“Nereye gittiğini sanıyorsun, Myne? Bugün kış hazırlıklarına başlayacağımızı söylememiş miydim?”
Kuyunun oraya gidip bitki saplarından lif çıkarmaya hazırlanıyordum ki, annem aniden arkamdan gömleğimi tuttu ve beni olduğu yerde durdurdu. Görünüşe göre kar yakında yağmaya başlayacak ve bizi evin içine hapsedecekti; bu yüzden öncesinde yapılması gereken bir sürü hazırlık vardı.
Ama... Ben neden yardım etmek zorundayım ki? Şu hâlimle ne işe yarayabilirim? Myne’ın anılarını ne kadar tarasam da, hep hastalıklarla geçen, yatakta pinekleyen günler çıkıyordu karşıma. Başka bir deyişle: tam anlamıyla işe yaramazdım. Şu durumda yapabileceğim en iyi şey, hasta olmayıp ortalıkta dolaşmamaktı.
“Bugün sen bana yardım edeceksin, Myne. Hadi bakalım.”
“Peki ya baba? O işe gitmedi mi?”
“Birkaç günlüğüne izinliyim. Kışa hazırlanmak isteyen herkes sırayla birkaç gün izin alıyor işten.”
...Ne? Yani bu dünyada çalışanlara böyle haklar mı veriliyor? Şaşırmıştım doğrusu. Belki de kış hazırlıkları gerçekten de tek başına altından kalkılacak bir şey değildi. Her ne sebeple olursa olsun, babamın nadiren bu kadar uzun süre evde kaldığı bir gündü. Normalde, asker oluşunun da etkisiyle olsa gerek, daha çok sağlıklı olan Tuuli ile ilgilenir, beni pek de hesaba katmazdı.
Ama herkes evdeyken kaçma şansım da kalmamıştı. Üstelik yardım etmemi özellikle babam istiyordu. Direnmek faydasızdı.
“...Ne yapmam gerekiyor?”
Babam, pencerenin önüne çömelmiş, marangoz aletlerine benzeyen şeyler hazırlarken cevap verdi: “Bugün evde bir şeylerde sorun var mı diye bakacağız. Kar fırtınalarında pencereleri kapatan kepenkleri sıkı sıkıya kilitlemek gerekiyor, o yüzden menteşelerin paslanmış ya da gevşemiş olup olmadığını kontrol edeceğiz. Bir yandan da varsa delikleri kapatacağız. Sonra da bacayı ve sobayı temizleyip kış boyunca sorunsuz kullanabileceğimizden emin olacağız.”
Um... Baba? Benim bu zayıf kollarımla ne yapmamı bekliyorsun? Tornavida bile tutamıyorum ki! Yapılacak şeyleri anlamıştım ama nasıl yardımcı olacağımı hayal bile edemiyordum.
Ama belki biraz çaba gösterip gerçekten işe yararsam, ailemin bana olan güveni biraz olsun artardı. Modern dünyanın verdiği bilgiyle, paslı veya gevşemiş menteşeleri tespit etmek çocuk oyuncağıydı benim için.
“Baba, şu menteşe ve çiveleri pas tutmuş gibi...”
“Onlar idare eder.”
...Cidden mi? Resmen düşmek üzereler.
Kararımı verdim. Eğer bir sorun çıkmazsa babaya güvenirim, ama eğer kırılırsa benim dediğim çıkmış olur. Sandalyeye çıkıp pencereyi biraz salladım. Ve... menteşe, cayırt diye ikiye ayrıldı.
Tahmin ettiğim şeydi ama babam birdenbire bembeyaz kesildi, gözleri yuvalarından çıkacak gibi açıldı.
“M-Myne! Ne yapıyorsun sen?!”
“Gördün mü? Kırıldı işte. Kış boyunca dayanmaz demiştim. Hadi baba, şimdi tamir et.” Parmağımla pencereyi gösterdim. Babam, az önceki hatasını yok sayarak beni sandalyeden indirip iç çekti.
