Yukarı Çık




5   Önceki Bölüm 

           
Mahalle Çocukları

Annem işe gitmişti, evde sadece Tuuli ve ben kalmıştık. Doğal olarak, elimdeki tek bilgi kaynağı Tuuli’ydi.

“Tuuli, (kâğıdın) nerede satıldığını biliyor musun?”

“Ne dedin, Myne?”

“(Kâğıt) dedim... Ah!”

Tuuli başını hafifçe yana eğdi, örüğü hafifçe sallandı—bu hareket bana pek tanıdık geldi. Genelde Japonca bir şey söylediğimde ve o hiçbir şey anlamadığında bu ifadeyi takınırdı. Bu dünyada “kâğıt”ın ne anlama geldiğini ya da nasıl söylendiğini bilmiyordum.

Ah, hayır...! Keşke o rehinciden “kâğıt”ın burada ne anlama geldiğini sorsaydım!
“Şey, Tuuli... ‘Kâğıt’ın ne olduğunu bilmiyor musun?”

“Üzgünüm. Hayır, bilmiyorum. Ama kelime biraz komik geliyor.”

Omuzlarım düştü, iç çekerek derin bir nefes verdim. Gerçek şu ki, kitap yapımında kullanabileceğim türde kâğıt satan bir dükkân bulmak tek derdim değildi. Kalem ya da kurşun kalem nerede satılıyor onu da bilmiyordum. Evimizin hali ve şehrin bu çağ dışı görünüşüne bakılırsa, burada tükenmez kalem ya da uçlu kalem bulmam pek olası değildi. Belki dolmakalem bile icat edilmemiştir!

Peki, yazmak için ne kullanmalıydım? Ve bunu nasıl temin edecektim?
Her şey bir yana, en acil sıkıntılarım hâlâ geçerliydi: param yoktu ve malzeme arayacak fiziksel güce sahip değildim. Bu iş sanıldığı kadar kolay olmayacaktı.

“Aaaah! Babam bunu unuttuğuna inanamıyorum!”
Tuuli’nin mutfaktan gelen çığlığı üzerine oraya doğru yürüdüm. Elinde sarılmış bir... bir şey tutuyordu.

Bildiğim kadarıyla babam sabah uykulu uykulu anneme “Benim için hazırlar mısın, işe götürmem lazım” demişti—ki annemi deli eden buydu çünkü sabahları zaten çok yoğundu ve babam hiç önceden haber vermemişti. Buna rağmen annem uğraşmış, hazırlamıştı... ve babam unutuvermişti. Annemin bunu öğrenmesi halinde ne kadar öfkeleneceğini düşündükçe içim buz kesti.

“Tuuli, annem bunu kesin fark edince çok sinirlenecek, değil mi? Bunu babama götürsen iyi olmaz mı?”

“Sen de öyle mi düşünüyorsun…? Ama seni burada tek başına bırakamam, Myne…”
Beni odada bırakıp bulaşık yıkamaya gitsen, ben gizlice yataktan çıkıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarım. Annemle pazara gitsen, bayılıveririm. Ailem bana artık hiç güvenmiyordu, belli ki Tuuli beni evde tek başıma bırakmayı bile düşünmez olmuştu.

“Ama babam bunu götürmezse başı derde girer, değil mi?”

“...Myne, kapıya kadar yürüyebilir misin?”
Tuuli beni evde bırakmak yerine yanında götürmeye karar verdi. Pazara gittiğimizde olanlardan sonra biraz endişeliydim, ama annemin sinirlenme ihtimali daha çok korkutuyordu.

Elimi yumruk yapıp havaya kaldırarak kararlılığımı gösterdim. “E-Elimden geleni yapacağım!”

“Öyleyse, hadi gidelim.”

