Ralph’ın sırtına yapışmış haldeyken bacaklarımı sallaya sallaya gidiyordum ki, sonunda dış surların kapısı gözüktü. Şehri koruyan dış duvarları yakından görünce, ne kadar yüksek olduklarını fark ettim. Japonya’daki üç katlı bir bina kadar vardı ve oldukça kalınlardı. Kuzey, doğu, güney ve batı yönlerinde birer kapı vardı ve her birinde içeri girenleri kontrol eden birkaç asker bulunuyordu.
Biz güney kapısına ulaşmıştık ve birkaç asker görünecek kadar yakındaydık.
İçlerinden biri babam olmalıydı. Ben hangisi olduğunu ayırt edemesem de Tuuli bir şekilde tanıdı. Elindeki sarılı şeyi göğsüne bastırdı ve hızlıca ona doğru koştu. El sallarken bağırdı: “Baaabaa! Bir şeyi unuttun. Buna ihtiyacın var, değil mi?”
Tuuli’nin parlak bir gülümsemeyle sarılı şeyi uzatmasına babam gözlerini kırpıştırarak karşılık verdi. Ne... Ne kadar iyi kalplisin sen böyle, Tuuli. Fazla iyisin. Benim tek derdim, annemin büyük çabayla bulup hazırladığı şeyi babam unuttuğu için başımıza gelecek gazaptan kaçmaktı.
“Evet, buna ihtiyacım var. Sağ ol... Ama şey, Myne’ı evde yalnız mı bıraktın?!”
“Hayır, onu da getirdim. Bak, Ralph sırtında taşıdı.”
Babam, beni fark etmediği için kendini kötü hissedercesine gözlerini kaçırarak Ralph’ın kafasına elini koydu. “Teşekkürler, Ralph.”
“Zaten ormana gidiyorduk,” dedi Ralph, babam saçını dağıtırken hafif sinirli bir yüzle beni yere indirirken. Ardından Fey ve Lutz’tan eşyalarını aldı.
“Sağ ol Ralph. Siz de Lutz, Fey.”
Ralph ve diğerlerini kapıdan uğurladıktan sonra, Tuuli’yle birlikte iç kapıdaki bir bekleme odasına götürüldük.
Dış surlar o kadar büyüktü ki, içinde yaklaşık dokuz metrekarelik odalar yapılabiliyordu. Oda çok büyük sayılmazdı ama başka bekleme odaları ve gece nöbeti için ayrı odalar da varmış. Bizim bekleme odamızda basit bir masa, bir bank ve raflı bir dolap vardı.
Etrafı, yabancı bir ülkede turist gibi etrafı izleyerek inceliyordum ki, babamın iş arkadaşlarından biri gelip bize tahta kupalarda su getirdi. “Kızlarını pek güzel yetiştirmişsin, bakıyorum.”
Evden kapıya kadar bir çocuğun yürüyüşü yirmi dakika sürerdi, o yüzden suyu gerçekten takdir ettim. Suyu bir dikişte içtim ve derin bir nefes verdim: “Haaah. Harikaydı. Sonunda ağrıyan bacaklarım dinleniyor.”
Tuuli dudaklarını büzerek dedi ki: “Zaten neredeyse hiç yürümedin, Myne.” Bu laf üzerine herkes kahkahaya boğuldu. Ben de “hımpf” diyerek ters ters baktım ama Ralph beni taşırken gören herkes olduğu için cevap veremedim.
İkinci kupayı içerken, odaya bir asker girdi. Dolaptan alet kutusu gibi bir şey alıp aceleyle çıktı. Acelesi olduğu belliydi. Merakla etrafa baktım: “Dışarıda bir şey mi oldu, baba?”
“Muhtemelen kapıda özel işlem gerektiren biri vardır. Endişelenme.” Babam işi hafife alarak geçiştirdi ama tavırlarındaki acele beni biraz endişelendirdi. Yani... Bir kapı muhafızı koşuşturuyorsa bu iyiye işaret değil mi?
Ben endişeyle düşünürken Tuuli kafasını yana eğdi. Pek de endişeli değildi. “Özel işlem gerektiren biri mi? Daha önce öyle biriyle karşılaşmış mıydım ki?” Kapıdan sık geçen biri olmasına rağmen, bir askeri böyle telaşa sokacak biri hayal edemedi.
Babam çenesini sıvazlayarak uygun kelimeleri aradı: “Hmm... Şüpheli görünümlü bir suçlu olabilir, ya da tam tersi bir soylu gelir, onu içeri almadan önce Lord Ehrenfest’e haber vermemiz gerekir.”