“Myne, git annenle ilgilen.”
“Ne? Ama ben sana yardım ediyordum! Kışın pencereyi tutacak kapakların sağlam olması lazım, ama sen bozuk olanları bile görmezden geliyorsun!”
“Tamir edecek paramız yok. Bu gidişle hepsini kıracaksın. Hadi, Effa’ya yardım et.”
...Hayıııır! Yine mi para meselesi?! Babamın aslında tamir ettirmeyi düşünmediği menteşeyi kırmış biri olarak, çaresizce başımı eğip annem ve Tuuli’nin olduğu odaya gittim.
Yatak çarşaflarını ve battaniyeleri kurutup kullanılabilir hâle getiriyor, yatağı sobaya daha yakın bir duvara çekiyor, odayı kışa daha yaşanabilir hâle getirmeye çalışıyorlardı.
“Bir şey mi oldu, Myne?”
“Baba beni size gönderdi...”
“Gerçekten mi? Biz de neredeyse bitirdik zaten. Şimdi ışıklar için hazırlığa geçeceğiz. Bu yıl biraz fazla balmumu bulduk. Ayrıca mum ve lambalar için sığır yağı ve meyveleri de kullanacağız.”
Daha annemin cümlesi biter bitmez, hayal ettiğim o korkunç koku burnuma geliverdi. Günlerdir komşulardan gelen o iğrenç hayvansal yağ kokusunu düşününce, kendi evimizde de o kokunun yayılacak olması fikri beni mahvetti. Tuuli meyvelerden yağ çıkarmak için hazırlıklara başlarken, ben çekici tutamayacak kadar zayıf olduğumdan bir kenarda annemi izlemekle yetindim. Annem büyük tenceremizi ocağa koydu, içine dana iç yağı doldurdu ve ateşi yaktı.
...İğrenç kokuyor! Resmen nefes alamıyorum! Dayan, Myne! Annem kokudan hiç rahatsız olmamış gibi yağı eritti, yüzeye çıkan artık parçaları kepçeyle aldı. Ama sonra birden durdu.
“Şey, anne? Sadece bu kadar mı? Hani tuzlama yok mu?”
“Ne? Ne dedin?”
...A-ah. Belli ki ‘tuzlama’ kelimesi çevrilmedi. Annem bana öyle bir bakış attı ki, adeta “Yoksa yaptığım işe laf mı ediyorsun?” diyordu. Ama korkumu yutup, tuzlamanın ne olduğuna dair bildiklerimi en basit hâliyle anlatmaya çalıştım.
“Yani... şey, tuzlu su ekleyip biraz kaynatınca daha fazla tortu çıkıyor ya... Sonra bekleyince yağ üstte kalıyor, su altta. Suyu döküyorsun, geriye daha temiz yağ kalıyor. Biraz daha uğraştırıcı ama kokusu azalıyor, daha kaliteli oluyor.”
Annem “daha kaliteli” ifadesine tepki verircesine hemen tuzlama işlemine başladı.
Bu yağın kalitesi, resmen hayat memat meselesiydi benim için. Sonuçta, kapalı bir odada bu yağla aydınlanacaktık. Aylarca bu kokuya dayanamazdım. Oranları tam bilmiyordum ama yine de daha iyi sonuç alacağımız kesindi.
Tuzlama sayesinde sarımsı iç yağ, neredeyse saf beyaz bir hâl aldı. Elde edilen yağ ikiye ayrıldı: biri mumlar için, diğeri ise ilkbaharda sabun yapımında kullanılmak üzere. Mumluk olan kısmı tekrar tencereye alındı ve eritildi.
Bu arada, yağdan süzülen minik et parçaları çorba bazında kullanılıyormuş... ve açık konuşmak gerekirse, fena da değildi. Afiyetle yedim. Öğle yemeğinden sonra sıra mum yapımına geldi.