Annemle alışverişe çıktığım zamanki gibi kat kat kıyafet giydim ve elimde o sarılı şeyle evden çıktım. Bu kat kat giyinmeler, moda uğruna falan değildi—tamamen soğuğu uzak tutmak içindi. Bu arada, sahip olduğum kıyafetleri saysak: iki iç çamaşırı, iki yün elbise, bir yün kazak, pantolona benzeyen iki yün altlık, iki çift yün çorap. Dışarı çıkarken hepsini üst üste giyerdim.

“Tuuli, bu kadar katla zar zor yürüyorum.”

“Ama bütün boşlukları kapatman lazım. Rüzgâr nereden esecek belli olmaz. Sen hemen ateşleniyorsun, Myne, o yüzden üstüne ne bulursan giymelisin.”

Annem kadar katı olmaz diye umut etmiştim ama Tuuli’nin güçlü sorumluluk duygusu, beni olabildiğince sıcak tutacak kadar kalın giydirmeden dışarı salmasına izin vermiyordu. Mecburen hepsini giydim ama bu gerçekten de hareket etmeyi çok zorlaştırıyordu.

Tuuli ise neredeyse hiç bu kadar kalın giyinmemişti. Sağlıklıydı sonuçta. Ayrıca sık sık ormana gitmesi ve şehirde annemin ona verdiği onca işi yapması sayesinde epey dayanıklıydı.

Bense ne dayanıklılığa sahiptim ne de hızım vardı. Bende sadece kıyafetlerimin ağırlığı vardı.

“İyi misin, Myne?”

“Haaah, haaah... Eğer, yavaş, gidersek...”
Geçen sefer olduğu gibi, sadece merdivenleri inene kadar nefes nefese kalmıştım. Yine de kendi hızımda yürümeye devam ettim. Kendimi zorlayıp bayılırsam Tuuli’ye daha çok yük olurum diye düşündüm. Onun güvenini yavaş yavaş kazanmak önemliydi.
...Ama cidden, bu taş döşeli yollarda yürümek aşırı zor.
Yolun her yeri tümsekliydi; dikkat etmesem kesin düşerdim. Tuuli’nin elini tuttum ve onun beni yönlendirmesine izin verdim. Ben sadece ayaklarıma odaklandım.

“Ha? Tuuli değil mi o? Nereye böyle?”

Bir erkek çocuğunun sesini duyunca başımı kaldırdım.
Üç çocuk bize doğru koşuyordu. Ellerinde sepetler, sırtlarında yay ve oklar vardı. Saç renkleri sırasıyla kırmızı, altın sarısı ve pembeydi.
Renk cümbüşü gibiydiler; gözlerimi alamadım.

Üstlerindeki gri giysiler çamur ve yiyecek lekeleriyle kaplıydı. Desenleri solmuştu, ama bizinkilere benzerlerdi. Demek ki bizim kadar fakirdiler.

“Aa, Ralph! Selam Lutz, Fey!”
Tuuli gayet samimi bir şekilde karşılık verdi.
Demek Myne geçmişte onlarla vakit geçirmiş. Hemen hafızamı kurcaladım... Hmm... Aha, işte buldum. Gerçekten de mahalleden çocuklarmış.

Ralph, Tuuli ile aynı yaştaydı. Kırmızı saçlıydı ve aralarındaki en uzunu oydu. Diğer çocuklara adeta bir abi gibiydi.

Fey, o da Tuuli ile yaşıttı. Pembe saçlı, tam bir haylaz suratlıydı. Myne’in hasta ve zayıf hâlinden korktuğu için pek yaklaşmazmış. O yüzden hakkında pek anı yoktu.

Lutz, Ralph’ın küçük kardeşiydi. Altın sarısı saçlıydı ve benimle yaşıttı. Hep büyük abi gibi davranmaya çalışırmış, bu da onu oldukça sevimli kılıyordu.

Tuuli genelde onlarla birlikte ormana gidermiş. Arada Myne’i de götürdükleri oluyormuş.
Bu anılar, diğerlerine göre çok daha netti.

