Bir ıslık sesi duyuldu. Jinshi’nin içini hafif bir rahatlama kapladı. Bu ıslık, görevin başarıyla tamamlandığını gösteren sinyaldı: Bir sorun varsa birkaç kısa ötüş, her şey yolundaysa uzun bir tanesi. Demek ki Lihaku, Maomao’yu sağ salim kaleden çıkarmıştı.
Jinshi uzun bir koridordan çıktı. Yola çıkmadan önce incelediği planları düşündü: İleride büyükçe bir salon, bir ofis ve ardından yaşam alanları olmalıydı.
Basen hemen arkasındaydı. Normalde o pozisyonda Gaoshun olurdu ama bu kez Gaoshun’un başka bir görevi vardı. Yine de Basen, babasının yerini alırken genelde biraz huzursuz görünürdü.
“Çok gerilme,“ dedi Jinshi, sadece Basen’in duyabileceği bir ses tonuyla. İkisini iki subay daha takip ediyordu.
“O zaman önden gitmeme izin verin,“ dedi Basen. Ne demek istediğini Jinshi anlamıştı—onu önden ve arkadan korumak istiyordu. Jinshi hafifçe güldü, sonra ağır kapıyı itmek üzereyken birden içini kötü bir his kapladı. Diğerlerine geri çekilmelerini, kapının tam önünde durmamalarını söyledi. Ardından kapıyı itti ve hemen kendini duvara yapıştırdı.
Neredeyse kulakları sağır eden bir patlama sesi yanından geçti.
“Ne oldu öyle?!“ diye sordu Basen, kaşlarını çatmış bir şekilde.
“Beklediğim bir şeydi,“ dedi Jinshi.
Eğer burada barut üretiliyorsa, savaşta feifa kullanmaları da beklenirdi. Ancak bu tarz silahların kullanımı bazı şartlara bağlıydı—kötü havalarda işe yaramazlardı ve çalışır durumda olsalar bile yeniden doldurmaları zaman alırdı. Üstelik kullanmak için en az buradaki kadar geniş bir alana ihtiyaç vardı.
Tam Jinshi’nin tahmin ettiği gibi olmuştu—kapının ardındaki geniş salonda bazı adamlar çılgınca tüfeklerini yeniden doldurmaya çalışıyordu. “İleri!“ diye bağırdı Jinshi. Aynı anda odadaki adamlar silahlarını bırakıp kılıçlarına davranmak istediler ama artık çok geçti. Feifa, temelde birden fazla kişinin sırayla ateş etmesiyle kullanılmak üzere tasarlanmıştı. Bu adamlar ilk salvoyu ıskalamıştı ve yeni mermi dolduracak vakitleri yoktu. Sayıları beş civarındaydı, hepsi de süslü giysiler içindeydi. Jinshi birkaç tanesini tanıdı. Barutun kendine has kokusu, taş döşeli geniş odayı kaplamıştı.
“Shishou nerede?” diye sordu. Bu odadaki herkesin Shi klanından olduğunu varsayıyordu. Savaşın kaybedildiğini gören askerler onları terk etmişti; feifa’lar, gidişatı tersine çevirmek için yapılan son çabaydı. “Konuşmaya niyetiniz yok mu?”
“B-Bilmiyoruz! Bu bizim planımız değildi!” adamlardan biri bağırdı; gözlerini Jinshi’ye dikmişti. O kadar heyecanla konuşuyordu ki ağzından tükürükler saçılıyordu. Basen, Jinshi’ye atlamasından korkarak adamı hızla yere bastırdı. “Kandırıldık! Biz sadece yemdik!” diye haykırdı adam, Basen onu yere bastırırken.
“Sen ne yüzsüzsün—!” diye kükredi Basen ve adamın suratını daha da sert bastırdı. “Bu kaleyi yeniden inşa etmek için devlet hazinesinden fon çaldığınıza dair elimizde kanıt var! Ve şimdi silah çekip karşımıza dikilmişsiniz—tek suçunuz bu olsa bile, sonucunun ne olacağını biliyorsunuz!” Kılıcının çıplak namlusunu adamın boğazına dayadı. Adam, ağzından köpükler saçılarak, tam anlamıyla çaresizce kıvranıyordu.
“Y-Yemin ederim, bilmiyordum! Hiçbir şey bilmiyordum! Bunun ülke için olduğunu söyledi. Biz her şeyi ulusumuz için yaptık...”
Şrak. Kılıç indi—ama yere, taş zemine çarptığında kıvılcımlar saçıldı. Adam, gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi büyümüş halde, aniden sustu. Altında, zemine koyu bir leke yayılmaya başladı. Diğer adamlar sessizliğini koruyordu; belki de aynı aşağılayıcı duruma düşmek istemiyorlardı. Ama gözlerindeki korku, her şeyi anlatıyordu.
Jinshi, onlara “Bana öyle bakmayın,” demek isterdi—ama nasıl desindi? Gözleriyle af dileyebilirlerdi, ama haklarında verilecek hüküm artık değişmezdi. Jinshi’nin onlar için yapabileceği tek şey, dik durmak ve duygularının mızrak uçlarını sessizce kabullenmekti.
“Merhametli olun biraz. Ya şimdi kılıçla ya da sonra darağacında. En azından adamcağızı burada bitiriverseydiniz de biraz insanlık görseydi.”
Bu sözlerle birlikte, ayak seslerinin yaklaştığı duyuldu ve Basen’le diğer askerler hemen savunma pozisyonu aldı. Yuvarlak vücutlu, tombul bir adam yavaşça odaya sürünür gibi girdi: Shishou. Elinde bir feifa tutuyordu. Jinshi, “yaşlı rakun köstebeği“(Tanuki)olarak bilinen adama baktı. “Hayli rahatsın, Shishou,” dedi.
Cübbesinin kıvrımlarından bir parşömen çıkardı. İmparator’un kişisel mührünü taşıyan bu belge, Shi klanının tüm üyelerinin yakalanmasını emrediyordu.