“Tuuli, hadi bakalım. Şimdi mumları yapmaya başlayabilirsin. Gunther’la ben odun işine girişeceğiz.”
“Tamam!”
...Peki ya ben? Ne yapacağım ben şimdi? Üçü de kendi işine koyulmuşken ben de biraz düşündükten sonra annemin peşine takılıp kapıdan dışarı çıktım. Belki de “annenle ilgilen” lafı bunu kapsıyordur, kim bilir.
Ama tam o sırada annem arkasını dönüp beni fark etti.
“Myne, Tuuli’ye yardım et. Sakın ayağına dolanma ama.”
“...Pekâlâ.” Off, bana neden bu kadar az güveniyorlar ki?
Mutfağa döndüğümde Tuuli, mum iplerini aynı uzunlukta kesiyor, ardından bir çubuğa birkaç tanesini takıp tenceredeki erimiş içyağının içine sokup çıkartıyordu. Yağ iplerin üstüne yapışıyor, dondukça ip kalınlaşıyor, yavaş yavaş mum şekline giriyordu.
“Vay canına, meğer mumlar böyle yapılıyormuş.”
“Sadece bakmakla olmaz, Myne! Yardım et!”
Tuuli kızınca, işe yarayacak bir şey yapmak istedim. Birkaç mumun üzerine koku giderici otlardan koydum. Eğer işe yararsa, tüm mumlara ot eklerdim.
“Myne! Oynamayı kes!”
“Sadece şu birkaçına, tamam mı? Tuuli, sen de istemez misin güzel kokulu mumlar?”
“Yalnızca şu birkaçına, anladık mı?” Tuuli bu konuda kararlıydı, ben de başımı ciddi ciddi sallayarak onayladım.
İşe yarayıp yaramayacağını bilmiyordum, bu yüzden hepsini riske atacak değildim. Her muma farklı bir ot koydum ki hangisinin işe yaradığını görebileyim.
Tuuli’yle mumları yaparken, annemle babam da kışlık odunları hazırlamakla meşguldü. Odun olmadan donup ölmemiz işten bile değildi, o yüzden yeterince odunumuz olduğundan emin olmak hayati önem taşıyordu. Babam, Tuuli’nin ormandan getirdiği odunları ve satın aldığımız fazladan odunları baltayla yaklaşık ellişer santimlik parçalara ayırıyordu. Annemse doğranan odunları alıp kış deposuna taşıyordu.
“Anne, nereye gidiyorsun?”
Annemin normalde girmediğimiz bir odaya girdiğini görünce şaşırıp peşine takıldım. Meğer bizim evde, normal depo odasının içinde bir kış deposu daha varmış. Bunu daha önce hiç bilmiyordum. Odanın yarısı şimdiden odunla doluydu.
“Ne? Bizde böyle bir oda mı vardı?”
“Kışlık depo işte, Myne. Bunu nasıl unutursun sen?”
Şimdi düşününce Tuuli’nin getirdiği onca odunu nereye koyduğunu hep merak ederdim. Meğer bu odaya koyuyormuş. Normalde kullanılan odunlar genel depoya konduğu için bu gizli bölmeyi fark etmemiştim.
“...Burası çok soğuk.”
“Olacak tabi. Evin ocağa en uzak yeri burası.”
Evimizde şömine gibi lüks bir şey yoktu. Tek ısı kaynağımız, mutfaktaki ocak aynı zamanda fırın olarak da kullanılıyordu. Tüm aile genelde o odada vakit geçiriyordu.
Artık yataklarımız da ocağa en yakın duvara dayanmış haldeydi. Ocakta ateş yandığı sürece –ki biz çocuklar uyuyana dek yanardı– odamız şaşırtıcı şekilde sıcak oluyordu.