Ben hatıralarda gezinirken Tuuli Ralph’la sohbet etmeye başlamıştı:

“Babam bir şey unuttu, biz de kapıya kadar götürüyoruz. Siz yine ormana mı gidiyorsunuz, Ralph?”

“Aynen. Kapıya kadar birlikte gidelim.”

Tuuli’nin Ralph’la konuşurken yüzünde beliren neşeli gülümseme, bana bakmanın onun için nasıl bir yük olduğunu gösteriyordu.
Yani, haksız da sayılmazdı. Diğer çocuklarla ormana gitmek, hasta bir kız çocuğunu taşımaktan daha eğlenceliydi.

...Üzgünüm, böyle kötü bir kardeş olduğum için.
Ama birkaç gündür ateşim çıkmadı. Yakında sen de dışarı çıkarsın.
Aslında... Benimle birlikte gelir, şu “kâğıt” satan yerlerden birini ararsın, değil mi?

Tuuli, çocuklara katıldığı anda yürüyüş temposu fırladı.
Elimi tuttuğu için de beni peşinden sürüklemeye başladı... ta ki ben yere kapanana kadar.

“Aman Tanrım!”

Tuuli tam önümde durduğundan yere tam düşmedim ama dizlerimin üstüne çöküverdim.

“Üzgünüm, Myne. İyi misin?”

“...Hı hı.”
Canım yanmamıştı ama diz çökünce tekrar kalkmak zordu. Şöyle uzanıp biraz kestirmeyi isterdim. Nefes almak bile zordu. Derken biri bana elini uzattı.

“Hey Myne, ister misin seni ben taşıyayım?”

...Lutz, sen harika bir çocuksun!
Hemen hatıralara daldım. Ralph ve Fey onu hep çocuk yerine koydukları için, o da Myne’in yanında “abi” gibi davranmaya çalışıyordu.
Eşyalarını taşır, yorulduğunda ona kalkan olur, her şeyini yapardı.
Bildiğim saç rengine (sarıya) sahip olması da onu daha tanıdık hissettiriyordu, bu da ruhen rahatlatıcıydı.

“Myne, yine hasta oldun ya... Vücudun ağrıyordur şimdi. Bırak ben taşıyayım.”

Niyetini takdir ettim ama yaşlarımız aynıydı.
Onu taşıtmak içime sinmedi. Ya altında kalırsa?
Kabul edip etmeme arasında gidip gelirken Ralph iç çekti ve üstündekileri çıkarmaya başladı.
“Lutz taşırsa biz ormana varamayız. Gel Myne, seni ben taşırım. Lutz, yayımı al. Fey, sen de sepeti taşı.”

“Ralph...”
Lutz, Ralph’a biraz sinirli bir bakış attı.
Yaptığı iyilik başkasına mal edilmiş gibi hissediyordu belki.

“Lutz, diğerlerinden önce sen endişelendin. Gerçekten çok iyisin. Teşekkür ederim. Çok mutlu oldum.”

Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle elini sıktım ve onu bolca övdüm.

Lutz, yaptığı şeyin fark edildiğini anlayınca utangaç bir şekilde gülümsedi ve Ralph’ın yayını sessizce aldı.

“Tamam, gel bakalım.”

“Hı hı. Teşekkür ederim, Ralph.”

Ralph’a yürüdüm ve sırtına tırmandım.
Tuuli’ye göre sırtı biraz daha genişti.
Bir çocuğun beni taşıması biraz üzse de...
Küçük bir kız olarak utanmama gerek yoktu. Hiç ama hiç gerek yoktu!
Ralph beni sırtına alıp sağlam adımlarla ilerlemeye başladı. Boyum bir anda kırk santim kadar artınca şehir bana çok farklı görünmeye başladı.
Daha açık anlatmam gerekirse...

