Kış hazırlıkları sırasında en önemli şey, hiç şüphesiz yiyecekti. Japonya’daki gibi her gün açık süpermarketlerin olduğu bir yer değildi burası. Kar yüzünden ne tarla işleri yapılabiliyor ne de pazar düzgün açılabiliyordu. Aç kalmak istemiyorsan, önceden hazırlanman şarttı. Bu yüzden şu anda üstü örtülü bir yük arabasının içinde, eşyaların arasına sıkışmış oturuyordum.
Her şey, Babamın sabahın köründe hepimizi uyandırmasıyla başladı. “Haydi millet! Bugün çiftliğe gidiyoruz! Hazır mısınız?”
Ee... Tabii ki değilim. Ne oluyor yahu?! Gözlerimi ovuşturarak Babama sinirli bir bakış attım ama Annem ve Tuuli, kocaman gülümsemelerle başlarını salladılar. Sanki sadece ben hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi hissediyordum.
“Ah doğru ya, Myne hastaydı. O yüzden konuşulurken duymamış olabilir.” Annem ellerini çırptı, Tuuli ve Babam da başlarıyla onayladı. Sanki ailem beni dışlamış gibiydi. Bu da hiç hoşuma gitmedi.
Suratımı buruşturdum, yanaklarımı şişirdim ama herkes hemen hazırlanmaya başladı. Kimsenin benimle ilgilenecek vakti yok gibiydi.
“Üşümeyelim diye kalın giyinin. Geçen yıl ateşin çıkmıştı hatırlıyorsun, Myne!” Annem, eşyaları taşırken bana seslendi. Evde yalnız kalmama izin verilmeyeceği belliydi, o yüzden çaresizce üstümü değiştirip onlarla gitmeye hazırlandım.
...Ama niye taa köydeki çiftliğe gidiyoruz ki? Yürüyerek gitmeyi planlamıştım, biraz güç kazanırım diye ama o kadar yavaş ilerledim ki, Babam sonunda dayanamayıp beni yük arabasına tıktı. Arabada bana bile zor yer vardı, o yüzden olabildiğince küçülüp kıvrıldım.
Arabada farklı boyutlarda fıçılar, boş şişeler, ipler, bezler, tuz ve odun vardı. Hepsi çiftlikte yapılacak işler için gerekli malzemelerdi muhtemelen. ...Bir saniye. Şu anda bu arabadaki en işe yaramaz şey ben miyim?
Babam arabayı ön taraftan çekerken, Annem ve Tuuli de arkadan itiyordu. Benim katkım sıfırdı ve bu da beni iyice kötü hissettiriyordu.
“Anne... Biz niye çiftliğe gidiyoruz?” diye sordum.
“Şehirde tütsüleme yeri yok biliyorsun. En yakın köydeki tütsüleme evini kiralayacağız.”
Et mi tütsüleyeceğiz? Gerçi pazardan bayağı et almıştık.
Ama annem onları haşladı ya da tuzladı, değil mi? Gerçekten bu kadar et kaldı mı? Bozulmamış mıdır? İçimden günleri saymaya başladım, ama annem bana sanki saçma bir şey söylüyormuşum gibi baktı.
“Ne diyorsun sen? Bugün domuz günü. Çiftlikten iki domuz alacağız, gruplara ayrılıp işleyeceğiz, sonra da eti tuzlayıp tütsüleyeceğiz. Pastırma, sosis, daha neler neler... Hadi ama Myne, geçen yıl da böyle yapmadık mı? ...Gerçi, sen daha çiftliğe varmadan ateşlenip yatmıştın.”
Açıkçası... Bu yıl da ateşlenmek istiyorum. En azından bu sahneyi görmek zorunda kalmam.
“Anne... Pazarda aldığın et yetmedi mi zaten?”
“Sen de bilirsin ki, yetmez. Onlar sadece ek olarak alınmıştı. Esas kışlık et bu domuzlardan çıkacak.”