Shishou hâlâ yavaşça hareket ediyordu; sanki elinde sınırsız zamanı varmış gibi. Feifa’yı doğrulttu.
“Akıl sağlığınızı mı yitirdiniz?” diye sordu askerlerden biri sessizce. Shishou’nun çakmağı yoktu ve bu da silahı ateşleyemeyeceği izlenimini veriyordu.
Ama Jinshi aniden Basen’i bir eliyle, diğer bir yoldaşını da diğer eliyle yakaladı ve ikisini birden yere çekti. Patlama hemen ardından geldi. Mermi duvardan sekti ve yerdeki Shi klanından bir adamın bacağına isabet etti. Talihsiz bir adamdı. Acı dolu çığlığı odada yankılandı.
“Ayıp sana. Daha önce bir hayvana ateş etmemiş miydin, nasıl bir his diye görmek için?” dedi Shishou, inleyen adama. “Ben de o kadar heveslenmiştim ki bir insan üzerinde denemeye… Ne yazık.”
Jinshi, Shishou’nun sesinde en ufak bir duygu belirtisi olmamasını fark etti. Sanki bir senaryoyu okuyordu. Ya da belki sadece Jinshi’nin hayal gücüydü.
“Hımm. Görünüşe göre sonum geldi. Birazcık daha vaktim olsaydı...” Sonra Shishou feifa’yı yere fırlattı.
Jinshi’ye baktı—ve o anda yüzü hafifçe yumuşadı. Ne demeye çalışıyordu?
Ama Jinshi bunu hiç öğrenemedi. Belki Shishou, sorsa bile söylemeyecekti.
“Çekilin!” diye bağırdı Basen, hâlâ yerdeyken.
Kan sıçradı.
Üç kılıç, neredeyse aynı anda Shishou’nun tombul karnına saplandı. Adam tek kelime etmedi. Sadece yukarı baktı. Ağzından kırmızı köpükler taşarken gözleri kıpkırmızı kesilmişti. Ama yere yığılmadı. Kollarını iki yana açtı ve tavana baktı.
Gülüyor muydu? Yoksa beddua mı ediyordu?
Tavanda özel bir şey yoktu. Belki de onun ötesine bakıyordu—daha yükseğe.
Jinshi hiçbir şey anlayamadı. Bu, bir tiyatro oyununu izliyormuş gibi hissettirdi. Burası Shishou’nun sahnesiydi, ve bu da onun son perdesi.
Shishou, yukarıda neye baktığını bir daha asla açıklamadan hayata gözlerini yumdu. Belki biraz sönük bir sondu. Ama ölmüştü. Büyük odanın ötesindeki koridor, incecik giysiler giymiş kadınlar ve rezil görünümlü erkeklerle doluydu. Kadınlar durmaksızın gevezelik ediyor, hayatlarını kurtarmak için içeride kimin olduğunu söylemeye can atıyorlardı. Erkeklerse, kadınların aksine, Shi klanından olmadıklarında ısrar ediyordu.
Jinshi hayatını kurtarmak isteyen birinin bu tür davranışlarını anlayabiliyordu, ama herkesin kendini kurtarmak uğruna birbirini satmasına katlanamıyordu. Tüm tutuklamaları astlarına bıraktı.
Eski cariye Loulan ile annesi Shenmei’nin en iç odada olduğu söylenmişti. Ancak vardıklarında, önce içeri giren Basen, “Burada kimse yok!” diye haykırdı.
Ortada sadece odanın ortasında kocaman bir yatak, birkaç kanepe vardı. Her yerde dağılmış giysiler, dökülmüş şarap, pipolar ve tuhaf bir koku yayılıyordu. Burada ne yaptıklarını tahmin etmek pek zor değildi. Basen’in yüzü kıpkırmızıydı, ama öfkeden değil.
Jinshi dalgın bir hâlde tütsü kabını kenara itti. İçinden kurutulmuş bazı otlar döküldü. Eczacı kız burada olsaydı, onların ne olduğunu ve ne işe yaradığını hemen anlardı.
“Nereye gittiler?” Bitişik odadaki balkonda da kimse yoktu. “Aşağı mı atladılar?”
Balkonu incelerken Jinshi bir gariplik fark etti. Geçtikleri oda ile şu an bulundukları oda, çizimlere göre aşağı yukarı aynı büyüklükte olmalıydı—ama bir şeyler tuhaftı. Bu ikinci oda daha küçük hissettiriyordu. Odanın bir ucundan diğerine birkaç kez gidip geldi. En iç odaya yalnızca bir kapı vardı, karşı tarafında da balkon yer alıyordu. İçeride fazla eşya olmaması odayı daha geniş gösteriyor olabilirdi, ama duvarla balkon arasındaki mesafe diğer odaya kıyasla fark edilir ölçüde daha kısaydı.
Bir kez daha geri döndü ve bu sefer duvara yaslanmış bir çekmeceli dolabı inceledi. Bu dolap, eksik kalan ölçünün tam olarak karşılığıydı.
Sessizce çekmeceyi açtı. İçeride abartılı, cafcaflı kıyafetler asılıydı. Dolabın yapısı sağlam gibi görünse de arka tahtası tuhaf şekilde inceydi. Hafifçe bastırınca tahtanın yukarı kalktığını fark etti.
Dolabın içine doğru eğildi, dört ayak üstüne çökerek içeri baktı. Orada bir duvar olmasını beklerken, karşısına açık bir alan çıktı.
Gizli bir geçit. Ve içinde loş bir ışık görünüyordu. “Bang!” dedi bir ses, oyunbaz bir tonla. Jinshi, bir silahın namlusunun doğrudan yüzüne doğrultulmuş olduğunu fark etti. Loulan oradaydı, tünelin içinde, ve elinde Jinshi’nin bildiği feifa’lardan çok daha karmaşık bir ateşli silah tutuyordu. Shishou’nun az önce kullandığı tüfeğe benziyordu ama daha küçüktü, daha taşınabilir—böyle dar bir alana bile sığabiliyordu. Jinshi, burada yalnızca barut değil, aynı zamanda en yeni ateşli silahların da üretilmiş olduğunu fark edince bir an afalladı.
