Myne olduğumdan beri üç gün geçti. Bu üç gün… gerçekten dehşet vericiydi. Ağlamadan anlatamayacağım kadar ağır savaşlardan sağ çıkmayı başardım.
Her şeyden önce, evde kitap aramak için yataktan gizlice kalktım ama annem beni yakalayıp geri yatırdı. Gerçekten çok sinirlendi. Kaçmayı defalarca denedim ama her seferinde başarısız oldum. Her. Seferinde. Öyle ki, artık tuvalete gitmediğim sürece beni görür görmez yatakta tutmaya çalışıyordu!
Sonuç? Kitap aramak şöyle dursun, tuvalet bile savaş alanına dönüştü. Burasının “tuvaleti” dedikleri şey, odanın köşesine konmuş bir gece lazımlığıydı.
İşin daha da kötüsü, Myne tuvaleti kendi başına kullanmayı daha önceden beceremediği için, bir aile bireyi gözetiminde ihtiyaç gidermek zorundaydım. Ne kadar “Kendim yapabilirim! Lütfen bakmayın!” diye bağırdıysam da… kimse umursamadı. “Ya her yeri çiş yaparsan, ne olacak o zaman?” diyerek beni susturdular.
Sonunda ağlaya ağlaya o kaba işimi yaptım… ve inanmazsınız ama Tuuli beni tebrik etti. “Vay canına Myne! Gerçekten alışmaya başlamışsın. Yakında tek başına da yaparsın!” Tamam, küçük kardeşinin büyümesine seviniyor olabilir ama… İnsan onurumu, gururumu, kendime saygımı yerle bir etti bu.
Bu arada, ailem sadece o kabı kullanmakla kalmıyor, içindekini camdan dışarı döküyorlardı. Hayır yani… Gerçekten mi? İnanılmaz.
Üstümü değiştirmek de bir başka travmaydı. Kendi başıma yapmaya çalıştım ama neredeyse tanımadığım babam gelip beni soyup giydirdi. O kadar utandım ki, ağlamaya başladım. “Ben yapabilirim!” diye haykırırken o hâlâ “Ha, yine huysuzluk yapıyor bu,” diye geçiştirdi. Cidden… pes.
Gerçek hayattaki babam ben küçükken ölmüştü, bu yüzden babayla nasıl iletişim kurulur pek bilmezdim. Myne’ın anılarında onu sevdiğim yazıyordu ama benim gözümde sadece kaslı, sert bakışlı bir yabancıydı. Asker olduğu için çok güçlüydü ve tüm direnişim onun kuvveti karşısında paramparça oldu.
Üç gün boyunca aileme karşı her cephede kaybettim… Genç bir kızın kalbi ve utanç eşiği paramparça edildi.
Ben küçük bir kızım. Ailem bana bakmak zorunda. İşin doğası bu. ...Böyle düşünmezsem kafayı yerim! Dayanamıyorum! Bu hayat fazla ağır! Diye içimden haykırdım, ama durumum çaresizlikten farksızdı. Evden kaçsam bile, bu zayıf ve hasta vücutla dışarıda yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Muhtemelen dışarıda “Duş! Duş istiyorum!” diye koşarken kafama bir yerden pislik düşer, sokaklarda açlıktan ölürdüm.
Ama... her şey kötü gitmedi. Küçük zaferlerim de oldu.
Mesela... kendi pisliğime daha fazla katlanamayıp, Tuuli’ye her gün sıcak bezle vücudumu silmesini rica ettim. O da kabul etti. Madem soyuluyorum, bari temizleneyim değil mi? Utanacak hâlim mi kaldı?
Bu dünyadaki insanlar birbirini silmeye karşı mı nedir, Tuuli her seferinde bana tuhaf bir bakış atıyordu. Ama bana çok iyi geliyordu. İlk gün kova suyu simsiyah olmuştu ama sonraları su daha temiz kalmaya başladı. Yine de kafam hâlâ kaşınıyordu. Şampuan istiyorum. Olmasa da istiyorum.
Bir de… saç tokası yaptırdım! Uzun düz saçlarım her yere dağılmasın diye basit bir tahta çubuk istedim. Tuuli eline bir odun parçası alıp oydu ve bana verdi.
Ama itiraf edeyim, önce Tuuli’nin bebeğini alıp “bunun bacağını kırsam olur mu?” diye sordum. Ağladı. Kendimi kötü hissediyorum ama... Yani, tamam, onun için değerliydi: babası oymuş, annesi kıyafetini dikmiş falan. Ama bana göre sıradan bir oyuncaktı. Nereden bileyim o kadar kıymetli olduğunu?
Sonra saçımı topuz yaptım ama Tuuli “Bütün saçını böyle toplayanlar yetişkin olur, çocuklar öyle yapmaz,” dedi. Ben de yarım topuzda karar kıldım. Bu dünyanın kültürü cidden farklı.