Ben pazardan alınan etin fazlasıyla yeterli olduğunu düşünmüştüm ama meğer asıl mesele daha yeni başlıyormuş. Demek kışı çıkarmak bu kadar et gerektiriyor.
Ben domuzların kesilmesini izlememek için karalar bağlarken, Tuuli arabanın arkasında gülücükler saçıyordu. “Bugün çok eğlenceli şeyler oluyor! Etin tadına bakıyoruz, taze sosis yiyoruz, akşam da ziyafet var. İlk kez yardım edeceğin için çok güzel bir gün olacak Myne! Beraber gidebildiğimize çok sevindim!”
“...Herkes?” diye mırıldandım.
Annem, “Başka kim olacak ki? Mahalledeki komşularla birlikte yapıyoruz bunları. En az on yetişkin olmadan bu iş olmaz ki,” diye karşılık verdi. Sanki bunu bilmem gerekirmiş gibi konuşuyordu.
Komşularımız, ha... Myne’ın anılarında bu konuyla ilgili bir şeyler vardı ama çoğu bulanıktı. Yani oraya vardığımızda, beni tanıyıp da benim tanımadığım bir ton insan olacaktı. Onlarla uğraşmak zaten başlı başına bir dertti; üstüne bir de domuz kesecek olmamız... Pazarda gördüklerimi hatırlamak bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu.
“...Gitmek istemiyorum.”
“Ne saçmalıyorsun? Gitmezsek kış boyunca sucuk da olmaz, pastırma da.”
Kış için et lazımdı, o yüzden “istemiyorum” dedim diye kimse dönüp bakmazdı bile. Ne kadar istemesem de gitmek zorundaydım. Moralim iyice çökmüş bir halde iç çektim. Derken arabamız dış surların güney kapısına ulaştı.
“Yahu, Komutan? Geç kaldınız baya. Diğer herkes çoktan geçti bile.”
“Evet, biliyorum.”
Kapıda bekleyen nöbetçilerden biri babama seslendi. Demek ki komşular bizden çok önce yola çıkmış. Genç görünen bir asker —belli ki çocukları severdi— bana el salladı, ben de nazikçe karşılık verdim. Ne de olsa her durumda saygı önemlidir.
“Vaaav...” Arabamız küçük tünel gibi kapıdan çıkarken, ağzımdan hayranlık dolu bir ünlem döküldü. Myne olduğumdan beri ilk kez şehrin dışına çıkıyordum. Ve dürüst olayım, dışarının bu kadar farklı olacağını hiç beklememiştim.
Öncelikle... hiç bina yoktu. Şehirdeyken göz alabildiğine binalar sıralanıyordu, ama burada yalnızca geniş bir yol ve çevresine dağılmış on-on beş kadar kulübe vardı.
Üstelik hava da çok temizdi. Şehirdeki gibi pis kokularla dolu değildi. Havayı içine çekince, “hmm, temiz hava böyle kokuyormuş” dedim içimden. Yolun bir tarafı tarlayla doluydu, diğer tarafıysa gür ormanla. Manzara... adeta bir masal gibiydi. Huzurun tarifiydi sanki.
“Myne, ağzını kapa. Dilini ısıracaksın birazdan.”
“B-buh?!”
Babam uyardığı anda, araba daha da sarsılmaya başladı. Şehirde taş döşeli yoldaydık ama artık toprak yoldayız. Tümsekli, inişli çıkışlı. Arabadaki eşyalar devrilecek gibi sarsılıyordu. Neyse ki hepsi iplerle sabitlenmişti. Ama ben sabitlenmemiştim! Hayatım için arabanın yanına tutundum.
...Bu yollar berbattı! Güneşli günlerde çukurlu, yağmurda çamur deryası! Hadi ama, asfaltı icat edin artık!
Derken arabamız hızlandı. Babam biraz bastı çünkü köye varmıştık. Şehir kapısından sadece on beş dakika uzaklıktaydı. Köy yolundan geçerken bir sürü insan sesi duydum.
“Neredeyse geldik.”