“Size Jinshi Efendi dememe izin verin. Kolaylık olur,” dedi Loulan, silahı hâlâ doğrultmuşken. Üstü başı is içinde kalmıştı, saçları ise yanmış gibiydi. Taşıdığı şamdandaki mum, her konuştuğunda titriyordu. “Benimle gelir misiniz rica etsem?”
“Ya gelmezsem?”
“Buna izin verecek olsaydım, şimdi sana silah doğrultuyor olmazdım.”
Jinshi, cüretine neredeyse hayran kalacaktı. Elindeki tüfeğe baktı—yeni model bir feifa, pek çok farklı özelliği vardı. Ellerini kaldırdı. “Anlaşıldı.”
Ve böylece Loulan’ı tünelin derinliklerine doğru takip etti.
Jinshi’nin incelediği planlarda bu tür gizli geçitler yer almıyordu. Gerçi, yer alsaydı pek gizli olamazdı. Belki de Shishou bu geçidi daha yeni yapmıştı.
Tünel dardı, Loulan da silahı Jinshi’ye doğrultabilmek için geri geri yürüyordu. Jinshi önde yürüse ve o silahı sırtına dayasa daha kolay olurdu, ama Loulan, onun silahı elinden almaya kalkmasından endişe ediyor olmalıydı.
“Doğrusu senin bu kadar uslu uslu gelmene şaşırdım biraz,” dedi Loulan.
“Oysa bunu isteyen sendin,” diye yanıtladı Jinshi, neredeyse kayıtsızca. Loulan kıkırdadı. Tuhaf şekilde, arka saraydaki hâlinden çok daha insani görünüyordu şimdi.
“Bu silahı elimden alman senin için çocuk oyuncağı olmaz mıydı?”
Muhtemelen öyleydi—Jinshi tam emin olmasa da onu kolaylıkla alt edebileceğini düşünüyordu. Ama bunu dile getirmedi, sadece sessiz kaldı.
Tünelde pek hava yoktu anlaşılan; mum sürekli titriyordu. Ama sönmeden hemen önce, sonunda gizli bir odaya ulaştılar. Mumun alevi tekrar canlandı—demek ki bir yerlerden içeri hava giriyordu—ve o anki ışık, içerideki iki kadını aydınlattı. Bunlardan biri, Loulan’a çok benzeyen genç bir kadındı ama yüzünde büyükçe bir morluk vardı.
“Ah, Suirei, canım kardeşim. Sana kötü bir şey yapmadı, değil mi?” diye sordu Loulan.
Diğer kadın başını hızla, kısa kısa salladı. Suirei—ölümden döndüğü söylenen o saraylı kadının adı buydu. Ve bu kadın, kısa süre önce arka saraya girmiş olan hadım kılığındaki adamdı.
Sonra Jinshi gözünü üçüncü kadına çevirdi: orta yaşlıydı ve yaşına hiç yakışmayacak şekilde giyinmiş, abartılı makyaj yapmıştı. Loulan’ın arka saraydaki hâlini andırıyordu.
Odada yalnızca iki sandalye ve bir masa vardı.
“Loulan,” dedi orta yaşlı kadın, “bu adam...”
“Evet anne. Seni mutlu etmek için getirdim onu,” dedi Loulan, silahı indirerek.
Loulan’ın annesi Shenmei, Jinshi’ye açıkça nefret dolu gözlerle baktı.
Ama Loulan konuşmaya devam etti: “Ona hep neden bu kadar kin duyduğunu merak etmişimdir. Yüzü yüzünden mi? Yoksa ondan daha güzel olduğunu düşündüğün için mi kıskandın hep?”
“Loulan!” diye çıkıştı Shenmei. Ama Loulan en ufak bir irkilme bile göstermedi—buna karşın Suirei tir tir titriyordu. Jinshi’ye anlatılanlardan çok farklı görünüyordu.
“Üzgünüm. Bu bir şaka için fazlaydı sanırım. O hâlde küçük bir gösteriyle başlayalım. Ana oyun öncesi bir ısınma turu gibi.”
Sonra mumunu masaya koydu, silahını kuşağının arasına sıkıştırdı ve sakince, net bir sesle anlatmaya başladı.
Loulan’ın hikâyesi bir önceki imparatorun dönemine aitti.
Aptal hükümdar, annesinin kuklasıydı; devlet işlerinde onun sözü geçerdi. (Eski imparator hakkında bu kadar saygısızca konuşulması Jinshi’yi öfkelendirebilirdi, ama her kelimesinin doğruluk payı olması onu susturuyordu.)
Jinshi, “baba” dediği adamdan hiç korkmamıştı. Ama onun arkasında duran kadın—hüküm süren imparatoriçe—korkutucuydu.
O an zihnine bir anı geldi. İmparatoriçenin hayatının son zamanlarıyla ilgili pek bir şey hatırlamıyordu. Tek bildiği, eski imparatorun sanki annesinin peşinden koşarcasına, apar topar ölüme gitmiş olduğuydu. Eski hükümdarın kızıyla hiç ilgilenmemesinden iyice bıkmış olan imparatoriçe naip, arka sarayı en güzel kadınlarla doldurmuştu. Ve sonra kuzeyli ailelerden birinin reisinden, kızını hükümdarın cariyelerinden biri gibi göstermesini istemişti—en azından dışarıdan öyle görünecekti.
“Ne diyorsun sen, Loulan?” diye sordu Shenmei, kızının anlattığı hikâyeden şaşkına dönmüştü. Hikâye, onun bildiği gibi ilerlemiyordu.