Önceden neredeyse tüm zamanımı kaldırım taşlarına bakarak geçiriyordum. Ama şimdi önümdeki yolu, uzaktaki binaları görebiliyordum. Üstelik Ralph kendi hızında yürüdüğü için binalar da çok daha hızlı geçip gidiyordu yanımızdan.

“Vaaaay, ne kaadar yüksekteyim! Ne kaadar hızlıyız!”

“Çok heyecanlanma tamam mı? Yine hasta olursun sonra.”


“Hı hı. Dikkat ederim.”

Ama cidden, odun taşıyan çocuklar zamanla ne kadar güçlü oluyor ya...
Yaşına göre baya kaslı bu çocuk.
Japonya’daki ilkokul arkadaşlarımın hiçbiri buna benzemiyordu.
Ama ortam farkı, genetik farklar falan derken bu çok da adil bir kıyas sayılmaz tabii...

Ayrıca bu şehri Japonya’yla karşılaştırmamam gerektiğini de biliyorum.
Lağım sularının sokaktan akmasını ya da eşeklerin yürürken dışkı bırakmasını... yargılamamalıyım.
H-Hey! Ben özellikle bakmıyorum!
Sadece her şey Japonya’dan o kadar farklı ki... gözlerim istemsizce kayıyor!

Belli ki bir zanaatkârlar sokağından geçiyorduk, çünkü pazarın yakınlarındaki dükkânların aksine buradakilerin zemin katları tamamen kapalıydı.
Sadece ürün satan yerlerde camekân vitrinler vardı, ama buradakilerde yalnızca bir tabela sallanıyordu kapının yanında.
Üstelik tüm binalar birbirine benziyor ve aynı renkteydi.

Eğer öyle olmasaydı, çevredeki pislik bu kadar göze batmazdı zaten.
Yani... bu benim suçum değil!

“Ralph, iyi misin? Myne ağır gelmiyor mu?”
diye sordu Tuuli, bana ve Ralph’a kaygılı gözlerle bakarak.

Ralph hafifçe silkindi, beni sırtında biraz düzeltti ve gözlerini kaçırarak kısa bir cevap verdi:

“İyiyim. Myne o kadar küçük ve hafif ki neredeyse hiç fark etmiyorum.
Zaten yürürken hasta olursa bu sefer senin başın derde girer, değil mi?”

Yüzündeki hafif utanmış ifade ve ses tonundan, Tuuli’ye yardım etmek istediği belliydi.
Yani başka bir deyişle... Tuuli’nin ona minnet duymasını istiyordu.

Oohoho~ Sevgili genç Ralph... yoksa Tuuli’ye mi göz diktin sen?
Derler ya, komutanı indirmek istiyorsan önce atını geçmen gerekir.
Hmm, ben bu hikâyede at olmayı kabul edebilirim.
Haydi büyüsün bakalım bu çocukluk aşkı!

...Tabii bu tamamen benim hayal gücüm de olabilir.
Ama sonra Ralph, Tuuli’nin örgüsünü eline aldı ve kokladıktan sonra, “Tuuli, bilmiyorum neden ama… güzel kokuyorsun,” dedi.

Şaka mı bu? Sen shoujo mangasının başrolü falan mısın?! İçimden dayanamayarak laf soktum. Tuuli ise utanarak “Gerçekten mi? Teşekkür ederim...” diye cevapladı. Ya... Bu tepkiyle de dalga geçmeden duramam ki.

Yaşları daha küçücük, gerçekten âşık olduklarını pek sanmıyorum ama... kitapların eğlence aracı bile olmadığı bir dünyada, biraz kafamda romantizm kasmama izin verin artık. Üniversite mezuniyetine bir adım kala aşk meşk nedir bilmemişim ben, ama karşımda altı yaşındaki Tuuli, resmen gençliğin romantiğini parlatıyor. Biraz fantezi kurmuşum, çok mu?

