Yukarı Çık




89   Önceki Bölüm 

           
Bölüm 20: Pusu

Bu adamlar kesin delirmiş olmalıydı, diye düşündü Lihaku.
Hemen önünde, Shishou’nun özel askerleri saldırganlar karşısında sinmişti. Düşman aniden ortaya çıkınca ellerine alelacele mızrakları almışlardı, ama Lihaku ve adamları öylesine iyi hazırlanmıştı ki, bu karşı koyuş neredeyse komik kalıyordu.

Lihaku’nun buraya geliş amacı, hain Shi klanını tutuklamaktı. Yani ihanetten başka ne olabilirdi? Başkentten altmış li kuzeyde terk edilmiş bir kaleyi gizlice yeniden inşa etmeleri… Üstelik askerle doldurmaları… Açıkça isyandı bu.

Kale büyük olabilirdi, evet. Ama böyle bir yapıyla kalkıp isyan planlamak? Aklın alacağı iş değildi. Shi klanının lideri Shishou, sarayda oldukça nüfuzlu biriydi. Öyle ki, bir zamanlar baş cariyelerden birini saraydan kovdurup yerine kendi kızını geçirebilmişti.

Lihaku, kafasını anlam veremez halde yana eğdi ve elindeki tokmağı savurdu. Shishou açgözlülüğüne yenik mi düşmüştü, yoksa doğrudan mı delirmişti? Her ne hissediyorsa, başkentten kaybolup böyle bir yerde saklanmak, “beni hain ilan edin” demekti. Sarayda “yaşlı rakun” lakabıyla tanınan bir adamın böyle bir budalalık yapması... mümkün müydü?

Ama neyse. Lihaku bir askerdi. Düşünme işini başkalarına bırakabilirdi. Onun yapması gereken tek şey vardı: görevini yerine getirmek.

Tokmağını bir düşman askerinin ayağına indirdi, ardından bacaklarını yerden süpürerek adamı yere serdi. Arkasında, beyaz pelerinli adamları zayıf düşmüş düşmanları bağlamaya başlamıştı bile. Lihaku da birkaç dakika öncesine kadar bu beyaz pelerinlerden giyiyordu ama hemen çıkarmıştı—çok fazla engel oluyordu. Kaldı ki, üzerine sıçrayan kan beyaz kumaşta fazlasıyla göze batıyordu. Savaş için pek de uygun değildi doğrusu.

Yine de karla kaplı arazide kamuflaj olarak işe yaramıştı. Özellikle de ayın bile görünmediği bir gecede...

Lihaku ve askerleri ellerinde meşale olmadan ilerlemişti. Timleri ikiye bölmüştü: ilki, önde giden ve kara alışık, kendine güvenen askerlerden oluşan birlikti. İkincisi ise birkaç li gerideydi.

Taktik şuydu: kale muhafızları, uzakta ilerleyen ikinci birliği fark edince düşmanın hâlâ çok uzakta olduğunu sanmış, karanlıkta sessizce yaklaşan ilk birliği ise tamamen gözden kaçırmışlardı.

Yalnız Lihaku ve adamlarının da sorunu vardı. Kaleye ulaşmak için birkaç li boyunca açık bir alanı geçmek zorundaydılar. Eğer gökyüzü yıldızlı olsaydı, bu belki sorun yaratmazdı ama gök kapkaraydı ve yön bulmak neredeyse imkânsızdı.

Lihaku bir düşmanı daha bağladıktan sonra derin bir nefes verdi. Tam o anda yakasından bir şey düştü.

“Şunlar gerçekten akıllıca,” diye mırıldandı, karda düşen tahta balık şeklindeki objeyi yerden alırken. Bu küçük araç, kalenin konumunu belirlemelerine yardım ediyordu.

Bu minik balığın içinde bir mıknatıs vardı. Su dolu bir kaba koyunca yön tayin etmeye yarıyordu. Genelde gemilerde kullanılırdı. Üzerine gece parlayan bir tür mantardan elde edilen fosforlu toz serpilmişti, böylece gecenin karanlığında bile okunabiliyordu.