Her gün onurumu yerle bir eden olaylar yaşıyordum. Yapabileceğim tek şey ayağa kalkmak ve bu hayatı bir nebze olsun iyileştirmekti. Ve bunun için kitaplara ihtiyacım vardı.
Hayatımı iyileştirmenin ilk adımı: kitap bulmak.
Eğer kitaplarım olursa, tüm gün yatakta yatmak umurumda olmaz. Zor şeylerle daha kolay başa çıkarım. Katlanırım. Dayanırım. Bu yüzden bugün, ne olursa olsun, evde keşfe çıkmaya karar verdim. Uzun zamandır kitap okumuyordum ve artık yoksunluk belirtileri başlamıştı. Çok yakında “Kitaaap! Kitap veriiiinn! Hıaaahh!” diye ağlayarak kriz geçirecektim.
“Myne, uyuyor musun?” Tuuli kapıyı açıp kafasını içeri uzattı. Yatakta sessizce yatıyor olduğumu görünce kendi kendine memnuniyetle başını salladı.
Son üç gündür, uyanır uyanmaz yataktan fırlayıp kitap aramaya çıkıyordum. O yüzden hem annem hem de gün içinde bana bakan Tuuli tamamen alarmdaydı. Özellikle Tuuli, annem işe gittiğinde bana göz kulak olmakla görevliydi ve kaçmamı engellemek için elinden geleni yapıyordu. Küçücük bedenimle, ondan kaçmam mümkün değildi.
“Bir gün... buradan yükseleceğim.”
“Ne dedin Myne?”
“...Hmm? Sadece büyümek için sabırsızlanıyorum dedim.”
Sözlerimin altındaki anlamı fark etmeyen Tuuli, hafifçe gülümsedi. “Hastalığın geçince büyürsün zaten. Sürekli hasta olduğun için neredeyse hiç yemiyorsun. Bazen insanlar seni üç yaşında sanıyor, halbuki beş oldun.”
“Peki ya sen Tuuli?”
“Ben altı yaşındayım ama çoğu kişi yedi-sekiz sanıyor. O yüzden sorun yok gibi.”
Aramızda sadece bir yaş var ama bu kadar fark nasıl olabilir? Sanırım “yükselme planım” beklediğimden daha zor olacak. Ama pes etmeyeceğim. Evi temizleyeceğim, düzgün besleneceğim ve kısa sürede toparlanacağım.
“Annem işe gitti, ben şimdi bulaşıkları yıkamaya gidiyorum. Yataktan çıkma tamam mı? Yoksa iyileşemezsin, iyileşemezsen de büyüyemezsin.”
Son bir gündür Tuuli’nin gardını düşürmek için iyi çocuk taklidi yapıyordum. Yatakta uslu uslu yatıp onun evden çıkmasını bekliyordum.
“Tamam, gidiyorum. Uslu dur ha.”
“Tamaaaam.” Tuuli’nin duymak istediği cevabı verip onu uğurladım.
Heh… Heh heh heh… Hadi artık, çık git.
Tuuli bulaşıkları sepete doldurup dışarı çıktı. Nerede yıkadığını bilmiyordum ama bu iş genelde yarım saat sürüyordu. Evde su olmadığına göre, dışarıda ortak bir su kaynağı vardı belli ki. Kapı kilidinin şıngırtısını duydum, ardından Tuuli’nin ayak sesleri merdivenden uzaklaştı.
Okaaaay… Av zamanı. Tuuli kesin bir yerlerde birkaç resimli kitap saklıyordur. Aramaya başlar başlamaz bulurum. Kesin. Kitap olmayan bir ev olur mu hiç? Okuyamasam bile, resimlerden ne olup bittiğini çıkarırım.
Adımlar tamamen kaybolunca, sessizce yataktan çıktım. Ayağım yere değer değmez irkildim. Zemin toprak ve kir içindeydi. Ailem, ayakkabılarıyla içeri girip her yeri mahvetmişti. Tahta terliklerimi yürüyemeyeyim diye almışlardı zaten, çıplak ayakla yürümekten başka çarem yoktu.
Ama… kitap bulmak, ayak temizliğinden daha önemli.
Yataktan kalktığımda yan tarafta bir sepet vardı. İçinde tahta ve saman oyuncaklar vardı ama kitap yoktu. “Şurada olsalar ne güzel olurdu…”
Her adımda ayağımın altındaki toz ve pislikleri hissediyordum. Bu evde ayakkabıyla dolaşmak normaldi. Şikâyet etsem de değişen bir şey olmayacaktı. Bunu biliyordum ama kendimi tutamıyordum.