“Vaaay...” Görünüşe göre insanlar sadece dış görünüşlerine göre yargılanıyorlardı. Eeh, bu dünyada sağlam bir bilgi ağı olduğunu sanmıyorum zaten. Askerlerin içeri giren biri hakkında araştırma yapma şansı yok.
“Böylelerini ayrı bir odada bekletiyoruz, üst kademedekiler içeri alıp almayacağımıza karar verene kadar.”
Aaaah. Demek bu yüzden kapının yanında bir sürü bekleme odası var. Anlaşıldı. Eminim soylular için olan oda ile şüpheli görülenler için olan oda arasında dağlar kadar fark vardır.
Düşüncelerim, genç görünümlü, kahverengi saçlı ve nazik bakışlı asker tekrar odaya girince kesildi. Elinde hem kutu hem de rulo yapılmış bir şey vardı. Yüzünde hiçbir aciliyet belirtisi yoktu. Demek ki babam haklıymış; ciddi bir şey yokmuş. Asker kutu ve ruloyu tek eline topladı, babamın önünde durdu ve sağ yumruğunu göğsünün sol tarafına iki kez vurdu. Babam da aynı selamı ciddiyetle karşılık verdi. Bu dünyanın selamı bu olmalıydı.
“Otto, raporun?”
Babamın evdekinden tamamen farklı, ciddi bir ifade takındığını görünce küçük bir hayranlık nidâsı çıkardım. Genelde uyuşuk ve gevşek duruşluydu ama böyle ciddi olunca... cidden karizmatik görünüyordu.
“Kont Lowenwalt içeri girmek istiyor.”
“Mührü?”
“Kontrol edildi ve doğrulandı.”
“Tamam, içeri alın.” Otto bir selam daha verdikten sonra bizim karşısımızdaki sandalyeye oturdu. Kutuyu masaya koydu, ruloyu da açtı. O şey öyle pürüzsüzdü ve öyle özel bir koku yayıyordu ki gözlerim ona kilitlendi.
...Parşömen mi?! Emin olamasam da büyük ihtimalle hayvan derisinden yapılmış kâğıttı. Ben bitki lifinden yapılan modern kâğıtlara alışkındım ama eski zamanlarda parşömen çok yaygındı. Bu dünyanın alfabesiyle bir şeyler yazılıydı üzerinde, ama harflerini okuyamıyordum.
Otto, kutudan bir mürekkep şişesi ve kamış kalem çıkarıp yazmaya başladığında adeta donup kaldım.
AAAAH! YAZIYOR! Bu dünyada yazı yazabilen ilk kültürlü adam! Mutlaka bana bu dünyanın yazısını öğretmeli!
Saçımı karıştıran babam, Otto’ya kilitlenmiş haldeki gözlerimi fark etti: “Ne oldu Myne?”
Ona döndüm, hâlâ parşömene bakıyordum. İsmini öğrenmem gerekiyordu, çünkü sonra hakkında konuşmak isteyecektim. “Baba, baba. Bu nedir?”
“Parşömen. Keçi ya da koyun derisinden yapılan yazı malzemesi.”
“Peki bu siyah şey?”
“Mürekkep. Kalemle yazıyor işte.”
Biliyordum! Mürekkep ve kâğıdı buldum! Artık kitap yapmamın önünde hiçbir engel yok!
“Hayır. Bunlar çocuk oyuncağı değil.” Tüm çocukluğumun sevimliliğini kullanarak yaptığım süper rica, saniyesinde reddedildi.
Ama ben bir “hayır”la pes edecek bir kız değildim. Urano iken tanıyanlar, beni tanıdıkları en inatçı insan olarak tanımlardı. Kitap söz konusuysa, kim olduğumu göstermenin zamanıydı.
“Yazmak istiyorum. Kâğıt ve mürekkep istiyorum. Ne oolur?”
“Olmaz! Zaten harfleri bile bilmiyorsun, Myne.” Tam da beklediğim cevap! Evet, işte bu fırsattı!
“O zaman öğret. Öğrenmek istiyorum. Harfleri öğrenirsem verir misin?”
Eğer genç görünümlü Otto yazabiliyorsa, babam kesin yazabiliyordur. Sonuçta kaptan falan gibi bir şeydi. Evimizde kâğıt bile olmadığından, kimsenin yazı bildiğini sanmıyordum ama bu yanılgı beni umutlandırdı. Eğer harfleri öğrenirsem bu dünyada kitap okumak hayalim gerçek olabilirdi.