Pusu planının bir başka yönü daha vardı. Lihaku, dağ yamacından inen çığa hayranlıkla baktı.
“Bu planı kim yaptıysa... kesin deli. Ama kurnaz bir deli,” dedi.

Bu kalenin terk edilme nedenlerinden biri de buydu: kaplıcaların bulunduğu bölgelerde sık sık depremler olurdu. Onlarca yıl önce öyle büyük bir deprem olmuştu ki, dağın şekli değişmişti. Ve bu dağın bir kısmı kopmuştu. Kışları bu yüzden ara sıra çığ düşüyordu. Çok sık olmazdı, ama savunma açısından zayıf bir noktaydı bu.

Ve bu çığ... insan eliyle hazırlanmıştı.

Bu yıl hava her zamankinden daha soğuktu, kar da oldukça yoğundu. Öndeki birlikten bazı dağcılar, ateş mızraklarıyla beraber dağa tırmanmıştı. Lihaku önce nedenini anlamamıştı. Şimdi anlamıştı.

Kirli karların üzerinde yürürken birini gördü. Kaleye doğru ilerleyen biriydi bu. Beyaz pelerininin altında uzun siyah saçları geceyle dans ediyordu. Lihaku, bir savaşın ortasında, bir adamı “güzel” olarak tanımlayacağını hiç düşünmemişti.

Ama yine de kendi kendine buruk bir tebessüm etti.

Normalde bu adamı savaş meydanında görmek kimsenin aklına gelmezdi. Kusursuz yüz hatlarıyla, bir yandan arka sarayın bahçıvanı gibiydi, ama bir yandan da o sarayın çiçeklerinden biri. Fakat onun için “çiçek“ kelimesi bambaşka bir anlama da geliyordu: “Ka“ isminin taşıdığı mana.
Saçları yarı topluydu ve gümüş bir saç tokasıyla sabitlenmişti. O tokayı gören herhangi biri, kendini yere atar, secdeye varırdı.

Ülkelerinin adı “Li“, üç adet “kılıç“ karakterinin yan yana yazılmasıyla oluşuyordu. Ancak bu üç kılıcın üzerine yerleştirilmiş bir karakter daha vardı: ot, yahut çiçek anlamına gelen bir simge.
Tüm ülkede yalnızca iki kişi bu “Ka“ ismini taşıyordu. O da onlardan biriydi.

Normalde burada olmamalıydı.
Sessizce birkaç li boyunca gece yürüyüşü yapacak biri değildi o. Oysa burada, en dayanıklı askerlerden seçilmiş bu özel birlik bitkin düşmüşken bile o tek kelime etmeden yürümeye devam ediyordu.
Yüzü bir göksel peri kadar güzel ve narin olan bu adam, elinde söğüt yaprağı biçimli bir pala taşıyor, üzerindeki morumsu zırh ise etrafındakilere onun kim olduğunu açıkça gösteriyordu.

Karşılarında duran, bir erkeğin bulunması gereken yerde duran kişi… hadım Jinshi’ydi.
İmparatorun gözdesi olan bu genç hadım öylesine yakışıklıydı ki, zaman zaman nahoş söylentiler yayılırdı onun hakkında. Emri eline aldığında kim bilir kaç kişi ağzı açık kalakalmıştı, kaç yetkili benzi atmışçasına bembeyaz kesilmişti.
Zira bu genç efendi, kadın erkek fark etmeksizin herkesin ilgisini çekerdi—ara sıra bazı erkekler bile ona kur yapmaya çalışırdı.

Lihaku da en az diğerleri kadar şaşırmıştı.
Son zamanlarda Jinshi’nin sağ kolu Gaoshun kendisinden birkaç özel ricada bulunmuştu. Bunlardan biri de, soğuğa dayanıklı, sağlam yapılı askerlerden bir grup seçmesiydi.
Şimdi her şey netleşiyordu.

Genç adam artık “Jinshi“ adını kullanmıyordu. Ama Lihaku, onun gerçek adı olan “Ka“yı da söyleyemezdi.
Yazılabilirdi belki, evet. Ama bu ismi sesli dile getirebilecek insanlar... pek nadirdi.