Loulan, ağzını koluyla örtüp kıkırdadı. “Bu hikâyeyi ilk kez mi duyuyorsun, anneciğim? Büyükbabam, hastalıktan eriyip giderken ölmeden önce bunu bir dua gibi mırıldanıp duruyordu.”
Bir devlet adamının kızının, onu hizaya getirmek amacıyla arka saraya ‘emanet’ edilmesi yeni bir şey değildi. Tarih boyunca defalarca yaşanmıştı.
“Arka saray neden bu kadar büyüdü, biliyor musunuz?” diye sordu Loulan, Jinshi’ye.
Saraydaki genel kanı buydu: Shishou’nun, içe dönük ve ihtiyatlı imparatoriçe naibin güvenini kazanmayı başardığı. Shishou aslında Shi ailesinin yan koluna mensup, pek de dikkat çekmeyen biriydi. Ama zekâsı ve sahip olduğu asil kan sayesinde, erkek evladı olmayan ana aileye evlatlık olarak alınmış ve “Shishou” adını almıştı.
Ana aile... Yani Shenmei’nin ailesi. Shenmei, Shishou’yla daha küçükken nişanlandırılmıştı; hatta imparator onu Shishou’ya “armağan etmişti.”
“Doğru,” dedi Loulan. “Sanırım arka sarayın genişletilmesini bir tür kamu yatırımı olarak önermişti.”
Tatlı bir ifade. Arka sarayın neden hâlâ bu kadar büyük olduğunu sorgulayanlara verilecek kaçamak bir cevap gibiydi.
“Bu öneriyi köle ticaretiyle bağlantılı olarak yapmış.”
Bu sözler Jinshi’nin gözlerinin fal taşı gibi açılmasına neden oldu. Shenmei de en az onun kadar şaşırmıştı. Suirei ise tepkisiz kalmıştı.
Loulan, Jinshi’ye kıkırdayarak baktı. Sonra Shenmei’ye döndü. “Bunların hiçbirini bilmiyordun, değil mi anne? Büyükbabamın, imparatoriçe naibin gazabını nasıl üzerine çektiğini de bilmiyorsun. Neden seni arka saraya göndermek zorunda kaldığını da.”
O dönemde ülkede kölelik sisteminin yürürlükte olduğu biliniyordu. Sarayda çalışan hadımların bile çoğu köleydi. Ancak Loulan, kölelikten değil, köle ticaretinden bahsediyordu.
Li’de devletin denetiminde olan kölelik sistemi, genelev sistemiyle benzerlik gösteriyordu: Bir kişi, bedelini çalışarak ödediğinde ya da belirli bir süre hizmet ettiğinde özgürlüğünü kazanabiliyordu. Ama bu yalnızca ülke sınırları içinde geçerliydi. Kölelerin yurtdışına satılması yasaktı—en azından kağıt üzerinde öyleydi. Ama gerçekte...
“Köle ticareti inanılmaz kârlıymış. Yasak olsa da, bu işten pay kapmaya çalışanların sonu gelmiyor. O dönem, genç kızlar özellikle yüksek fiyatlara satılıyormuş.”
En gözde kızlarından biri artık arka sarayda ‘rehin’ tutulurken, Shi klanı bu ticareti azaltmak zorunda kalmıştı. Ancak tamamen ortadan kalkmamıştı; kalan kısmıysa büyük ölçüde arka saray üzerinden yürüyordu. Yalnızca genç kadınları değil, erkekleri de kapsıyordu—çoğu, satılmadan önce hadım ediliyordu.
Shishou’nun önerisi şuydu: Yurt dışına satılacak kadınları korumak için arka sarayı bir sığınak olarak kullanmak. Bu fikir, oğlunu kadınlarla oyalamayı da amaçlayan imparatoriçe naibin düşüncesiyle birebir örtüşüyordu.
Aileler, kızlarını satmak zorunda kaldıklarında suçluluk hissediyordu. Bu yüzden, onları yabancı ellere teslim etmek yerine sarayda hizmet ettiklerini bilmek içlerini bir nebze olsun rahatlatıyordu. Ayrıca iki yıl boyunca sarayda çalışan bir kadının okuma yazma, görgü ve diğer beceriler açısından gelişmesi mümkündü. Sarayda hizmet etmiş olmak başlı başına prestijli bir durumdu. Ne yazık ki, sarayın hızlı büyümesiyle birlikte eğitim gibi planlar büyük ölçüde boşa çıkmıştı.
“Tabii, imparatoriçe naibin başka planları da vardı—tıpkı babam gibi.”
İmparatoriçenin güvenini kazanarak Shi ailesinin itibarını yeniden inşa etmeyi hedefliyordu. Ama bu mümkün olmazsa...
“Biliyorum anneciğim, senin için zor bir dönemdi. Eğer her şey buraya varacaktıysa, keşke daha başlamadan kaçıp gitseydin. Babam sana bu şansı vermek için onca şey yapmışken.” Bu sözlerle, Jinshi’nin aklına arka saraydaki gizli geçit geldi. Loulan ondan mı bahsediyordu?
Shenmei’nin yüzü kasvetli bir fırtınaya dönüştü.
“Pozisyonunu bırakıp seninle kaçacağını söyleyen bir adama güvenemedin mi yani?”
“Loulan, seni küçük...” Shenmei’nin yüzünde derin kırışıklıklar belirdi. Ama o öfkeyi Loulan değil, Suirei hissetmiş gibiydi. Shenmei, bunu fark etmiş olacak ki, birden dönüp Suirei’ye tiksinti dolu bir bakış attı. “Tabii ki güvenmedim. Babamın cesedi daha soğumadan, aile reisliğini devralıp o orospu çocuğunun annesiyle evlendi!”
Suirei, Shenmei’ye titreyerek bakıyordu.