Domuz kesme işi erkeklerin işiydi. Hayvanı tutmak, bağlamak, ters çevirmek, asmak... hepsi güç isterdi. Kadınlarsa o sırada tütsü evini hazırlar, büyük kazanlarda su kaynatır, tuz ve koruma aletlerini hazırlardı.
Biz geldiğimizde kesim çoktan başlamıştı. Katılmayan, et de alamazdı.
“Vay canına! Başlamışlar! Effa, Tuuli, hadi yerlerinizi alın!”
“Amanın! Koş Tuuli!”
“Tamam!”
Üçü birden arabayı bırakıp koştu. Kalın kumaştan yapılmış, balmumuyla kaplanmış önlüklerini giydiler. Annem ve Tuuli tütsü evine daldı. Babam da önlüğünü kaptığı gibi, muhtemelen iş için önemli olan mızrağını alıp kalabalığa katıldı.
N-ne oluyor?! Her şey o kadar hızlı oldu ki, ne olduğunu anlamadan ailem dağılıp gitmişti. Annemin peşinden koşsam ne yapacağımı bilemeyeceğim bir kalabalık vardı. Belli ki bu yıllık bir gelenekti ve görünmeyen bir sürü “kural” vardı. Keşke elimde bir kılavuz olsaydı...
Ne yaparsam yapayım sadece ayak bağı olacağımı biliyordum. Bu yüzden en iyisi çağrılana kadar arabada beklemekti. “Beklemek de bir iştir sonuçta,” diye kendimi avutmaya çalıştım.
Ama kötü haber şu ki... Babam arabayı doğrudan kesim alanının ortasına park etmişti.
Az ileride, adamlar bir domuzun arka bacağını kazığa bağlamış, onu çevresinde koşturuyordu. Hayvan çığlık çığlığa kaçarken adamlar peşinden koşuyordu.
Kalabalığın içinde tanıdık bir pembe kafa fark ettim. Ralph ve Lutz buradaydı.
“Yakalayın şunu! HİYAAAH!”
Babam savaş çığlığı atarak koştu. Mızrağını öyle hızlı savurdu ki, bir anda domuzun vücuduna saplandı. Hayvan sarsıldı, ayakları titredi... sonra hareketsiz kaldı.
Ben bir çığlık attım ama etraftaki adamlar zafer çığlığı atıyordu. Annem elinde bir kova ve uzun bir çubukla ileri atıldı. Yanında başka bir kadın da vardı, elinde geniş bir tas taşıyordu. Bir an sonra domuzdan fışkıran kanla önlükleri koyu kırmızıya boyandı.
Ağzımı tutarak titremeye başladım. Kadınlar domuzun etrafında kanı öyle mekanik bir şekilde topluyorlardı ki, ürpermemek mümkün değildi.
Sonrasında adamlar birlikte hareket edip domuzu ters çevirerek ağaca astılar. İçinde kalan kanlar yavaşça toprağa damlıyordu.
Şimdi gerçek kesim başlayacaktı. Kalın bıçaklı biri domuzun karnına doğru yürüdü...
Ve sonra—
O noktadan sonrası yok.
Bir anda gözlerimi taş bir binanın tavanında açtım. Burası bizim ev değildi, köyde de daha önce gördüğüm bir yer değildi. Sırt üstü yatırılmıştım. Birkaç kez göz kırptım. Ne olduğunu hatırlamaya çalıştım. O görüntüler aklıma düşünce midem bulandı.
Ama garip olan... Domuzun o şekilde ters çevrilip kesilmesi bana çok tanıdık gelmişti.
Neydi ki bu?.. Bir şeyin ters çevrilip parçalanması... Aklımın ucundaydı ama çıkaramıyordum. Muhtemelen bu Myne’ın değil, Urano olarak bana ait bir anıydı. Japonya’da buna benzer bir şey görmüştüm... ...Ah! Birden hatırladım. İbaraki sahilindeki bir pazarda baş aşağı asılı duran bir balık görmüştüm bir keresinde. Evet, işte o görüntüye benziyordu! Bu açıdan bakınca, insanların domuz için neden bu kadar heyecanlandığını anlayabiliyordum. O zaman da insanlar, taptaze bir balığı yemek için aynı heyecanı taşıyordu.