Biliyorum ne diyeceksiniz, ama demeyin:
“Belki de çocuklar gibi kitaplara gömülmeyip biraz hayalden çıksan, erkekler de seninle ilgilenirdi.“
Aynısını ailem söyledi. Aynısını komşum Shuu söyledi. Duymak istemiyorum. Shuu zaten salak. Sa-laaak!

Ben Urano olarak geçmişteki tüm o hayal kırıklıklarını hatırlayıp sinirlenirken, Tuuli ve Ralph’in çocukluk romantizmi bir anda evrim geçirip klasik bir aşk üçgenine dönüştü.

“Gerçekten öyle, güzel kokuyorsun.”

“Ben de bakayım.”

Fey ve Lutz da Tuuli’nin örgüsüne doğru eğilip kokladılar. Hepsi biraz daha büyük yaşlarda olsaydı, şu an Tuuli’nin kalbi için ölümüne savaş çıkabilirdi.

“Saçların da çok yumuşak, ne yaptın?”

Ehehehe~ Dimi ama? Değil mi ya?
Çocukların şaşkın bakışlarını görüp içten içe zafer kazandım. Başımı tekrar tekrar onaylar şekilde salladım.

Evdeki hijyen seviyesini yükseltme çabalarım meyvesini veriyordu. Kuruttuğum hoş kokulu çiçekleri kıyafet kutularına yerleştirmiştim. Anneme, yemeklerde kullanacağımız suyu kaynatmasını söyledim. Tuuli’yle beraber “yıkanırken” vücudunu siliyordum, saçına da ot yağı sürüp tarıyordum. Bu kadar çaba sonuçsuz kalamazdı zaten!

Bu şehirdeki pis kokuya biraz alışmış olsam da, Ralph ve diğerleri hâlâ epey kokuyordu. Ralph beni taşıdığı için yüzlerine karşı diyemezdim ama... Hepsini sabunla güzelce ovmak istiyorum! Ne yazık ki evde sadece mobilya ve çamaşır temizliği için kullanılan hayvansal sabun vardı. Bitkisel, güzel kokan vücut sabunlarından hiç yoktu. Aaah... Şöyle mis gibi kokan sabunum olsa...

Ben bu kokulu hayaller içinde yüzerken Lutz, saçımı tuttu. Tuuli’nin saçını kokladığı gibi, derin bir nefes aldı.
“Myne, sen de güzel kokuyorsun,” dedi, yeşil gözleriyle doğrudan bana bakarak.

...Ah. AHH. Lutz’un renk kombinasyonu çok güçlü! Altın sarısı saçlar ve zümrüt yeşili gözler — bu tam olarak yakışıklı, karizmatik erkek çocuk şablonu!

“Üstelik saçını toka ile geriye toplaman da iyi olmuş. Yüzün daha net görünüyor, daha tatlı görünüyorsun.”

HYYYYAAAH! Bitirici saldırı geldi!
Ya tamam çocuk bu, ama ben utanmaktan eridim! Bilerek yapmıyor biliyorum ama... yeter! YETER! Ben her ne kadar “yaşça büyük” olsam da, böyle şeyleri hiç yaşamamışım! Ne yapacağımı bilmiyorum!

Ben böyle donup kalmış, içten içe panik yaparken, diğer herkes ormanın derinliklerinde ne arayacaklarından ya da karın ne zaman yağacağına kadar normal muhabbetlerine geçmişti bile. Lutz’un okçulukta geliştiğini ballandıra ballandıra anlatması da üstüne tuz biber ekti. Tuuli sadece teşekkür edip geçti ama ben hâlâ kalp atışlarımla boğuşuyordum.

...Bu dünyada beş yaş civarındaki çocuklar gerçekten böyle mi davranıyor?!
Neler oluyor burada?!
Ben utangaç kalpli Japon bir genç kızım, bu bana fazla geliyor!

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


5   Önceki Bölüm