Loulan yeniden kıkırdadı ve Suirei’nin yanına gitti. Üvey kız kardeşinin elini tuttu, diğer eliyle de Suirei’nin boynundaki ipten sarkan bir şeyi çekti. Jinshi’nin kendi gümüş saç çubuğuna benzeyen bir şeydi bu. Ancak onunki bir qilin (ejderimsi yaratık) şekli taşırken, Suirei’nin çubuğu bir kuş formundaydı. Tanıyan biri hemen anlardı: bu bir anka kuşuydu. Tıpkı qilin gibi, bu sembolü taşımaya yalnızca seçilmiş birkaç kişi hakkı olurdu.
“Sanırım Eski Majesteleri, reddettiği bebeği yüzünden vicdan azabı çekmiş. Onu saraydan kovduğu için. Çünkü görünüşe göre, babam sayesinde onu sık sık ziyaret etmiş.”
Suirei ve annesi, Shishou tarafından gizlice korunmuştu. Zamanla çocuk büyümüş, Shishou aile reisliğini devralmış, genç kadın da evlenecek yaşa gelmişti.
“İmparator, bir kez reddettiği kızını sonunda kabul etmiş olmalı. Çünkü babama ne dediğini biliyor musunuz?”
Lütfen... Kızımı eşin olarak alır mısın?
İmparatoriçe naibin gözdesi, eski hükümdarın da neredeyse aileden biri saydığı Shishou, imparator için ideal bir damat adayına dönüşmüştü. Eski hükümdar, Shishou’nun her dileğini yerine getireceğine söz vermişti—o hâlde, bu isteği geri çevirmesi mümkün müydü?
Böylece Shi klanının eski reisi, imparatoriçeyi kızdıran adam, hastalıkla yatağa düşüp öldü. Ailenin liderliği, imparatoriçenin güvenini kazanan Shishou’ya geçti. Artık Shenmei’nin rehin tutulmasına da gerek kalmamıştı. Arka sarayın çiçekleriyle ne yapılacağına son kararı verecek kişi her zaman imparator olurdu. Shishou, hükümdarın kızıyla evlenmişti ve onlardan bir çocuk dünyaya gelmişti. Bu kıza Shisui adı verildi, klanın soyadı olan Shi ise kendisine bahşedildi. Şimdi Suirei adıyla bilinen kadın, işte oydu.
“Ve böylece, anneciğim,” dedi Loulan, “siz de büyük bir lütufla babama bağışlandınız.”
Eski imparator ahmak bir adamdı ve verdiği bu kararın kızında nasıl bir etki bırakacağını asla anlayamamıştı. Suirei’nin annesi kısa bir süre sonra “bir hastalık sonucu” öldü, Suirei ise eski arka saray hekimi tarafından evlat edinildi. Bu adam, daha sonra ölümsüzlük iksiri yapması için bu kaleye getirilecekti—ama bu, başka bir hikâyeydi.
Doktorun Suirei’yi yanına aldığı sıralarda, eski imparator odasına kapanmış ve on yılı aşkın süre boyunca dış dünyayla neredeyse hiçbir teması olmamıştı. Geride yalnızca bir parça gümüş takı kalan Suirei, aslında eski imparatorun torunu olduğunu asla öğrenemedi. Loulan doğduktan sonra ise, bir cariyenin kızıymış gibi muamele görmeye başladı. Hatta kendi adı bile elinden alınmış ve yeni doğan küçük kardeşine verilmişti.
“Yalan söylüyorsun! Bu zırvalık yeter artık!” Gerçekle yüzleşen Shenmei, bir adım geriledi.
Bu hikâyenin Suirei için de sarsıcı olması gerekirdi ama yüzünde en ufak bir şaşkınlık yoktu. Yalnızca, Shenmei’ye tedirginlikle bakıyordu. Belki de zaten her şeyi biliyordu.
Gülümsemeye devam eden Loulan, Shenmei’ye yaklaştı. “Zırvalık mı diyorsunuz anneciğim? Babam, hayatının sonuna dek sizin için çabaladı. Sonunun yıkım olacağını bile bile. Ama siz hâlâ Jinshi-sama’nın burada neden olduğunu bile bilmiyorsunuz, değil mi?” Annesine küçümseyici bir bakış attı, sonra Jinshi’ye döndü. “Anlatın... Babamın ölümünü anlatın.”
“Öldü... gülerek,” dedi Jinshi.
O gülüşün ne anlama geldiğini hâlâ bilmiyordu; Shishou’nun o sırada ne düşündüğüne dair hiçbir fikri yoktu. Ama şimdi Loulan’ın anlattıklarını dinledikten sonra, olan bitene başka bir gözle bakmaya başlamıştı. Hatta Shi klanının isyanını baştan beri yanlış anlamış olabileceğini düşünüyordu.
“O adam...” Shenmei’nin yüzü çarpıldı, “Güçten başka hiçbir şey istemedi. Beni de yalnızca klan liderliğini ele geçirmek için aldı.” Ancak Loulan yine gülümsedi. “Yine de, klan içinde sözü geçen kişi sizdiniz, değil mi, anneciğim? Sizi pohpohlayan o akrabaların ne tür insanlar olduğunu gerçekten biliyor musunuz?”
Rüşvet alan, devletin parasını iç eden birer ahmaktılar hepsi; ama Shenmei’nin gözüne girerlerse Shishou’nun—yalnızca sözde klan lideri olan o adamın—hiçbir şey demeyeceğini biliyorlardı. Ne de olsa Shishou evlatlık biriydi, tesadüfen o aileye girmiş bir çocuktu. Sarayda ne kadar etkili olursa olsun, klan içinde gücü neredeyse yoktu. Shenmei ise hoşuna gitmeyenleri sistematik biçimde dışlamış, sonunda da çürümenin önüne geçecek kimse kalmamıştı. İşte bütün bu yanlış anlaşılmaların kaynağı buydu.
Arka sarayın genişletilmesi ile devlet hazinesinden para çalınması aynı kefeye konmamalıydı. Bu ikisi farklı meselelerdi. Her şeyi Shi klanının işi gibi görmek yanlıştı.