Ama bu sıcaklık yalnızca başta geçerliydi. Gece annem ateşi söndürdüğü için sabahları oda buz gibi oluyordu. Bu kış deposu ise ocağa en uzak oda olduğu için zaten baştan aşağı buz gibiydi.
Bu yüzden burası, yağ, erzak ve diğer kışlık malzemeleri saklamak için birebirdi. Yani evin doğal buzdolabı gibiydi, ısınması hiç istenmeyen tek yer.
“Burada bir sürü odun var.”
“Yine de anca yetiyor.”
Bu kadar odunla dolu bir oda mı ‘anca’ yetiyor?! Etrafıma bakıp odun yığınlarını incelerken aklımdan bir kelime geçti: Ormansızlaşma. Bir aile bu kadar odun harcıyorsa, bütün şehir ne kadar harcıyordur kim bilir?
“Myne, hayallere dalma. Kışlık el işlerine başlayacağız şimdi.”
“Hayale dalmadım ki!”
Annem çoktan mutfağa yönelmişti. Hemen arkasından koştum. O karanlık, penceresiz odada tek başıma kalmak istemiyordum doğrusu.
“Anne, el işi derken ne demek istiyorsun?”
“Şey... Erkekler, işte kullandıkları aletleri onarır mesela. Yeni bir şey yapacaklarsa da malzemeleri önceden toplarlar.”
“Yani içeride kapalı kaldığımız sürede yapacağımız işler?”
Annem başını salladı, elindeki ip makaralarını sayarken konuştu. “Aynen öyle. Biz kadınlar da kıyafet dikeriz. Bunu yapabilmek için ipleri hazırlayıp kumaşları boyamış olmamız gerekir. Gerçi ben boyacılık yaptığım için çoktan hallettim, ama örülecek yünleri ve nillen gibi kumaşlık bitkileri de hazırlamak lazım.”
“Hımm.”
“Bir de Tuuli’nin vaftizi gelecek yaz. Ona özel bir elbise dikmem gerek.”
Annem kararlı bir yüz ifadesiyle etrafı gözden geçirip eksikleri kontrol ediyordu. Ben ise muhtemelen sadece ayak bağı olacaktım. Bu yüzden sessizce Tuuli’nin yanına kaydım.
“Tuuli, senin kışlık el işin ne olacak?”
“Sepet öreceğim. Baharda satacağız.” Tuuli ormandan topladığı dalların kabuklarını kuyunun yanında soyuyordu. Sonra ince uzun lifler çıkarmak için bıçağını kullanıyordu.
“Peki ya sen, Myne?”
“Ben de... sahte papirüs yapacağım!”
“Ne o?”
“Eheheh. Sır bu sır.”
Tuuli’nin yaptıklarından feyz alarak ben de liflerimi hazırlamaya başladım. Bu benim için önemli bir görevdi. Gerçekten saygıdeğer, kimsenin karşı çıkamayacağı bir uğraştı bu.
Lifleri çıkarmak için, temelde Tuuli’nin yaptığını yapmalıydım herhalde. Bitkinin dış katmanını soymak, suya yatırmak ve kurutmak. Kış hazırlıkları çoktan başladığı için Tuuli ve diğerleri fazla sap toplayamamıştı, ama ne bulduysam liflerine ayırmaya başladım.
“Tuuli, ben de su alabilir miyim?”
“...Tamam.”
“Tuuli, sence bu sapların liflerini nasıl çıkarabilirim?”
“Ha? Umm...”
“Tuuli, bunları cam kenarında kurutsam rüzgâr uçurmaz, değil mi?”
Bitirdiğim lifleri dikkatlice demetledim. Çok fazla değillerdi ama bir ya da iki yaprak sahte papirüs üretmek için yeterli olmalıydı. Böylece benim kışlık hazırlığım da tamamlanmış oldu sayılırdı.
Ooh... Gerçekten çok çalıştım. Ama şey... Sanki Tuuli biraz sinirli mi ne?
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.