Evet, anlayabiliyorum ama... duygusal olarak hâlâ ağır geliyor bana. Yani, o balık acı içinde çığlık atmıyordu. Kan fışkırmıyordu ondan. Ugh... çok iğrençti...
Kendimi toparlamaya çalışırken ağzımı tutarak yan döndüm ve... yattığım yerden yuvarlanıp düştüm.
“Auucch...”
Ellerimi yere koyup doğrulurken etrafa bakındım. Üzerinde yattığım şey küçük, ahşap bir banktı. Yakında yanan bir şömine vardı, yani üşümüyordum. Ama odada başka kimse yoktu ve dışarıdan gelen hiçbir ses duyulmuyordu.
...Ha, dur. Ben neredeyim ki? Tam bunu düşünürken, biri başını uzattı kapıdan. Düşme sesimi duymuş olmalıydı.
“Ha? Sonunda uyandın mı?”
“Bay Otto?!”
Tanıdık bir yüz görmek öyle bir rahatlık verdi ki... derin bir nefes alıp içimi çekerek gülümsedim.
Taş bir bina ve içinde Otto varsa, burası ancak kapının bekleme odası olabilirdi. Nerede olduğumu anlayınca içimdeki endişe eriyip gitti.
“Yani... beni hatırlıyorsun, değil mi?”
Otto görünür şekilde rahatladı. Eh, haklıydı. Sonuçta dışarıdan bakınca bir çocuğum. Muhtemelen başka birini görsem ağlarım diye korkmuştur.
“Sizi unutmam mümkün mü hiç?” —Sonuçta, bu dünyada tanıştığım ilk kültür sahibi adam, hatta gelecekteki öğretmenim! Nasıl unuturum ki?
Göğsüme elimi koyup selam verdim. Otto hafifçe güldü ve başımı okşadı.
“Komutan seni sırtında taşıyarak geri getirdi. Arabada bayılmışsın. İşlerini bitirince gelir.”
Domuz kesimi ne kadar sürer bilmiyordum ama... sonrasında eti işleyeceklerini de düşününce, çabucak bitmeyeceği kesindi.
Hımm... Tuuli “akşama taze et olacak” demişti, değil mi? Demek ki burada bayağı bekleyeceğim.
Zamanımı boşa harcamamak için sahte papirüs malzemelerini arabaya koymuştum ama... şimdi ulaşamıyordum.
“Ne oldu Myne? Ailen yanında olmayınca yalnız mı hissettin?”
“Yok, sadece vakti nasıl geçireceğimi düşünüyordum.”
Başımı sallayıp içimden geçenleri dürüstçe söyledim. Otto bir an bana dikkatlice baktı, sonra kendi kendine mırıldanır gibi fısıldadı:
“Gerçekten... yaşından büyük biri gibi davranıyor.” Kafasını onaylar şekilde salladı ve:
“Belki bu hoşuna gider, Myne. Bak bakalım.”
“Vaaaav! Taş tablet!”
Otto, taş tableti uzattı. Bugün kapıdan geçeceğimizi biliyordu, o yüzden yanında getirmiş.
Başka insanların ihtiyaçlarını bu kadar düşünen bir adam...! Bay Otto tam anlamıyla harika biri!
“Ben kapıya geri dönmeliyim. Ama sen bunu al ve alıştırma yap, tamam mı?”
Tabletin üst kısmına “Myne” adını yazdı. Sonra taş kalemle bir bez bıraktı ve odadan çıktı.
Ben ise tableti bir kolumla sarıldım, ardından elimde hâlâ o dev gülümsemeyle Otto’ya el salladım. Sonra gözlerimi tekrar tablete indirdim.
Anlatmak gerekirse, bu tablet A4 boyutlarında, mini bir kara tahta gibiydi. Taş kısmı karanlıktı ve ahşap bir çerçevenin içine yerleştirilmişti. Her iki yüzü de yazı yazmaya uygundu, bir tarafı ise harf çalışması için çizgiliydi.