Loulan Jinshi’ye baktı ve gülümsedi. Çünkü Jinshi, onun ne demek istediğini anlamıştı.
Köle ticareti, mevcut imparatorun tahta çıkmasıyla birlikte kaldırılmıştı. Evet, hâlâ yeraltında sürüyordu ama bu sistemin kolaylıkla ortadan kalkabilmesi, Shishou ile imparatoriçe naibin yıllar önce döşediği temele dayanıyordu. Jinshi şimdi, küçülmekte olan arka sarayın yerini alabilecek bir yapı arıyordu—ve bu meselede bile Shi klanı müdahale etmişti.
“Herkes babamdan tanuki diye bahsederdi ama tanukiler korkak yaratıklardır. Kendilerinin ne kadar küçük ve zayıf olduğunu bildikleri için herkesi kandırmaya bu kadar çalışırlar.”
Ve o an Jinshi anlamıştı. Shishou’nun neden gülerek öldüğünü… Çünkü o korkak tanuki, herkesi ölünceye dek kandırmayı başarmıştı.
“Baba rolünü layıkıyla oynadı mı sizce?” dedi Loulan, yüzünde belirsiz bir gülümsemeyle. “Olması gereken kötü adam oldu mu gerçekten?”
Jinshi, Shishou’nun aslında neyi hedeflediğini artık çok iyi biliyordu. Ülkenin tüm çürümüşlüğünü tek bir noktada toplayarak kendini “gerekli kötülük” haline getirmeye çalışmıştı. Asla ödüllendirilemeyecek, övülmeyecek bir rol...
Jinshi yumruklarını öyle sıktı ki tırnakları avuç içine gömülüp kanattı. “Tüm bunların doğru olduğuna dair elinde bir kanıt var mı?”
“Mahkemi içten içe yiyip bitiren çürümüşlük büyük ölçüde temizlendi mi, temizlenmedi mi?”
“Peki ya planın işe yaramasaydı?”
“O zaman darbe yapardık,” dedi Loulan neredeyse umursamaz bir ifadeyle. “Bir ülke, böylesi yozlaşmayla sürüklenebilecek kadar zayıfsa, zaten var olmamalıdır.”
“Yani... Bunca zaman bunu mu planlıyordunuz?!” Shenmei’nin sesi titriyordu. “Sen ve o—ikiniz de beni baştan beri kandırdınız mı?!”
“Kandırmak mı? Ben sadece dediklerini yaptım, anneciğim.” Loulan’ın sesi sertti. “Bu ülkenin toza dönüşmeyi hak ettiğini sen söyledin. Sonra klanımızdan sana uymayan herkesi sürdün, etrafını yalnızca sana dalkavukluk edenlerle çevirdin. Gerçekten mi zannettin böyle bir güruh ülkenin ordusunu alt edebilecek?”
Annesinin bu sözlere öfkelenmesi an meselesiydi. Sonunda Loulan’a atıldı, tırnak kaplamaları kızının yanağında iki uzun, kırmızı iz bıraktı.
“Zaten bunun için değil mi bu tırnaklar?” dedi Shenmei. Şimdi elinde Loulan’ın getirdiği feifa vardı.
“Bu silah sana ağır gelir, anneciğim. Lütfen geri ver.”
“Sus!”
Ama Loulan sadece alaycı bir şekilde güldü.
“Ne var bunda bu kadar komik?” diye bağırdı Shenmei.
“Anne... Şu hâlinle mahalle kabadayısı gibisin.”
Shenmei’nin yüzü nefretle buruştu ve tetiği çekti. Jinshi kendini yere attı. Kulakları sağır eden bir patlamayla birlikte bir şey yanından geçti.
“Ne berbat bir evladım, değil mi?” dedi Loulan. “Babamla aynı şeyi isteseydim... bunu yapamazdım.”
Loulan’ın yüzü kanla çizilmişti ama karşısında Shenmei baştan aşağı kana bulanmıştı. Elinde, patlamış feifa’nın parçaları kalmıştı.
“Bu yeni feifa’lar oldukça karmaşık. O elimdeki yalnızca bir prototipti.” Onu sadece Jinshi’yi tehdit etmek için getirmişti. Belki de içi dolu bile değildi. “Hiç mi aklınıza gelmedi elimden almayı, Jinshi-sama? O kadar çok fırsatınız oldu ki…”
“Söylemek istediğiniz bir şey olduğunu düşündüm,” dedi Jinshi. “Hah! Keşke dış görünüşünüz kadar boş olsaydı kafanız da.” (Hem kaba hem de dürüstçe) gülen Loulan, Shenmei’nin kanla kaplı elinden silahı alıp bir kenara fırlattı. Sonra annesini yere yatırdı, titreyen elini tuttu. “Baba öldü. Hiç değilse onun için bir damla gözyaşı dök. Ömrü boyunca seni bekledi. Eğer ağlasaydın... Ben bunların hiçbirini söylemezdim.”
Eski imparatorun teklifine kadar Shishou, tek bir cariye bile almamıştı. Genç yaşta nişanlandığı kadını hâlâ bu kadar tutkuyla sevmeseydi, böyle bir sadakat gösteremezdi.
Shenmei konuşamıyordu—yüzü, patlayan metal parçalarıyla delik deşik olmuştu. Güzelliğinden eser kalmamıştı; yalnızca kanlı bir enkaz.
Suirei olan biteni titreyerek izliyordu.
“Bunun başka bir yolu olmalıydı,” dedi Jinshi ayağa kalkarken.
“Olabilirdi belki,” dedi Loulan. “Ama herkesi memnun edecek bir yol bulmak... pek de akıllı biri değiliz biz bunun için.”