“Biri bana süpürge ve bez getirebilir miii?” Tahmin edeceğiniz üzere, kimse cevap vermedi. Bir süpürge ya da temizlik bezi de sihirli şekilde ortaya çıkmadı.
“Nngh! Daha şimdiden sıkıştım mı?” Evdeki keşfimdeki en büyük engel, yatak odasının kapısıydı. Uzanırsam koluna zar zor yetişebiliyordum ama çevirmek sanıldığından daha zordu.
Etrafa baktım, üzerine çıkabileceğim bir şey aradım. Kıyafetlerimin durduğu büyük sandığı fark ettim. “Hmmn...!” Urano zamanımda hiç zorlanmadan kaldırırdım ama şimdi ellerim minicikti, kımıldatamadım bile. Oyuncak sepetini ters çevirip üstüne çıkmayı düşündüm ama muhtemelen ağırlığımla ezilirdi.
“Bir an önce büyümem lazım. Bu vücutla hiçbir şey yapamıyorum.”
Etrafa biraz daha bakındım ve sonunda ebeveynlerimin yorganını top yapıp üstüne çıkmaya karar verdim. Kendi yorganımı yere sermeye içim el vermezdi ama… Onlar bu pisliğe alışkındı, umursamazlardı. Kesin. Yani… Üzgünüm anne, baba. Ama kitap söz konusuysa, azar yemeyi bile göze alırım. “Haah!” Top haline getirdiğim yorganın üzerine çıkıp tüm vücut ağırlığımı kullanarak kapı kolunu çevirdim… Kapı gıcırtıyla açıldı, hem de bana doğru.
“Bwaah?!” Kapı koluna tüm ağırlığımı vermiştim, kapı bir anda hızla üstüme geldi. Kafama çarpmadan hemen kolu bıraktım ama çok geçti. Geriye doğru düştüm, topak haline gelmiş yorganın üstünde yuvarlandım ve yere güm diye indim.
“Aaah... canım acıdı.” Kafamı tutarak doğruldum, en azından kapının açık kaldığını gördüm. Bu baş ağrısı... kutsal bir amaca hizmet ediyor.
Kapının aralığından sıyrılıp içeri süzüldüm ve tamamen açtım. Annemle babamın yorganı da yerlerde sürüklendi. Yer bir anda daha temiz görünmeye başladı ama görmezden geldim. Amacım yorganı bu kadar kirletmek değildi.
Ben... gerçekten üzgünüm.
“Ha? Mutfakmış burası.” Yatak odasından çıkınca hemen dışarısında bir mutfak vardı. Gerçi buna mutfak demek biraz fazla cömert olurdu. Hani istersen yemek yaparsın ama pek de istemezsin ya, işte öyle bir yer.
Odanın ortasında küçükçe bir masa, üç ayaklı iki sandalye ve muhtemelen oturmak için kullanılan uzun bir kutu vardı. Sağ tarafta kulplu bir dolap duruyordu, muhtemelen içinde tabak çanak vardı. Yatak odasına en yakın duvarda çivilere asılmış metal tencereler, kepçeler ve tavalar asılıydı. Onların yanında da soba gibi duran bir şey vardı, muhtemelen ocak görevi görüyordu. İki duvarı birbirine bağlayan bir ipe ise bezler asılmıştı — ama o kadar kirliydiler ki değdikleri her şeyi daha da pis hale getirecek gibiydiler.
“Iyy... Sanırım neden sürekli hasta olduğumu anladım.”
Sobanın tam karşı köşesinde büyükçe bir su testisi ve lavaboyu andıran bir su leğeni vardı. Elbette, akan su falan yoktu. Üstüne üstlük, yerde bir sepet dolusu patates, soğan ve başka yiyecekler duruyordu. Ama pek çoğunu tanımıyordum, bu yüzden o “patatesler” aslında patates bile olmayabilirdi.
“Hmm? Bu... biraz avokadoya benziyor. Acaba yağ çıkarabilir miyim?” Yiyecekleri karıştırırken özellikle bir meyve dikkatimi çekti. Eğer ondan yağ elde edebilirsem, belki şu kaşınan kafama bir çare bulabilirim.
Urano olduğum zamanki annem, bir şeye kafayı takmaya görsün, hemen içine dalardı. Fazlasıyla maymun iştahlıydı. O an ne ilgisini çekiyorsa, hayatının merkezine koyardı: Tasarruf programları, doğada yaşam rehberleri, kültür merkezindeki yabancı etkinlikler... ne varsa. Hep beni de peşinden sürüklüyordu, “Kitaplardan başka şeylerle de ilgilenmeni istiyorum” diyerek. Ama aslında ilgilendiği tek şey, kendi merakıydı. Yapacak başka bir şeyim olmadığı için her seferinde onunla gitmek zorunda kalmıştım. Ama sayesinde... şampuan yapmayı öğrenmiş bile olabilirim.