Jinshi kaleye girerken, Lihaku da geride kalmamak için onun peşinden ilerledi.
Gaoshun ortalıkta görünmüyordu ama onun yerinde, sert bakışlı genç bir savaşçı Jinshi’nin yanından ayrılmıyordu.
Lihaku da onların hemen arkasından kaleye adım attı.

Kaleye adım atar atmaz burnu yakan bir koku karşıladı onları; çürük yumurta gibi bir şey.
Lihaku bunun ne olduğunu düşünürken, bazı adamların kucak dolusu kar taşıyarak alt kata indiğini gördü. Aşağıda bir yangın mı çıkmıştı?
Hemen adamlardan birine sordu. Aldığı yanıt bunu doğrular nitelikteydi: bir patlama olmuştu.

“E-Eğer hemen müdahale etmezsek, h-hanımefendi...”
Adam korkudan titriyordu, Lihaku’nun gözlerinin içine bile bakamıyordu.
Lihaku, daha fazla zorlamadan onu bıraktı. Bu adamın bu hâlde olmasına sebep duman mıydı, yoksa şu bahsettiği ‘hanımefendi’ye duyduğu korku mu?
Belki de işlerin aniden bu hâle gelmesi kalenin beklenenden daha az askerle savunulmasına neden olmuştu.

Ağzını kapatarak Jinshi’ye yaklaştı ve saygıyla diz çöktü.
“Bir fikrin mi var?” diye sordu Jinshi.
Lihaku, konuşmayı onun başlatmasına minnet duydu.
“Rahat konuş.”

“Emredersiniz.”
İşte böyle anlarda Lihaku, keşke daha düzgün konuşmayı öğrenmiş olsaydım diye geçirirdi içinden.
“Bu dumanla burada uzun süre kalamayız diye düşünüyorum. İçeridekiler de bir an önce çıkmak isteyecektir, eminim.”

“Farkındayım,” dedi Jinshi.
Lihaku içinden kendine küfretti. Belli ki sadece apaçık olanı dile getirmişti.
“Ancak içeride kaçmasına izin veremeyeceğimiz biri olabilir.”

“Öyleyse tüm askerlerimle aramaya başlıyorum, siz dışarı geçin lütfen.”

“Üzgünüm, bunu yapamam.”

Lihaku kaşlarını çatma dürtüsünü bastırdı—neyse ki yere bakıyordu.
Jinshi’nin yaralanması, Lihaku’nun başına gelebilecek en kötü şeylerden biriydi.
Genç adamı buradan çıkarıp güvenli bir noktadan operasyonu izlemesini sağlamak istiyordu.

Ama aynı zamanda burası Yasak Ordu’ydu.
Ve Jinshi’nin yeri, ordunun başıydı.
Üstelik bu bir pusu harekâtıydı; Jinshi, yerini başkasına bırakmaya hiç niyetli görünmüyordu.
Bu ordunun başında onurla durmak, onun için “hadım Jinshi” kimliğini geride bırakmak anlamına geliyordu.
Ve bu da, sarayda uzun süredir süregelen dengeyi altüst edecekti.

Zaten o dengenin bir parçası olan Shi ailesi dağılmış durumdaydı—Lihaku bunu gözleriyle görüyordu.
Ailenin bazı üyeleri, esir alınan düşman askerlerinin arasına karışmış olabilirdi.
Ama yakalansalar da iş değişmezdi: imparatora karşı komplonun bedeli, sadece suçlunun değil, tüm ailesinin kökten yok edilmesiydi.
Belki hükümdarın kişisel merhameti sonucu bu ceza hafifletilebilirdi, ama Shi ailesi için artık umut yoktu.

“Başkumandan Kan’ın kızı burada esir,” dedi Jinshi.

“Efendim...”

Kan adı çok yaygındı. Ama ülkede bu isimle anılan yalnızca tek bir yetkili vardı: tuhaf tavırlarıyla tanınan usta stratejist.
Görev öncesinde Lihaku’ya onunla ilgili iki şey söylenmişti:
Bir, böyle bir kadının gerçekten var olduğu;
İki, neden kaçırıldığının bilinmediği.

