetiyordu.
Tam o sırada büyük bir kamyon önünden geçti, arkasında keskin bir egzoz kokusu bırakarak. Ilık bir rüzgar esip saçlarının önünü uçurdu. Ama Urano’nun tek düşündüğü şey, rüzgarın sayfaları çevirmemesi için kitabını hızla bastırmaktı.
“Urano, hadi ama, tehlikeli bu. Yanımda yürü.”
“Hmm...” Urano gözlüğünü itip tembelce bir cevap verdi, gözlerini kitaptan ayırmadan. Saçları gözünün önüne düşmeye başlamıştı, hemen kenara süpürdü. O sırada kulağına sabırsız bir iç çekiş geldi ve biri kolunu hafifçe sertçe çekti. Kaşlarını çattı. “Shuu, canımı acıtıyorsun.”
“İstediğin kadar şikayet et. Azıcık acı, kamyon çarpıp ölmekten iyidir, değil mi?”
“Doğru. Kitap yığınlarının altında kalmak dışında hiçbir şeyden ölmek istemem.”
Urano hayatını kitaplarla çevrili şekilde geçirmek istiyordu. Mümkünse, ömrünün sonuna kadar güneşin sayfaları solduramayacağı ama yine de içerideki havanın boğmadığı bir kitap arşivinde yaşamak istiyordu.
Kitap okumadan geçen zaman, boşa geçmiş zamandı.
İnsanlar derisini solgun ve sağlıksız bulsa, spor yapmadığı için onunla alay etse, annesi yemek yemeyi unuttuğu için bağırsa bile... Kitaplarından asla vazgeçmeye niyeti yoktu.
Bir gün ölecekse, kitapların altında ezilip ölmek isterdi. Bu, hastane yatağında yavaş yavaş ölmeye bin basardı. Urano buna içtenlikle inanıyordu.
“Sana sürekli diyorum yürürken kitap okuma diye. Ben olmasam çoktan yola atlayıp gebermiştin. Bir teşekkür etsen mi artık?”
“Ama hep diyorum ya. Gerçekten, çooook teşekkür ederim.”
“Bana hiç samimi gelmedi.”
“Gerçekten, gerçekten. Sayende hem kitap okuyorum hem işlerimi yapabiliyorum, Shuu. Ama diyelim ki öldüm... Bir tanrıya yalvarırım beni tekrar doğursun, bu sefer de kitap okuyabileyim diye. Akıllıca değil mi? Ahaha.”
“Hayat o kadar kolay değil, salak.”
Konuşarak Urano’nun evine kadar yürüdüler. Shuu, kendi evine gitmek yerine onunla birlikte içeri girdi. Zaten çocukluklarından beri aynı kreşe gitmişlerdi ve neredeyse kardeş gibi büyümüşlerdi. Shuu her zaman Urano’nun evine “evim” dermiş gibi girerdi ve bunu kimse garipsemezdi.
“Anne, istediklerini getirdim. Ben kitap odasındayım, yemek hazır olunca seslen.”
“Tamam canım. Shuu, ya sen? Annen bir şey hazırlıyor mu? “ “Yok, bu akşam buradayım. Annem çalışıyor. Urano, televizyonunu alıyorum, biraz oyun oynayacağım.”
“Hmm, tamam, al kullan.” Urano sesini biraz yükselterek cevap verdi, çünkü çoktan babasından miras kalan kitap odasına yönelmişti. Babası o daha küçükken vefat etmişti. Kapıyı açtı ve ışığı yaktı.
Kitap odasında hava sirkülasyonu için bir pencere vardı ama güneş ışığı kitaplara zarar vermesin diye kalın, ışıktan geçirmeyen bir perdeyle tamamen kapatılmıştı. Tüm duvarlar kitaplıklarla çevriliydi ve Urano’nun yeni kitap alışverişlerine kitaplıklar yetmediği için, ortadaki masanın üstü de kitap yığınlarıyla dolup taşmıştı.
Urano, gözlerini kitabından ayırmadan masa sandalyesine usulca oturdu ve okumaya devam etti. Tam o anda, görüşü sallandı. Deprem oluyordu.
Ama Urano için bu alışıldık bir durumdu. Okumaya devam etti. Fakat bu seferki sarsıntı biraz fazlaydı. Okumasını zorlaştırıyordu.
Kaşlarını çattı, rahatsız olmuştu. Başını kaldırıp “şu saçma depreme“ sinirli bir bakış atmak istemişti... Ancak gördüğü tek şey, üzerine devrilmeye başlayan kitap yığınıydı.
“Hyaaah?!”
Yamulan bir raftan kopan kitaplar, şelale gibi üstüne dökülmeye başlamıştı. Kaçınmaya fırsat bulamadan, gözleri fal taşı gibi açılmış şekilde, öylece kalarak kitapların altında gömüldü.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.