Shenmei sadece nefret doluydu. Kendini maskara eden bu ülkeyi yerle bir etmek istemişti. Shishou ise... her şeyi Shenmei için yapmıştı. Her ne kadar sonunda yüzüne gözüne bulaştırmış olsa da, niyeti hep buydu. Ama aynı zamanda ülkesine sırt çeviremeyecek kadar sadık bir adamdı. Ve böylece, hayatı boyunca kötü adamı oynadı.
Jinshi, Suirei’nin ne düşündüğünü anlayamıyordu. Onun için bu, annesinin ve büyükannesinin ruhunu huzura kavuşturmak mıydı? Yoksa Shenmei’nin can çekişen hâline bakarken yüzünde beliren o boş ifade bir tür rahatlama mıydı? Belki de sadece Jinshi’nin hayal gücüydü...
Peki ya Loulan...
“Bir ricada bulunabilir miyim?” dedi. “Biliyorum, hâlim ortada... ama iki küçük dileğim var.”
“Nedir onlar?”
“Teşekkür ederim,” dedi önce, derin bir selamla. Jinshi’nin onu dinlemesini beklemeye hakkı olmadığını biliyordu. Sonra kimonosunun katları arasından bir kâğıt çıkardı ve Jinshi’ye uzattı.
Jinshi, üzerinde yazanı görünce nefesi kesildi. Çünkü bu belgede yazan şey... akıl almazdı.
“Doğrusunu isterseniz,” dedi Loulan, “onu aslında canımı kurtarmak için saklamıştım.” “Sanırım artık bununla kurtulamayacağım.” Loulan parşömene bakarken iç çekti. “Bu kâğıtta, bu ülkenin başına gelecek şeyler yazıyor. Shi klanı hâlâ var olsaydı, bu durumu daha da ağırlaştırıp ülkeyi yıkıma sürükleyebilirlerdi.”
Parşömenin üzerinde yazan, bu isyandan çok daha korkunç bir felaketin kehanetiydi.
Loulan’ın parmakları annesinin tenine dokundu. Shenmei’nin nefesi hızla sönüyordu.
“Klanımızdan biraz aklı başında olanlar zaten çoktan Shi soyadını terk etti. Ablam da öyle. Zaten bir kez öldüler... Bu yüzden belki onları görmezden gelmenizi isteyebilirim.”
Kısa bir duraksama oldu. “Elimden geleni yaparım,” dedi Jinshi.
“Yani ‘ölüler’ öylece yatmaya devam edecek, değil mi?” Loulan yine sordu, emin olmak istercesine. “Minnettarım.”
Suirei, eski imparatorla bağlantılı biri olarak tamamen göz ardı edilemezdi.
“Çok teşekkür ederim.” Loulan bir kez daha başını eğdi ve Shenmei’nin elini tuttu. Deforme olmuş tırnak kaplamaları hâlâ eline tutunuyordu, neredeyse düşecek gibiydi. Loulan onları parmaklarına geçirdi.
Tam o sırada Jinshi bir hareket hissetti. Basen ve diğerleri sonunda onun kayıp olduğunu fark etmiş ve gizli geçidi bulmuşlardı. Loulan bunu sezmiş miydi?
“O halde ikinci dileğim.” Uzun tırnak kaplamalarıyla süslenmiş eliyle Jinshi’ye doğru uzandı. Hareketleri yavaş çekim gibiydi. Jinshi kolayca kaçabilirdi, eğer isteseydi. Ama kıpırdamadı. Kabullendi.
Keskin tırnak yanağını yardı, etini kesti. Birkaç damla kan gözüne sıçradı. Gözünü sımsıkı kapattı ama diğer gözüyle Loulan’a baktı.
“Çok teşekkür ederim,” dedi Loulan yeniden ve üçüncü kez başını eğdi. Annesinin yapmaya fırsat bulamadığını yapmış, yıllarca küçümsediği o yüzü kendi elleriyle yaralamıştı. Belki artık hiçbir anlamı kalmamıştı bu hareketin ama Loulan’ın kaderini mühürleyen andı.
“Acaba babamdan da iyi bir oyuncu olabilir miyim?” diye mırıldandı sonra ve Shenmei’ye döndü. “Sevgili annem... Yapabileceğim her şeyi yaptım.” Hâlâ gülümsüyordu. Karşılarındaki kapıyı açtı—kar savruluyordu. Kale çatısındaydılar. Loulan dışarı doğru döndü, kolları dalgalandı, siyah saçları savruldu; kar taneleri etrafında dönüyordu.
Basen ve diğerleri dar geçitte ilerliyordu, doğru zamanı kollayarak. Basen, gözleri öfkeyle kıpkırmızı, kendini odaya attı—olan biteni tam olarak anlamamıştı bile. Loulan onun içeri girdiğinden emin olunca, uzun tırnaklı elini göğe kaldırdı. Zayıf ay ışığında üzerindeki kan damlaları görünüyordu. Loulan’ın yüzünde kan izleri vardı, karların üstünde adeta süzülüyordu. Onun arkasında ise yanağında yeni bir yara iziyle Jinshi duruyordu.
Ve bir anda Loulan kahkaha attı—yüksek, uzun ve yankılanan bir kahkaha. “Ahhh ha ha ha ha ha ha ha!” Sesi karla kaplı avluda yankılandı. Çılgınca geliyordu kulağa—ama gözlerinde hâlâ akıl vardı.
Basen ve yoldaşlarının yüzleri öfke doluydu.
Shenmei’nin gözlerindeki hayat sönmüştü. Bu, ektiğini biçmekti.
Suirei, hâlâ titreyerek elini uzattı ama Loulan’a ulaşamadı.
Jinshi hiçbir şey yapamadı. Sadece Loulan’ın son anlarına tanıklık edebildi. Elinde hâlâ o parşömen vardı.
Karlar içinde, Loulan’ın kolları dalgalandı, saçları uçuştu. Kahkahasına birden silah sesleri karıştı. Kurşunlar kollarını sıyırdı, yanağını çizdi ama o dansına devam etti. Ve işte o an Jinshi kesin olarak anladı: Burası onun sahnesiydi. Çevresindekilerse yalnızca bu trajedide ona eşlik eden figüranlardı.