“Onu orada bırakabilir misin?” diye sordu Jinshi.

Hayır. Bu konuda içi emindi, onu orada bırakamazdı.

“Bu bana yeni bir siyasi düşman kazandırır...” dedi Lihaku, istemeden.

Bir an için, Jinshi’nin sert ifadesinde başka bir şey parladı sanki.
“Evet, haklısın,” dedi.
Sanki içine işleyen bir acıyla yutkunmuştu.
Ama sonra adımlarını ileriye doğru attı.

Lihaku ayağa kalktı, sinirle saçlarını çekti. Ama içinde bulundukları durumda yapabileceği tek şey, verilen görevi bir an önce tamamlamaktı.

Patlamayla birlikte kar da şiddetle aşağı inmişti.
Bu duruma teknik olarak “çığ” deniyordu, ama Maomao’nun gözünde bu, sırtlarındaki uçurumdan üzerlerine çöken bir “kar ejderhası”ydı.
Çığ, Maomao’nun bulunduğu noktaya kadar ulaşmamıştı. Ama onun gözüyle bakıldığında, muhtemelen bir depo binası olan yapı, beyaz bir sisin içinde kaybolmuştu.

Tüm bunları balkondan izliyordu.
Patlamalar yer altındaki işçilerin çoğunu kaçırmıştı.
Geri kalan birkaçıysa yangınları söndürmeye çalışıyordu.
Ancak şimdi çığla birlikte bölünmek zorunda kalacaklardı.

Kalenin dış duvarından atlayarak içeri giren askerleri gördü—manzarayı görünce afallamışlardı.

Ama kaçamayanlar da vardı.
Bembeyaz bir şey, savunmasız kalan surların üzerinden içeri süzüldü.
Rengi karla öylesine uyumluydu ki bu mesafeden ne olduğunu seçemiyordu.
Ama birkaç asker korkuyla onunla yüzleştiğinde, gecenin içinde kıpkırmızı bir parıltı belirdi.
Kan damlaları, bembeyaz karın üstüne sıçradı.

O beyaz şey… bir saldırgandı.
Pelerini savurdu ve altından tam takım zırh çıktı.

Asiler diz çöktürülmeye mi gelinmişti?

Bir üst cariyenin arka saraydan kaçması, başlı başına isyandı zaten.
Hele bir de ailesi böyle bir dağ kalesinde direniş gösteriyorsa—artık bahane falan kalmamıştı.

“Ben burada güvende miyim?” diye düşündü Maomao.
İşgalcilerin meşalelerinin loş ışığında ilerlediğini görürken duraksadı.
Nasıl bildiğini bilmiyordu ama... biliyordu.
Gördüğüne emindi.
Savaş alanına hiç yakışmayacak kadar nympha(Dişi Peri) benzeri bir güzelliğe sahip o adamı...
Gösterişli, nadir renkli zırhıyla bir savaşçı kadar yakışıklı, göz alıcıydı.

Beni kurtarmaya mı gelmiş olabilir?..

Hayır, hayır.
O kadar boş vakti olamazdı ki zaten.

Gözleri yanılmış olmalıydı.
Zaten o figür kısa sürede kalabalığın arasında kayboldu.
İşgalci güçler kaleye akın ediyordu ve az sonra buraya da ulaşacaklardı.
Ve Maomao’nun hiçbir fikri yoktu… ona nasıl davranacaklardı?

Sülfür kokusu sarmıştı her yeri—patlamadan mı?
Zehirlenmemek için kimonosunun kolunu ağzına bastırdı.

Kaçmam gerek...

Kafasındaki bu tek düşünce dönüp duruyordu.
Shisui’yi bu olaydan sonra eleştirecek bir hâli hiç kalmamıştı.
Ben neyim böyle, geri zekâlı mıyım?
Durup dururken kalakaldı.

Ayak sesleri yaklaşıyordu.
Kalbi göğsüne sığmıyordu.
Beni anında öldürürler mi acaba...