...Teşekkür ederim anne. Sanırım burada hayatta kalabileceğim. Bu keşiften güç alarak etrafa biraz daha göz gezdirdim. Yatak odasının dışında iki kapı daha vardı.
“Ehehe... Sol kapı mı, sağ kapı mı? Hangisinde ödül var acaba?” Mutfakta kitaplık falan görünmüyordu. Kapılardan biri aralıktı, o yüzden onu açtım.
“Hmm, depo odası mı? Demek burası değilmiş.” İçerisi ne işe yaradığını anlamadığım şeylerle doluydu. Raflar vardı ama her şey darmadağındı ve kitaplık olabilecek bir yer gibi durmuyordu.
Vazgeçip diğer kapıyı denedim. Çekince klik diye bir ses geldi. Kilitliydi. Dakikalarca uğraşsam da nafileydi. Açılmadı.
“...Dur. Tuuli bu kapıdan mı çıkmıştı? Bu kadar mı yani?” Eğer bu kapı dışarı açılıyorsa... o zaman bu evde ne banyo var, ne tuvalet, ne akan su, ne de kitaplık. Hiçbir şey yok. Ne kadar ararsam arayayım, başka bir oda da bulamadım.
...Tanrım, bana darıldın mı? Bu bir şaka mı? Ben yeniden doğmak istedim ki, öldükten sonra bile kitap okuyabileyim. Japonya’daki anılarımla, alışkanlıklarımla başka bir dünyaya gönderilip böyle bir eve mahkûm edilmek istememiştim. Banyosu, tuvaleti, suyu olmayan bir yer... Kitap dolu bir dünya hayal etmiştim.
“...Belki kitaplar burada çok pahalıdır.” Tarih bilgime göre, matbaanın icadına kadar kitaplar oldukça pahalıydı. Soylu ya da zengin doğmayan biri, hayatı boyunca bir kitap bile okumazdı. Bu durumda, komşunun çocuğuna doğum günü hediyesi olarak resimli kitap verme gibi bir şey yoktur herhalde. “Ugh... Peki. O zaman önce yazı aramaya başlarım.” Bu dünyanın yazı sistemini çözmek için ille de kitap şart değil. Afişler, gazeteler, kullanım kılavuzları, takvimler... bunların hepsinde harf olur. Japonya’da öyleydi en azından. “...Hiçbir şey yok. Harf bile yok! Tek bir tane bile!”
Bütün odaları dolaşıp bulabildiğim her rafı, her dolabı karıştırdım… Ama bırak kitap bulmayı, üstünde yazı olan bir tek kâğıt parçası bile yoktu. Harf yoktu. Kâğıt bile yoktu.
“Bu nasıl bir yer böyle?” Ansızın başım zonklamaya başladı, sanki içimde birden alevlenen bir ateş vardı. Kalbim sızladı, damarlarım kasıldı. Sanki ipleri kesilmiş bir kukla gibi yere yığıldım. Gözlerimin içi yanıyordu.
Tamam, kitapların altında kalıp öldüm. Yapacak bir şey yok. Zaten öyle bir ölüm hayalimdi — kitaplarla gömülmek. Ve evet, reenkarnasyon isteyen bendim. Bunların hepsini kabul ediyorum.
...Ama burada hiç kitap yok. Harf bile yok. Kâğıt yok! Böyle bir yerde gerçekten yaşayabilir miyim? Benim bu dünyada yaşamam için bir sebep var mı?
Bir damla yaş süzüldü yanağımdan. Kitapsız bir dünya fikri, bir an bile aklımdan geçmemişti. Böyle bir şey… benim için akıl almazdı. Ama işte buradayım.
Myne olarak bu dünyada yaşamaya devam etmem için bir sebep bulamıyordum. İçimdeki her şey boşalmış gibiydi. Ağlamayı durduramıyordum.
“Myne! Neden yatakta değilsin?! Ayakkabısız dolaşma evin içinde!” Tuuli, ne zaman döndüğünü bile fark etmeden gelmişti. Mutfak zemininde beni görünce, mavi gözleri öfkeyle açıldı ve bana bağırdı.
“...Tuuli, hiç mi (kitap) yok burada?”
“Ne oldu? İyi misin sen?”
“Tuuli, ben (kitap) istiyorum. Kitap okumak istiyorum. O kadar çok istiyorum ki... Ama hiç (kitap) yok.”
Tuuli, gözyaşları içinde söylediklerimi duyunca endişeyle yanıma geldi. Ama o, kitapsız bir dünyaya alışkındı. Ben ne kadar anlatsam da, hissettiklerimi asla anlayamazdı.
...Gerçekten… beni anlayacak biri var mı? Kitapların nerede olduğunu bilen biri? Bana biri yol göstersin. Ne olur… yardım edin.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.