Arka saray bir sahneydi. Ülke bir sahneydi. Ve Loulan, onları yerle bir edecek kötü kadın rolünü oynamıştı. Babası Shishou bir tanuki idiyse, Loulan da bir tilkiydi. Masallarda ülkeleri felakete sürükleyen kadınlar hep birer dişi tilki çıkardı ne de olsa.
Loulan kar üstünde hâlâ hafif adımlarla yürüyordu. Bu kadar derin karda nasıl böyle zarif hareket edebiliyordu? Askerlerse onun peşine düşmektense feifa’larını ateşlemekle meşguldü.
Onu durdurmalı mıydı?
Hayır, durduramazdı.
Zamanının en büyük “kötü kadını”nın gösterisine gölge düşüremezdi. Gözlerini bile ondan ayıramazdı.
Bir silah sesi daha—kaçıncıydı bu?
Bir “tuh” sesi duyuldu, ve Loulan hareketsiz kaldı. Barutun burun yakan kokusu havada yayıldı. Mermi Loulan’ın göğsüne isabet etmişti. Acı, yüzüne yayıldı; bir adım geriledi.
“Tutuklayın onu!” diye bağırdı Basen askerlerine. Jinshi için bu emrin mantığı yadsınamazdı, ama yine de içini bir tiksinti kapladı. Yanlış değildi belki, ama sanki birisi sevdiği bir hikâyeyi onun sonuna gelmeden ağzından kaçırmış gibiydi.
Loulan’ın yüzüne çarpık bir gülümseme döndü. Sonra birden kayboldu...
Hayır, sadece kaybolmuş gibi görünmüştü. Geriye doğru sendelemişti—ama arkasında hiçbir şey yoktu. Sadece kalenin çatısından aşağı düşüş...
Ve Loulan’ın son görüntüsü buydu.
Jinshi’nin bedeni adeta kurşun gibiydi artık. Günlerdir bastırdığı tüm yorgunluk aniden üzerine çökmüştü.
Kaledeki baskından çıktıktan sonra, bir yedek birlikle birleşmişler ve Jinshi’ye ilk müdahale yapılmıştı. Yanağına dikiş atılmıştı. Ama ne gariptir ki, dikişi yiyen o olmasına rağmen çevresindekilerin yüzündeki acı ifadesi ondan daha şiddetliydi. Belki de anestezi kullanılmadığı içindi?
Gaoshun’la da sonunda yeniden karşılaştılar. O da Jinshi’ye doğrudan “Uzatma, uyu,” dedi. Tabii ki oradaydı—sonuçta hikâyeye göre Jinshi arka birlikle birlikteydi ve Gaoshun’un da orada görünmesi gerekiyordu.
Gerçek şu ki, Jinshi o ana kadar günlerdir hiç uyumadığını yeni fark ediyordu.
“Kız nasıl?”
“İyileşecek—şimdi sen uyu.”
Gerçekten bu kadar yorgun mu görünüyordu? Belki de öyleydi, ama dinlenmek içinden gelmiyordu. Jinshi’nin inatçılığından bıkan Gaoshun, bir arabayı işaret etti. “Bence fazla yaklaşma.”
Jinshi bu uyarıyı anında görmezden geldi ve arabaya girdi. İçeride, birkaç battaniyenin üstünde kıvrılıp yatmış küçük bir genç kadın buldu. Üstü başı kurum içinde, yüzü kanla sıçranmıştı. Uyurken bebek gibi kıvrılmıştı, bu da onu olduğundan daha da küçük gösteriyordu. Beyaz bezlere sarılı birtakım nesnelerle çevriliydi.
“Shi klanının ölmüş çocukları,” dedi Gaoshun, açıklama yapma gereği duyarak.
“Peki neden onlarla uyuyor?”
“Sen de bilirsin—aklına bir şey koydu mu, vazgeçirmek imkânsızdır.”
Gerçekten öyleydi; Maomao inatçılıkla meşhurdu. Ama acaba burada yatmak istemesinin özel bir sebebi var mıydı?
“Berbat görünüyor.”
“Bunu bir de kendin için söyle, efendim,” dedi Gaoshun suratını buruşturarak. Jinshi, geri döndüklerinde Gaoshun’un Basen’i dövmesini istemsizce hatırladı. Evet, Jinshi yaralanmıştı ve bir asker görevini yapamayınca cezalandırılırdı—ama bu sadece, ortadan kaybolan o dişi tilkinin arzusuna boyun eğmiş olmasındandı.
“Benim hâlimi boş ver,” dedi sertçe. “Neyse ki o stratejisti onunla karşılaştırmaman iyi olmuş.” Duyduğuna göre adam arabadan atlarken sakil bir şekilde yere düşmüş ve belini incitmişti. Ayağa bile kalkamıyordu.
Jinshi arabaya tırmandı. “Dışarıda bekle.” Gaoshun başını yavaşça salladı. Jinshi, Maomao’nun yüzüne baktı. Yüzünde kan lekeleri vardı ve sol kulağı şişmişti, ama üzerine merhem sürülmüştü. Jinshi biliyordu ki, Maomao onunla yolu kesişmemiş olsaydı bunların hiçbiri başına gelmezdi.
Bu düşünce yüreğini dağladı.
Kulağının dışında belirgin bir yarası yoktu, ama boynunda koyu bir morluk göze çarpıyordu. Biri ona vurmuş muydu? Ve yüzündeki kan—mutlaka bir yerden gelmişti.
Jinshi ağır ağır elini uzattı. Ve tam o anda...
“Affedersiniz, Efendi Jinshi, ama ne yaptığınızı sorabilir miyim?” Maomao’nun bakışları, sinekten tiksinen biri gibi küçümseyiciydi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.