“Taş kalem” bu tablet için özel yapılmış bir yazı aletiydi. Elimdeyken bir taş gibi sertti ama görünüşü ince bir tebeşiri andırıyordu. Yanında verilen bez biraz kirliydi ama silmek için kullanılacağı belliydi. Zaten Otto’nun yazdığı harfler, sadece tablete sarılmamla bile biraz silinmişti.
“Ahh, kalbim küt küt atıyor!” Tableti masaya koyup kalemi elime aldım. Onu tıpkı bir kurşun kalem gibi tutmam bile kalbimin hızla çarpmasına yetti.
İlk olarak Otto’nun yazdığı harfleri kopyalamaya başladım. Hiçbirini tanımıyordum ama...
Yine de öyle heyecanlıydım ki, ilk harflerim titrek ve eğri büğrü olmuştu. Japonya’da olsaydım hemen başımı sallayıp onları siler, yeniden başlardım. Ama... uzun zamandır ilk kez harf görüyordum. Onlardan gözümü alamadım.
O kadar, o kadar mutluydum ki...
Derin bir nefes aldım… Sonra uzun uzun verdim… Tabletin yanındaki bezle harfleri sildim ve tekrar denedim. İkinci seferde işler çok daha iyi gitti. Adımı yazdım... sildim. Yine yazdım... tekrar sildim.
Sıkılmaya başladığımda ise, Japonca küçük şiirler ve şarkı sözleri yazmaya başladım. Sonra onları da sildim. Yeniden yazdım... Ve yine sildim.
Haah... Bu tam anlamıyla mutluluk.
Hiç düşünmezdim; sadece harf yazmak bu kadar mutlu edebilir mi bir insanı?
Fırının hemen yanındaki bekleme odası hava kaçırıyordu, içeri sürekli serinlik doluyordu. Bu yüzden... saatlerce tabletiyle oyalanıp ailemi bekleyen ben, rekor sürede nezle oldum ve yine ateşlenip yatağa düştüm.
“Vücudun hâlâ sıcak Myne. Yataktan çıkmak yok, anlaşıldı mı?”
“...Tamam.”
Annemle babam kış hazırlıkları yüzünden oradan oraya koşturuyordu. Kök sebzeler kucağında, evin dışından içeri taşıyorlardı. Tuuli ise mutfakta, kendi topladığı meyvelerle balı birleştirip reçel yapıyordu.
Bu dünyada, evin içinde tatlı bir koku yayılmaya başladığında... Sadece bu bile beni mutlu etmeye yetiyordu.
Anne ve babam bir yandan bira fıçılarını ve işlenmiş domuz etlerini kış deposuna yerleştirirken, Tuuli elinde bir tepsiyle odama geldi. Üzerinde sıcak çorba vardı.
Taş tableti kenara bıraktım ve tepsiyi doğrudan ondan aldım.
“Üzgünüm, Tuuli...”
“Gerçekten ama... bu çok zahmetli.”
“Aaah... Ne yani? Hani ‘böyle şeyler demeyecektin’ demiştin?”
“Hiç öyle bir şey demedim!”
...Yani evet, demedin. Ama bu böyle... sessizce kabul edilmiş bir söz gibi değil mi zaten?
Diğer herkes kış hazırlıklarıyla harıl harıl meşgulken... Ben yatakta yatıyordum ve sadece Otto’nun verdiği taş tabletiyle oynayıp ismimi yazıyor, sonra Japonca şeyler karalıyordum.
Ama içimdeki boşluk gitgide büyüyordu. Ben... yazının kalıcı olduğu bir şey istiyordum.
Birkaç harf yazmak bile beni bu kadar mutlu edebiliyorsa... Bir kitap okumak beni ne kadar mutlu ederdi kim bilir.
Bu yüzden... Bir an önce iyileşip kağıt yapımına devam etmeliyim. Kitap için.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.