Umarım... en azından beni dinleyecek kadar zaman ayırırlar.

O anda, biri kapıyı tekmeleyerek açtı.
Kapının eşiğinde, morumsu mavi bir zırh giymiş bir asker belirdi.

Hiçbir şey söylemedi.
Maomao da hiçbir şey söylemedi.
Uzun bir sessizlik oldu.

İlk konuşan Maomao oldu:

“Affedersiniz... ama sizi korumam için rica etsem, Efendi Jinshi?”

“Yaralandın mı?” diye sordu Jinshi.
Maomao’nun üzerindeki kan lekelerini görmüştü.

“İyiyim. Sıçrayan kandan ibaret.”

“Bu iyi olmak değil ki!”
“Yılan kanı.”

Jinshi’nin yüzündeki ifade, bunun daha iyi bir açıklama olduğunu düşündüğünü göstermiyordu.
Ama Maomao için... bu bezgin yüz ifadesi son derece tanıdıktı.
Kendini güvende hissediyordu.
İstemsizce gülümsedi.

“Şey, bu—”
Jinshi adım atıp ona doğru yaklaştı, bir şey söylemek üzereydi ki...

Yeni ayak sesleri duyuldu.
Jinshi’nin ifadesi aniden değişti.
Ne o zarif, nympha gibi gülümseyen hadımın yüzü,
ne de zaman zaman çocuksuluğa varan genç adamın ifadesi vardı yüzünde.

“Vâris efendimiz,” dedi odaya giren sert görünümlü adam.

Vâris mi?

Maomao’nun gözleri büyüdü.

“Artık o unvan bana ait değil,” dedi Jinshi. “Bir Prens doğdu.”

Demek ki Cariye Gyokuyou sağ salim doğurmuştu—ve çocuk bir erkekti.

Demek gerçek kimliği buymuş, diye düşündü Maomao. Bir adamın hadım olmadan iç saraya girmesi büyük bir suçtu. Yalnızca İmparator’un kanını taşıyanlar ya da onun özel emriyle gelenler içeri alınırdı.

“Epeyce yaşlanmışsınız, Efendi Jinshi,” dedi Maomao hafif bir ses tonuyla ama Jinshi, bu sözüne biraz öfkelenmiş gibi ona bir bakış attı.

“Lihaku burada mı?” diye sordu Jinshi. Büyük, köpeksi adam hızla odaya girdi. “Bunu sana emanet ediyorum,” dedi Jinshi ve ardından çıktı.

Lihaku başını yana eğdi, kollarını kavuşturdu ve kaşlarını çattı. “Affedin ama, siz sarayda çalışan Maomao adında genç bir kıza fena hâlde benziyorsunuz.”

“Çünkü benim zaten o,” dedi Maomao.

Lihaku saçma sapan konuşuyor olabilir ama üzerindeki askeri üniforma yerine zırh giymişti ve bir topuz taşıyordu.

“Ne işin var burada?” diye sordu.

“Sanırım kaçırıldım,” dedi Maomao.

Lihaku’nun kafası daha da eğildi, neredeyse yere paralel oldu. “Şey, senin... baban...”

“Muhtemelen düşündüğün kişi, o yüzden lütfen adını anma. Ona ‘ihtiyar bunak’ falan de; ben anlarım,” dedi Maomao.

Lihaku onun isteğine saygı göstererek devam etmedi, ama belli ki gözle görülür şekilde titredi, sonra da yumruğunu avcuna vurdu sanki kafasında taşlar yerine oturmuştu. Maomao onun hangi noktaları bağdaştırdığını tam anlayamasa da bu durumdan pek memnun kalmamıştı.

Lihaku Maomao’yu işaret etti. “O! O işte!” Yanındaki bir asker ona şüpheyle baktı ama cübbesinin içinden bir düdük çıkarıp çaldı. Sonra Lihaku Maomao’ya döndü: “Kusura bakma. Sen öyle diyorsan doğrudur. Vay be, ne hâle gelmişsin! Kan revan içindesin. Yaralı mısın?”

“Sıçramış sadece.”