Parlayan bir gülümsemeyle babama baktım. Sanki hayallerime doğru dev bir adım atmış gibiydim ki, bir kahkaha sesiyle bölündüm. Dönüp baktığımda, Otto yazarken bizi dinleyip gülmekten kendini alamıyordu.
“Hahaha! Sana mı öğretecek? Kaptan, sen doğru düzgün yazabiliyor musun ki?”
...O an içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Yüzümdeki gülümseme buz kesmişti. “Ne? Baba, yazı yazmayı bilmiyor musun?”
“Biraz biliyorum. Evrakta geçen şeylerin bazılarını okumam gerekiyor, o kadar. En fazla duyduğum isimleri yazabilirim.”
“...He?” Babamın kaçamak açıklamalarına soğuk bir bakış attım. Yani bizim dünyada, alfabeyi yeni öğrenmiş, arkadaşlarının adını yazmaya çalışan birinci sınıf öğrencisi gibi bir şey?
“Haydi ama, babana öyle bakma,” dedi Otto, babama duyduğum saygıyı yerle bir eden kişi olarak, hafif endişeyle. Ardından babamı savunurcasına açıklamaya başladı:
“Askerler şehirde asayişi sağlar ama soylularla ilgili önemli işler olduğunda, evrak işleriyle genellikle şövalyeler ilgilenir. Önemsiz konular için sözlü rapor yeterlidir. O yüzden okumakla pek işleri olmaz. Sadece isim yazabilmek bile fazlasıyla yeterlidir.”
Otto’nun bu sözleri üzerine babam göğsünü kabartarak hafif bir gururla doğruldu. Demek ki soğuk bakışım onu beklenmedik kadar etkilemişti. “Taşrada durum daha da kötü. Genelde sadece köy muhtarları okuma yazma bilir, yani baban yine de epey iyi durumda.“
“Öyleyse, benim harika babacığım... Hadi bana kâğıtla mürekkep ver. Lüüüütfen~“ Eğer bu kadar harikaysa, sevimli kızına yüz tane kâğıt vererek bunu kanıtlayabilir mesela.
Ama yalvarışlarım babamın ürkerek bir adım geri çekilmesiyle karşılık buldu. “K-Kim çocuğu için bir parça kâğıda koca bir aylık maaşını basar ki?!“
Ne?! Bir aylık maaş mı?! B-Parşömen ne kadar pahalı böyle?! Artık neden bu kadar tereddüt ettiğini anlıyordum. Aynı zamanda evimizde neden hiç kâğıt olmadığını ya da kitapçı bulamamamı da açıklıyordu. Parşömen, sıradan halk için fazla pahalıydı. Ailemin zar zor geçindiği bir gerçekti; bu durumda koca bir aylık maaşı kitap yapmak için kâğıda yatırmaları imkânsızdı.
Omuzlarım düştü, karamsarlık içimi sardı. Otto saçımı karıştırarak teselli etmeye çalıştı.
“Zaten, parşömeni halka satan dükkân bile olduğunu sanmıyorum. Kâğıt dediğin şey, soylular, devlet görevlileri ya da soylularla bağlantısı olan zengin tüccarlar tarafından kullanılır. Sadece harfleri öğrenmek istiyorsan, taş tablet kullanmaya ne dersin? Eskiden kullandığım bir tane vardı, sana verebilirim.“ “Gerçekten mi?! Harika olur!“ Hemen başımı salladım, Otto da eski taş tabletini bana vereceğine dair cömertçe söz verdi. Hazır fırsat varken, ona ders vermesi için de sokuldum. “Teşekkür ederim, Bay Otto! Bana harfleri öğreteceğinize çok sevindim!“
Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle sevinirken, babam üzgün ve zavallı bir ifadeyle bir bana bir Otto’ya bakıp duruyordu ama görmezden geldim. Harfleri öğrenmek ve bir tablet sahibi olmak beni çok heyecanlandırmıştı ama aslında benim asıl istediğim şey bir kitaptı. O kitabı yapacak kâğıttı.
Sonuçta, taş tablete bilgi saklayamazdınız. Tahta gibi bir şeydi işte; yazıyorsun, sonra siliyorsun. Harf öğrenmek için ideal ama bir kitabın yerini tutamazdı.
Yine de, dükkânlarda halk için kâğıt satılmıyor olması beni tamamen gafil avlamıştı. Kitap yapmak için kâğıt gerek. Ama ya kâğıt bulamazsam? Cevap belliydi: O zaman... kendi kâğıdımı kendim yapmam gerekecek.
Nggghhh, bir kitaba ulaşmak ne kadar uzun bir yol böyle yaaa!
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.