Lihaku her zamanki gibi patavatsızdı ama gerçekten endişeyle bakıyordu. Maomao’nun en kötü yarası, Shenmei’nin yelpazesiyle vurduğu yerdeki çürükten ibaretti. Asker de üstüne biraz kan sıçratmış olmalıydı; Maomao ona yaklaşınca kan kokusunu almıştı.

“Ne olur bir şeyin olmasın,” dedi Lihaku. “O ihtiyar bunak, doğru düzgün yürüyememesine rağmen illa geleceğim dedi, eee... Şimdi de yürüyemiyor.”

’’İhtiyar bunak.’’ Demek gerçekten söyledi. Bu baskının fikrini ortaya atan kişi muhtemelen oydu, diye düşündü Maomao. Büyük ihtimalle çığın kopmasına da o vesile olmuştu.

Lihaku çok endişeli görünmese de görevini ciddiyetle yapıyordu. “Şu çocuklar da neyin nesi? Uyuyorlar mı?”

Ağır adımlarla ilerliyordu ki Maomao ellerini uzatıp onu durdurdu. “Nefes almıyorlar. Zehir verilmiş.”

Lihaku yüzünü buruşturdu. Gördüğü manzaranın korkunçluğunu fark etmişti. Ama çocuklar hayatta kalsaydı bile onları bekleyen şey darağacından başka bir şey olmayacaktı. Bir cariyeye suikast girişimi bile idam cezası ve tüm ailenin mallarının müsaderesiyle sonuçlanabilirdi—burada işlenen suç ise çok daha ağırdı. Kadınlar ve çocuklar da dâhil olmak üzere, herkesin cezalandırılması kaçınılmazdı.

Maomao, Lihaku’nun acılı ifadesini inceledi. “İdam edilenlere ne oluyor?” diye sordu. “Öylece mi bırakılıyorlar?”

“Yok, yok. Onlar özel bir mezarlığa defnediliyor. Ama yakılıyorlar.”

“Hiç değilse annelerinin yanına gömülemezler mi?”

Lihaku boş boş baksa da sonra başını kaşıdı, acılı bir sesle inledi. “O işler benim alanım değil maalesef.” Yine de Lihaku ilerledi ve çocuklardan birini kucağına aldı. Yataktaki örtüleri ikiye böldü, çocuğu kundaklar gibi sardı. “Uyuyormuş gibi... Hepsini birden taşırım sanmıştım ama bu çocuk epey ağırmış.”

Sonraki çocuğu da örtünün kalan kısmına sardı. Sonra çarşafları da yırttı ve sarmaya devam etti. Son çocuğu sarmaya yetecek kadar örtü kalmamıştı ki kapıda bekleyen asker pelerinin çıkarıp getirdi.

“Birkaç adam daha çağırın,” dedi Lihaku, ardından her koluna bir çocuk alarak doğruldu.

“Efendi Lihaku?”

“Hepsini birlikte gömemeyiz ama onları burada öylece bırakmak içimi kaldırmıyor. Mezarın yakınına, sessizce gömsek hiç olmazsa...” Bembeyaz dişlerini göstererek gülümsedi.

“Bu yüzden suçlanacağını düşünmüyor musun?”
“Bilmem. Eğer öyle olursa, paçamı kurtarmanın bir yolunu sen bulursun artık.”

“Evet, eminim bu çok kolay olur,” dedi Maomao kollarını kavuşturarak, hafif sinirli bir ifadeyle. Ama sonra Lihaku’nun yüzünde bir şey parladı—ilham perisi gelmiş gibiydi.

“İşte bu! Mükemmel fikir!” dedi, sırıtarak.

“Ne, efendim?”

“Şu ihtiyar bunağa ‘baba’ desen, ne istersen yapmaz mı?”

Maomao’nun buna nasıl karşılık verdiğini anlatmamıza gerek yok herhâlde.

“Uh... Şey, unut gitsin, hiç söylememiş olayım,” dedi Lihaku, gözlerini kaçırarak. Maomao’nun yüz ifadesi herhâlde o kadar berbattı ki...

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


89   Önceki Bölüm